Şair ve Şizofren / Doç. Dr. Asım YAPICI


ŞAİRLER ŞİZOFREN MİDİR?
OLGUDAN SORGUYA EĞRETİ DÜŞÜNCELER


Hatırlanacak olursa, Russel Crowe’un canlandırdığı “A Beautiful Mind / Akıl Oyunları” adlı filimle birlikte, şizofreni dünyanın pek çok ülkesinde gündemin en üst sırasına yerleşmişti. Öykü oldukça çarpıcıydı, çünkü bu, Nobel ödüllü bilim adamı Prof. John Forbes Nash’ın hayat hikayesi üstüne kuruluydu. Gerçi Prof. Nash bir yönüyle şanslı bir şizofrendi. Zira başta eşinin ve sosyal çevresinin desteği sonucu gerçekle hayal arasını ayırt etmeyi başarabilmişti. Bununla birlikte bu filimde gözden kaçırılmaması gereken en temel hususlardan birisi ise yaratıcı bir bilim adamı olan Prof. Nash’in, çalıştığı alanda mevcut paradigmayı değiştiren bir teoriye imza atmasıydı.

“Akıl Oyunları” filminde gayet iyi işlendiği gibi gerçekle hayalin arasındaki ince çizginin arkasında saklıdır şizofrenin hikayesi. İşte bu noktada birbiriyle ilişkili çok çeşitli soruyla karşılaşmak mümkündür: Acaba aynı bilimsel yaratıcılıkta olduğu gibi sanatsal yaratıcılıkta da gerçekle hayalin karıştırılması söz konusu mudur? Sanatsal bir faaliyette bulunan bir kişi olan şair ile ruhsal bir rahatsızlık olan şizofreni arasında nasıl bir ilişki vardır? Başka bir deyişle sanatçılar/şairler şizofren midir?

Bu sorulara cevap verebilmek için sanat ile psikiyatri, yani yaratıcılıkla ruh sağlığı arasındaki ilişki üzerinde, derinlemesine olmasa bile, özetle durmak gerekir.

Bilindiği üzere psikanalitik yöntemi benimsemiş olan psikiyatrlar sanatçıyı ve eserini analiz ederken bilinçdışını ön plana çıkartmak eğilimindedirler. Aslında sanatçılar da onların bu tavrının farkındadır. Esasen bu yaklaşım şuur altında, ruhun en mahrem yerlerinde varlığını gizlice, fakat aktif bir biçimde sürdüren, çoğu kere bastırılmış arzular, duygular ve düşüncelerin bilinçli olarak fark edilemediği, lakin fırsat bulduğu zaman kendisini şuurlu alanda kılık değiştirmiş bir şekilde hissettireceği varsayımına dayanmaktadır. Bu sebeple bir psikiyatrın yaratıcı ürünleri yorumlama biçimi çoğu kere sanatçıyı/şairi tedirgin edebilir. Zira Freud’un teorisi psikiyatri ile sanat arasındaki ilişkiyi anlamamızda önemli bir işleve sahip olsa da onun Leonardo da Vinci hakkında yazdıkları sorgusuz sualsiz kabul edilebilecek cinsten değildir.

Psikanalistler sanat ile nevroz arasında pek ayrım yapmamışlardır. Halbuki sanat insanın sınır tanımaz yaratıcılığını ortaya koyarken, nevroz, kısmen geliştirici olsa da, genelde aşırı ve yoğun yaşandığı durumda insanı ketleyen, yaşamını çekilmez hale getirebilen ruhsal bir rahatsızlıktır.

Sanat bir yaratma eylemiyse, sanatçı da ürünü ile yaratıcı bir faaliyeti gerçekleştiren kişiyse, şu soruyu sormak anlamlıdır: Sanatçıyı normal insandan farklı kılan bu yaratıcılık nereden kaynaklanmaktadır? Eğer sanatçı normal birisi değilse bu durum, onun psikiyatrik anlamda bir takım ruhsal bozuklukları olduğu anlamına gelir mi?

Freud’a göre, sanatçı kişilik yapısı itibariyle içe dönüktür; bu sebeple nevroza uzak sayılmaz. Çünkü o, güçlü içgüdüsel ihtiyaçların ve arzuların baskısı altında yaşamaktadır. Onur, güç, servet, ün ve kadınların sevgisini kazanmak sanatçının en temel beklentisidir. Ancak o, bu arzularına doyum sağlayabilen kaynakları elde etme imkanından çoğu kere mahrumdur. Sonuçta, doyumsuzluğa mahkum bir birey olarak sanatçı, gerçekliğe sırt çevirip tüm ilgisini ve libidosunu, nevroza yönlendirerek hayal dünyasını gerçekleştirmeye çalışır. Buna bir yönüyle, hayalleriyle yaşama veya hayallerin önünde yaprak gibi savrulma da diyebiliriz. Kuşkusuz bu ifadeye göre, sözcüklerle hayal dünyasının resmini yapan / yapmaya çalışan şair nevrotik bir kişilik yapısına sahip bir birey olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu izah tarzı sanatçının / şairin yaratıcılığını açıklamada yeterli midir? İnsan sadece bilinçdışıyla hareket eden bir varlık mıdır? Eğer böyle kabul edilecek olursa o hep çocuksu bir varlık olarak kalmaya mahkumdur. Halbuki insanın kendisine has bir bilinci, manevî değerleri, idealleri, geleceğe yönelik tasarımları ve olanca egoizmine rağmen diğerkam tutum ve düşünceleri vardır. Bu sebeple bir ressamın resim yapması, sadece anal dönem saplantısıyla ilişkilendirilerek açıklanamaz. Keza şair de anal, fallik ve latent dönemlerin herhangi birinde sıkışmış bir kişiliğe sahip değildir. Aslına bakılırsa yaratıcılık bütün bunlardan öte bir şeydir. Sanatçının bir takım saplantılarının olması, şizoid bir karakter arz etmesi ve fantaziye eğilimli olması muhtemeldir. Fakat tüm bunlar sanatsal yaratıcılığı açıklamakta yeterli midir?

Adler, sanatsal eylemde aşağılık kompleksinin belirleyici bir rolü olduğu kanısındadır. Bu da bir yönüyle sanatçıların/şairlerin, hatta bilim adamlarının eksikliklerini telafi süreci içerisinde otantik ve orijinal ürünler ortaya koydukları anlamına gelmektedir. Varoluşçu filozoflar ve psikologlar ise sanatçıyı yaratıcılığa götüren şeyin ekzistansiyel kaygılar olduğunu söylerler. Bu da varlığın fani, yani ölümlü olmasıyla yakından ilişkilidir. May’a göre sanatçılar genellikle kendi iç imgeleri ve hülyalarına dalmış yumuşak huylu insanlardır. Ama adaletsizliklere, zorbalıklara ve zulme karşı oldukça duyarlıdırlar. Karakterinde yumuşaklık olsa da bu onun pek çok konu hakkında hassas olduğu anlamındadır. Esasen öfkesi de hassasiyetinden kaynaklanır. Çünkü sanatçı tüm olumsuzluklara karşı öfkelidir. Asıl öfkesi ise ölüme, yani yokluğa yöneliktir.

Bazı ruhsal durum ya da bozuklukların yaratıcı süreci hızlandırdığı bilinmektedir. Ancak şizofreni ve nevroz gibi patolojik hallerin yaratıcı süreci açıklamakta doyurucu cevaplar ortaya koyup koymadığı tartışmalı bir husustur. Gerçi sanatsal yaratıcılıkları olanların genel olarak içedönük, hüzünlü, fantezi kurmaya eğilimli, sosyal ilişkilerden pek fazla hoşlanmayan ya da zaman zaman beşeri ilişkilerden kaçınarak inzivaya çekilen kişiler olduğu günlük gözlemlerimizde bile açıkça fark edilebilmektedir. Ancak bu ifade, sosyal temsil anlamında, tam bir genellemeden ibarettir. Genellemeler ise hakikatin bir tarafına ışık tutsa da diğer tarafını görmezden gelen söylemlerdir. Zira tamamen dışa dönük, konuşkan ve neşeli bir kişilik yapısına sahip olan sanatçılara rastlamak da mümkündür. Şu halde genel bir eğilimden söz edilse de sanat ile ruhsal bozukluklar arasında doğrudan bir ilişki kurmak sanıldığı kadar kolay değildir. Sonra şu hususu da vurgulamak gerekir ki, hem ruhsal açıdan sağlıklı olanlar hem de şizofren ve nevrotikler, yani sağlıklı olmayanlar yaratıcı faaliyetlere girişebilirler. Ancak bu noktada şöyle bir soruyla karşılaşmak da olasıdır: Acaba sağlıklı olanlar ruhsal sıkıntı yaşadıkları zamanlarda, hasta olanlar da hastalıklarının hafiflediği dönemlerde mi daha fazla yaratıcı aktiviteler içerisine girmektedirler? Bu soruyu cevaplamak sanıldığı kadar kolay değildir. Bu sebeple yaratma eylemini bir ruhsal bozukluk olarak görmek yerine, ne olup bittiğini anlamaya çalışmak daha anlamlı ve işlevsel bir tutum olacaktır.

Tekrar sanat ile şizofreni arasındaki ilişkiye dönecek olursak, öncelikle söylemek gerekir ki, özellikle paranoid tip şizofreni ile desorganize dağılmış tip şizofreni şair ve sanatçılarda sıklıkla görülebilen rahatsızlıklardır. Desorganize dağılmış tip şizofrenler saçma sapan konuşmalar yaparlar ve sosyal çevreleri tarafından saçma olarak değerlendirilen davranışlar gösterirler. Ağlanacak şeye gülebilirler, gülünecek şeye de ağlayabilirler. Duygulanım ifadeleri anlamsız yere sık sık değişir. Şairlerde de bu tip söylemlere rastlamak olasıdır. Özellikle gerek sembolist gerekse sürrealist sanatçılar/şairler eserlerinde/şiirlerinde nesnel anlamı boğdukları ve hayallerinin sınırsız sularında yüzdükleri için yaratıcı imgeler üretebilmektedirler. Gerçek ile hayal arasındaki hatların buharlaşmaya başlaması belki de yaratıcılığın başladığı noktalardan birisidir. Benliğin örselendiği, bilincin yaralandığı durumlar da bu çerçevede değerlendirilebilir. Bununla birlikte iyi bir şiirde hem iç gerçeklik hem de dış gerçeklik kelimelere yansımaktadır ya da yansımalıdır. Bu da sembollerle ve imgelerle gerçekleşir. Nasıl sembollerde anlamsızlık söz konusu değilse, dıştan anlamsız görülse de, hayaller kendi içinde nasıl anlamlı ise imgelerde aynı şekilde anlamlıdır. Mesele imgeyi çözümlemektir. Onun çözümlenememesi anlamsız olması demek değildir. Bu noktada şairlerin, ya gerçekten şizforeni ya da şiir tadında ve kıvamında yazdıkları dizelerinde şizofrenik söylemlerden yararlandıklarını söylemek durumundayız.
Sullivan`a göre, şizofreni parçalanma ve karmaşadan kaçınmak için kullanılan adaptif bir stratejidir. Şizofren birey için güvenlik ve anlam arayışı, doyum ve gerçeklik gibi gereksinmelerden daha önemlidir. Varoluşa anlam arayan kişi olarak şair de, hafif bir şizofrendir. Sanatçılarda böyle bir durumun olması onların yaratıcılıklarını artırabilir. Nitekim Jung Paris’te Picosso’nun sergisini gezdikten sonra “bu adam tam bir şizofren” der. Ancak Garaudy’nin de dediği gibi “Picasso şizofren olsa da, her şizofren Picasso değildir”. İşte burada şizofren bile olsa yaratıcı düşünce ve bunun dışa vurumu olarak sanat eserini değerlendirirken aceleci olmamak gerekir. Zira yaratıcılık, belki de, “psikopatoloji”den ziyade “normal psikodinamik”le daha yakından ilişkili olarak izaha çalışılmalıdır.

O halde yaratıcılık nedir sorusuna cevap aramak durumundayız. Zira buna cevap bulmadan sanatçı/şair ile psikopatoloji arasında nasıl bir ilişki olduğunu anlayabilmek çok zordur.

Yaratıcılık, varoluşa yeni şeylerin katıldığı bir zihinsel süreçtir. Konuyu özelleştirerek şiir bağlamında düşünecek olursak şair; bakir, otantik ve yaratıcı imge, sembol ve ifadeleri kah düşünerek kah aniden gelen bir fırtınayla dile getiren, ama bunu şiirin olmazsa olmazları içerisinde yapmaya çalışan/yapan bir sanatçıdır. Bu sebeple yaratıcı söylem aynı zamanda yaratıcı bir hayal gücünü gerektirmektedir. Ancak bu da yeterli değildir. Çünkü hayalin kelimelerle resmi yapılırken şiir dili ve şiir sesi dikkate alınmalıdır.

Acaba şair neden şuur altıyla teması kuvvetli olmak zorunda olan kişidir? Bu soru şiirle nesrin arasındaki farkı da ortaya koymaktadır. Gerçi nesirde de şuur altı önemlidir, ancak nesirde şiir dilinde olması gereken özellikleri aramamak gerekir.

Şair iç dünyasının, yani şuur altı ve hatta şuur dışının engin zenginliğinden ilham alır. Söylemin şiir dilinde ve sesinde olması işin teknik tarafıdır. Ancak bu teknik taraf gerçekleşebilmek için önce şuurun yarılarak aradaki çatlaktan öte tarafın, yani ırmağın karşı tarafının rengini ve kokusunu hissetmek, duyumsamak önemlidir. Buna “ne demek yani… şair şaman gibi bir şey midir?” diye itiraz edilebilir. “Evet. Şair orijinal, otantik ve yaratıcı bir ürün ortaya koymak istiyorsa raks eden şaman gibi kendisinden geçerek görüntü aleminin kapısını kapatmalı ve hayal aleminin kapısını aralamalıdır”. Buna ırmağın diğer kenarına geçme de diyebiliriz. Mevcut kıyı nesir alanına aittir, ötelerdeki kıyı ise şiire. İşte iyi şairler “hep öte taraftan yazarlar”. Lakin öte taraftan yazmak pek çok sağlıklı insan için çok zordur. Özel bir konsantrasyon gerektirir bu. Ancak ruhsal olarak hafif bir şizofreni, hafif bir nevroz yaşayanlar şuur dışıyla teması daha fazla kurma şansına sahiptirler. Şuur dışı şuurlu hayata göre anlamsızlık alanı olduğu için şizofrenin anlamsız konuşmaları normal insanlara garip gelebilir. Çünkü şuur dışı semboller alanıdır. Sembollerin zamana, mekana ve dünyevi anlamda mantıksal kurallara tabii olmaması ise yaratıcılığın başladığı yerdir.

Şair şuur altından ve hatta şuur dışından ne kadar çok beslenirse, söylediği şiir iyi şiir haline gelebilir. Şizofrenik söylemler ne kadar çok olursa sembolik ve imgesel söylemler de o nispette kaliteli bir yapı kazanacaktır.

Sahi şairler gerçekten şizofren midir?

Belki de…Olabilir ya da değillerdir… Kimbilir?
 

Doç Dr. Asım YAPICI









Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.


Yorum Yapın

Ad Soyad: Yorumunuz:
E-posta:
Tarih:
23.11.2024 06:03:03
 


 
 

 
 

 
 
 
 
 
 




Bu site Kişisel Yazar Web Tasarım projesi ile oluşturulmuştur.