Kayganlaşan Zemindeki


Kıyametin her gün biraz daha yaklaşmasından mıdır, islâmi görüşün bütün zıtlıkları “Âhir zaman” kavramı içinde değerlendirmesinden midir, ozon tabakasının ağır hasar almasından mıdır bilinmez ama dünyanın kendi ekseninde dönerken bu döngüyü sağlayan çark dişlilerinde belki yağsızlıktan, belki mekanik aşınmalardan bazı kırıkların ve çatlakların olduğunu ve bu arızanın dönüş hızı ve yörüngede çok normal olmayan etkilerle fark edildiğini her gün çok daha belirgin olarak görmekteyiz. Dünyayı içinden çıkılmaz hale getirenlerin yaptıkları tahribatı düzeltmek yerine uzayı parsellemeyi tercih etmeleri, durumun hiçte kolay olmadığının belirtisi değil mi? Dengelerin tarumar, değerlerin yerle bir olduğu sahnede, altı milyar insanın seyrettiği dramada perdelerin inmesine beş kala en acıklı sahnelerden birini yaşarken ne tuhaftır ki; büyük bir gözyaşı seline alkışla ve ıslıkla tempo tutuyoruz. Artık yeni düşman hedefler belirlemek için kolları sıvayanlar, Sovyetler Birliğinin dağılmasını hızlandırarak Ortadoğu’da ki İsrail menfaatleri ve güvenliğini temin için çok beklemezken, vazifelerini tamamlamış ve bir kenara atılmaya hazırlanan eski piyonlarını hurda kirliliğine sebep olmamak için ortadan kaldırmaya başlamıştır. Bunu yaparken de can damarlarının zayıflamasını engellemek ve kendi geleceğinin teminatını garantiye almayı da ihmal etmemiş, geleceğin en büyük ama günden güne azalan iki silahının bundan sonraki seyrini kendi kontrollerinde olması adına türlü mazeret ve yapay senaryoları bir bir sahneye koymaya başlamıştır. Bu işin petrol ayağı dünyadaki diğer devletleri ne kadar ilgilendiriyorsa bizi de o kadar ilgilendiriyor. Ama su ayağının sergilendiği sahne bizim coğrafyamızda olduğu için Türkiye’nin dünya gündeminden düşmesi hiç de kolay görünmüyor.

Bazı İslami kaynaklar dünyanın, dünya ile son raundunun Fırat nehri güzergâhında olacağını, Yahudilerle Müslümanların karşı karşıya geleceği en ateşli sahnenin yine bu coğrafyada cereyan edeceğini söylemesinden midir nedir, GAP projesi çerçevesinde yazılan ve çizilen her şey çok dikkatimizi çeker bir hal almıştır. Esasen bu karşılaşma 20. Yüzyılın ilk yarısında başlamasına rağmen belki biz Türklerin buna direkt taraf olmaması, kafamızdaki düşüncelerin ancak GAP’ dan sonra oluşmasını sağlamıştır. Ülkeyi yönetenlerin ısrarla toplu olarak toprak satımlarının olmadığını, diğer bazı iddiacıların ise satıldığını söylemesi ve bunun bir karara bağlanamaması bu belirsizliği farklı senaryolara kaydırsa da, toprak meselesinin Yahudiler için çok önemli olduğu, Ortadoğu’daki devletler için ise suyun ve dolayısı ile Fırat’ın ne anlama geldiğini bilmek için çok akıllı olmaya ihtiyaç yok sanırım.

 Büyük Ortadoğu Projesini dünyaya tanıtan Amerika Birleşik Devletleri muhtelif senaryolarla İsrail Devleti’ne olası engelleri bir bir ortadan kaldırırken, çizmeyi amaçladığı yeni haritada Türkiye’yi hangi parsele koyduğunu açık ifadelerle anlatmasa da, 1990 yılından beri her hamlesi için nakliye konvoyunda en ağır yükleri taşıtmayı teklif etmesi, “ya yanımızda olursunuz ya karşımızda” diyerek aba altından sopa göstermesi ama parsayı toplamaya sıra geldiğinde yüzünü başka yöne çevirmesi ve Güneydoğu sorununda “tavşana kaç tazıya tut” tavrından hiç vazgeçmemesi ve hep bu kartı ortaya koyması, Kore’de sırtımızı sıvazlamasının ne anlama geldiğini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

 Nato’nun kurumsal işlevinin Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra sadece Amerikan çıkarlarına hizmet ettiğini düşünürsek, eski popülerliği kalmayan bu kurumsal yapıyı bir yük olarak görmeye başlayan Avrupa ülkelerinin, bu günlerde 50. doğum günü kutlanan AB ‘ ı çok işlevli bir hale getirerek Amerikan ağırlığını ortadan kaldırmak ve Avrupa’yı dünyanın yeni jandarması olmaya aday hale getirmesi ve bu arenada kendi üye devletleriyle Türkiye arasındaki ihtilafları kendi lehlerine çözüme kavuşturmak için ufak ufak yemler atması yeni bir başlangıçta oluğumuzun habercisi değil mi?

Yıllardır Ülkemizdeki suni tartışmaların kaynağını hiç merak ettiniz mi?

Laik-Anti laik, Alevi – Suni, Türk- Kürt gibi cepheleşmeler ve tartışmaların esas amacı nedir?

Bu tartışmaların seyrini etkileyen “aydın” diye adlandırdığımız kesimin bir kısım çok bilmişleri gerçekten bu meseleleri tartışırken samimi davranıyorlar mı?

Her sıkıştıklarında Türk Silahlı Kuvvetlerini işin içine çekmeye çalışanlar gerçekten Türk Silahlı Kuvvetlerini çok mu seviyor?

Sahne önünde Mustafa Kemal Atatürk’e bir secde etmedikleri kalan bu malum cenahın sahne arkasındaki kokteyllerindeki kaş göz işaretlerinin ve fısıltılı muhabbetlerinin ne düzeyde olduğunu biliyor musunuz?

Yakalanacağını anlayınca hedef saptırmak ve kendini kurtarmak için sokaktan geçen sıradan bir vatandaşı işaret ederek “yakalayın hırsız var” diye bağıran bir hırsıza denk geldiniz mi?

Siz hiç; takiyye yapmayı sadece bir kesime mal etmeye çalışan profesyonel takiyyecilerin dolunaylı bir gecede kan rengindeki şaraplarını yudumlarken çakallar orkestrasının eşliğinde güneş doğuncaya kadar yaptıkları danslarını izlediniz mi?

Bu ülkede seçim neden yapılır?

İç siyasetin sahne önündeki temsilcisi durumundaki siyasi partilerin seçim öncesi ya da muhalefetteyken söylediklerini iktidar olduklarında hiç hatırlamamalarını neyle izah edebiliriz?

İktidar olmanın muktedir olma anlamına gelmediğini bildiğimiz halde, gerçek iktidarın ne olduğunu ve kimlerin elinde bulunduğunu ortaya koyamamamız, hangi siyasi parti iktidara gelirse gelsin hiç kaybetmeyenler ve hep iktidarı elinde bulunduranlara itiraz edemememiz acaba susurluk gölgesinin karabasan gibi her gece rüyalarımıza girmesinden midir?

1980’li Yılların ikincisi yarısından itibaren sık görmeye başladığımız “yeni ve çabuk zengin” imajının arkasındaki güç, ülkemizde neyi hedeflemiştir?

Devlet imkanlarının çok az bir zümrenin menfaatlerine sunulduğu ve büyük kesimin hep kulak arkası yapıldığı ülkemizdeki sosyal huzursuzluğun sessiz ama derinden gelen çığlıklarına kulak tıkayanlar, toplumsal yönlenmelerin ve istenilmeyen mecralara doğru büyük bir akışın başlamasını sadece sembolik söylemlerle geçiştirebilecekler mi?

Sahi asgari ücret pazarlığında, bir asgari ücretliye reva görülen meblağ bedelini günde içtiği iki puroya ödeyen bir eski sayın bakan bu gün vicdanen müsterih mi?

Ya bir gecede her şeyini kaybedenlerin kayıplarını üç beş kişiye peşkeş çekenler ne kadar huzurlu ve rahat ! Yoksa vicdanları da evrim tezgahından mı geçirdik……?

Bütün bu olanları gören ve bilen toplumun kendi duruşunu sağlayamadığı, dik ve kararlı bir duruş sergilemediği, sergileyemediği bir zamanda, bu toplumun içinde bir birey olan ama toplumun yönlenmesi noktasında kendini sorumlu hisseden aydınlarımızın nasıl bir duruş sergilediği ve sergilemesi gerektiği sanırım oldukça önem arz etmektedir.. Irk, cins, bölgesel, dini ve siyasi olarak taşıdığımız kimlikler farklılık gösterebilir ve zamanla değişebiliyorken, tür olarak taşıdığımız insan kimliği belki en önemli değişmeyecek kimliğimizdir.

Hiçbir insandan taşıdığı kimlikleri değiştirmesini ve inkar etmesini beklemek ve bu konuda baskı yapmak akılcı ve adil bir davranış olmaz ama en önemli kimlik olan İnsan kimliği ve o kimliğe uygun davranış sergilemesini beklemek en doğal haktır.18. Yüzyılda başlayan " Aydın " diye adlandırılan zümre ile toplum arasında başlayan çok yönlü zıt açınsın gitgide uçuruma dönüştüğü günümüzde, toplumdan farklı görünmenin ve toplumu küçümsenin bazı küçük dönüşümlerinin cazibesine kapılanlar sosyolojik anlamda ve uzun vadede asla aydın sıfatına sahip olamamış ve olamayacaklardır.. Zaman-zaman, gerek siyasi gerek dini görüşleri sebebiyle topluma pompalanmış olsalar bile bir mum alevi gibi sönmeleri çok gecikmemiş ve gecikmeyecektir.. Toplumdan kopuk ve yaşadığı toplumu küçümseyen, farklı olmayı şekilcilik ve aykırılıkta arayan, dünyanın merkezinde kendine görüp başkalarının örnek alması gerektiği en büyük modelin kendi olduğunu düşünen hiçbir insan amacına ulaşamamış, dışladığı toplumdan dışlanmıştır. Toplumu yönlendirme misyonunu üstlenen her bireyin vazifesi geçmişi ile geleceği kucaklaştırmak, doğrusu yanlışı ile tarihine sahip çıkarak gelecek nesillere en doğrusunu aktarmak olmalıdır. Muhakkak ki, yanlışlıklar ve haksızlıklar karşısında tepkiler olacaktır. Olmalıdır da.. Ama bu tepkileri ortaya koyarken amaç bağcıyı dövmek ve bazı çıkarcı çevrelerin kandillerine ışık olmak olmamalıdır. Din, vatan , sosyal adalet, demokrasi gibi evrensel değerler asla hiçbir kurumun, zümrenin ve kişinin tekelinde değildir. Yakın tarihimizde gördüğümüz, neticeleri ile doğruluğunu ve yanlışlığını test etme fırsatı bulduğumuz bir çok olayda; en çok dindar görünenlerin dine, vatanperver görünenlerin vatana, sosyal adalet ve dürüstlükten bahsedenlerin ise hakka ve hukuka ne kadar zarar verdiğine şahit olmadık mı?

Bu ülkede en ateşli demokrasi nutukları atılan sahnelerin en önünde gördüğümüz bir çok şahsın kendileri veya yandaşlarının çıkarlarına dokunduğunda demokrasiyi sekteye uğratan ara rejimlere davetiye çıkarması hatta bu konuda çok ısrarcı olmasını büyük bir şaşkınlıkla izlemedik mi?

Bundan sonra izlemeyeceğimizin bir garantisi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Savunduğu, en azından evrensel normlardaki gerek bireysel, gerekse sosyal özgürlük ve demokratik hakları kendi düşüncelerini paylaşmayan hatta kendiyle zıt olan diğer insanlar için istemeyen ve gerektiğinde onun için bu hakların savunuculuğunu yapmayan bir aydın(!) sizce gerçek aydın sayılabilir mi?

Bütün bu bilinen, yaşanılan ve test edilen gerçekler ışığında; aydın sıfatıyla sıfatlansın- sıfatlanmasın bir şairin kendisine çizdiği hedefler doğrultusunda gerek birey olarak gerekse topluma örnek olması adına yapması ve yapmaması gerekenler artık geçmişten daha çok önem arz etmektedir….


Oflu / Mehmet Emin Türkyılmaz







Yorumlar
Henüz yapılmış yorum yok




Yorum Yapın

Ad Soyad: Yorumunuz:
E-posta:
Tarih:
23.11.2024 06:13:08
 


 
 

 
 

 
 
 
 
 
 




Bu site Kişisel Yazar Web Tasarım projesi ile oluşturulmuştur.