|
Şiir Gücünü Nereden Alır / Doç. Dr. Asım YAPICI
ŞİİR: GÜCÜNÜ KUTSALDAN ALAN
BİR SÖZ SANATI YA DA SANA ŞİİRDEN SORUYORLAR. DE Kİ…
“Şiirin gücünü nereden
alır?” sorusunu sormadan önce “şiir gerçekten güçlü müdür?” bunun da ötesinde
“eğer güçlüyse ona bu gücü kim vermiştir?” soruları üzerinde durmak daha
anlamlıdır diye düşünüyorum. İşlevsel açıdan bakılacak olursa şiirin gücü,
her yerde her zaman kendisini açıkça hissettirir. O, çeşitli toplantılarda ve
mitinglerde coşkunluğun sembolü haline gelir. Gerek aşk ve hasret, gerekse
gurbet ve asker mektuplarında özlemleri ve umudu, hatta bazen umutsuzluğu dile
getirir. Günlük konuşmalar arasında uzun sözü hülasa eder. Başkaca bir şeyler
demeye hacet bırakmaz. Hiç bir şey söylemeyen bol ve boş laflara izin vermez,
kestirip atar. Bazen şiirlerle ahlakî öğütler verilir. Çoğu kere soyo-kültürel
değerler onunla öğretip nesilden nesle aktarılır. Buna şiirin sosyalleştirme
fonksiyonu da denebilir. Kimi zaman kelimelere sığmaz ve anlatılamaz olan dinî
duygu ve düşünceler onunla ifşâ edilirken, kimi zaman da milli duygular yine
onunla şaha kalkar. Tüm bunlarla birlikte o, kah ideolojik ve siyasal tavırlara
eşlik eder, kah ölüm ve yalnızlığa kafa tutar. Liste istediğimiz kadar
uzatılabilir. Bunun pek de önemi yoktur. Sözün özü şiir; “farklı ortam ve
bağlamlarda” duyguları ürpertici ve düşünleri çatlatıcı bir güç olarak baş
köşede hazır ve nazırdır. Sadece öyle kalsa iyi, kendisiyle iştigal edenleri
keyifle izlemektedir, bazen öfkeyle bazen de memnuniyetle… “Şiirin gücü”
kavramı farklı çağrışımlara gebe bir ifadedir. Zira onun güçü işlevinden mi
kaynaklanır, yoksa özünden mi beslenir, meselesi hâlâ çözüm bekleyen bir
konudur. Eğer sadece işlevinden kaynaklanıyorsa, o zaman “şiirin birey ve toplum
üzerinde nasıl bir etkisi vardır?” ya da “şiirin açık ve örtük etkileri
nelerdir?” hatta “hangi şiir ya da ne tür şiir kimleri nasıl etkiler?” vb.
sorulara cevap bulmak daha önemlidir. Ama ben şiirin gücünü kitlelerde
uyandırdığı tesirden ziyade, yani işlevinden önce, özünde aranması gerektiğini
düşünüyorum. Kuşkusuz gücünü özünden alan şiir işlevleriyle de güçlü olacaktır.
“Şiirin özü nedir?” İki hafta önce birisi İslam Felsefesi, diğeri
Türk-İslam Edebiyatı branşlarında akademik çalışmalar yapan iki arkadaşla farklı
zamanlarda “İLHAM” konusunu tartıştık. “İlham” ile “vahiy” arasındaki benzerlik
ve farklılıklar üzerinde epey konuştuk. Bu konuşma ve tartışmalar, gerek ilham
gerekse vahyin (birbirinden belli açılardan farklı olmasına rağmen) metafizik
bir karaktere sahip olduğu, bunun da “RUH” kavramıyla ilişkili olarak
açıklanması gerektiği düşüncesini beraberinde getiriyordu. Tam o sırada “Sana
ruhtan soruyorlar? De ki ruh…” (İsra, 85) ayeti canlandı zihnimde ve hemen bir
analoji kurarak “Sana şiirden soruyorlar? De ki…” şeklinde bir başlık
şekillendi. Evet bu bence iyi bir başlıktı. Çünkü ruhun bilin(e)mezliği ve
tanımlanamazlığı gibi bir durum aynen şiir için de söz konusuydu. Nasıl ruh
hakkında herkes bir şeyler söylese de ilim erbabı çok az insan çok az bir
bilgiye sahipse, şiir hakkında da herkes bir şeyler söyler ama onun ne olduğu
hakkında çok az kişi çok az bir bilgiye sahiptir. Şiirin nasıllığı konusu bu
anlamda, göreceli olarak daha kolay bir konudur. Ama onun “ne”liğini
tanımlamadan “nasıl”lığını nasıl ortaya koyabiliriz ki! “Sonra şiiri tanımlama
iktidarı kimin/kimlerin elinde?” “Ona/onlara bu tanımlama iktidarını kim verdi?”
“Tanımlama iktidarına sahip olduğunu söyleyenler gerçekten de tanımlamaya
muktedir kişiler midir?” “Sadece şiiri değil acaba şairi tanımlamak mümkün
müdür?” “Şiirle az ya da çok uğraşan her insan şair midir? “Sonra yazılan her
şey şiir midir?” Bu sorulara verilecek cevaplar şu da bu şekliyle şiiri ve şairi
tanımlamaya yöneliktir. Ancak dil felsefesi açısından bakılacak olursa, her
tanımlama, her kavramlaştırma aynı zamanda alanı daraltma ve sınırlandırma
eylemidir. Bundan dolayı şiir, hakkında yapılacak hiç bir tanımı tam olarak
kabul etmez. Ancak her tanıma, hakikate ışık tuttuğu müddetçe kapısını aralık
tutar. “Acaba şiir neden tanımlanamaz?” “Bunun da ötesinde acaba şiir nedir
diye sormaya ihtiyaç var mıdır? “Şair kimdir? sorusunun cevabını nerden ve nasıl
bilebiliriz”. Bana göre şairi tanımlamak en azından sufiyi tanımlamak kadar
zordur? Fazla abartılı bir iddia olabilir ama şiiri tanımlamak da kutsalı
tanımlamak kadar problemlidir? Ebu Hafs’a sorarlar: Sufi kime denir? O
şöyle cevap verir: Sufi, sufi kime denir, diye sormaz. Bu cevabın açılımı
yapacak olursak Ebu Hafs şöyle demek istiyor: Sufi; sufi kime denir diye sormaz.
Çünkü sufi olan sufi olanı bilir. Sufi olmayan sufi olanı bilmez. Sufi olan sufi
olmayana sufi olduğunu bildiremez. Şair kime denir? Buna göre, şair olan şair
kime denir diye sormaz. Yani şair olan şair olanı bilir. Şair olmayan şair olanı
bilmez. Şair olan şair olmayana şair olduğunu bildiremez. Bununla birlikte
diyelim ki sorduk: “Şair kime denir?” Bu sorunun cevabı genellikle şu
şekildedir. “Şair; şiir yazan kişidir”. Bu tanım oldukça yetersizdir. Çünkü
tanımda geçen “şiir” kavramı öyle kolayca ele avuca sığan bir kavram değildir.
Bu sebeple gerek şair unvanı verilen pek çok kişi, gerekse düşünsel ve bilimsel
anlamda şiirle meşgul olanlar, yani onun teorisini, nasıllığını, geçirdiği
aşamaları, biçimlerini, anlamlarını, ekollerini ve işlevlerini inceleyenler
kendi perspektiflerinden tanımlar yapmışlardır. Her tanım gerçekliğin bir
tarafını açıklar, onu aydınlatır. Ancak gerçeklik kavramlara mahpus olmayı
istemediği için yapılan her tanımı çatlatır ve dışarı sızar. Belki de bu sebeple
onu “efradını camii ağyarını mani” bir şekilde tanımlayamıyoruz. Ancak şiirin
tanımlanamaması onu anlamaya ve tanımaya ve onun hakkında konuşmaya engel teşkil
etmez. Çünkü hakkında konuşmak için zihnimizde şiir deyince canlanan bir takım
stereotipik temsillerin olması gerekir. Bu tür stereotipik temsiller hepimizde
vardır. Bu anlamda keşke Moskovici’nin sosyal temsiller kuramına dayanılarak bir
çalışma yapılsa ve halkın günlük hayatın akışı içerisinde “şiir” deyince
akıllarına ne geldiği tespit edilse, buradan hareketle sağduyusal bir bilgi
olarak şiire yüklenen anlamlar belirlenebilse…ahh keşke… ne iyi olurdu.
Derslerde zaman zaman sosyal inşâcı yaklaşımı kabul ederek, bazı kavramlar
hakkında öğrencilerin birbiriyle uzlaştığı ve farklılaştığı özellikleri tespit
ederek, ilgili kavramın o an zihinlerde neler çağrıştırdığını anlamaya
çalışırım. “Tanrı, kutsal, dua, kader, küreselleşme, kimlik vs. nedir?” şeklinde
zaman zaman sorular sorar onların bu kavramlara bakışını, bunları algılayış
biçimlerini anlamaya çalışırım. Bir keresinde de “Sizce şiir nedir?” diye
sordum. Küçük birer kağıt dağıttım ve cevaplarını en az üç kısa cümleyle
yazmalarını istedim. 48 kişilik bir sınıftan 45 kişiden cevap geldi.
Cevaplar oldukça çeşitliydi. Ancak en çok dikkati çekenler
şunlardı: “Şiir; bir söz sanatıdır” (30 kişi). “Şiir; şairin yazdığı ya da
ürettiğidir” (7 kişi). “Şiir sanattır” (4 kişi). “Şiir; dizeleri alt alta
getirme sanatıdır” (3 Kişi). “Şiir; aşkın dillendirilmesidir” (2
kişi). “Şiir; sevgiliye gönderilen mektupları süsleyen ifadelerdir” (2
kişi). “Şiir; yerine göre aşk yerine göre öfkenin söze dökülmesidir” (2
kişi). “Şiir; şuur altının kelimelerle dışa vurumudur. Çünkü şairler ruhsal
kargaşa yaşayan insanlardır” (1 kişi). “Şiir; düz anlatım varken kulağı
tersten göstermektir” (1 kişi). “Şiir; düzyazı olmayan şey neyse odur” (1
kişi). “Şiir dil ile müziğin birleşmesidir” (1 kişi). Buna benzer ifadeler
vardı cevaplarda. Ancak bu cevaplarda asıl dikkati çeken husus şiir deyince
“söz” ve “sanat” kelimelerinin akla gelmesidir. Üniversiteli gençlerin “Şiir
bir söz sanatıdır” şeklindeki cevaplarına bakılacak olursa, bunun şiirin hâlâ
vazgeçemediğimiz bir tanımı olduğunu görürüz. Çünkü gerek sosyal çevrede gerekse
okul hayatlarında kendilerine açık ya da örtük bir biçimde öğretildiği üzere
şiiri hep bu şekilde tanımlamayı öğrenmişlerdir. Öğrenciler tarafından bu
tanımın anlamı ne kadar düşünülmüştür, onu bilmiyorum, ancak bana göre şiir için
hâlâ en uygun tanım budur. Çünkü bu tanım şiire iki açıdan kutsallık
katmaktadır. Bunlardan birisi “söz” diğeri ise “sanat”tır. Yuhanna
İncili’nin ilk üç ayeti şu şekildedir: “Başlangıçta (önce) Söz vardı. Söz
Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Her şey Söz aracılığıyla var
oldu.” Bu durum “kelam” ile “lisan” arasındaki farklılığı meydana
getirmektedir. Lisan sonradan oluşan/oluşturulan bir şeydir, halbuki kelam, yani
söz önceden vardır. Batı dillerinde mesela Fransızca’da var olan “parole” ile
“language” arasındaki farklılık aynen bizdeki “söz” ile “dil” ya da Arapça ve
Osmanlı Türkçesi’ndeki “kelam” ile “lisan” arasındaki farklılığa benzer. İslam
inancında Kur’anın ezeli kabul edilmesi de “lisan”dan, yani Arapça’dan dolayı
değil, “söz”den dolayıdır. Bu sebeple Kuran-ı Kerim Lisanullah olarak değil,
Kelamullah olarak tanımlanır. Tevrat’ın “Tekvin” kitabında da Tanrı “ışık
olsun der ışık olur, karanlık olsun der karanlık olur” (Tekvin, 3-5). Bu süreçte
Tanrı’nın adını koyduğu her şey, yani Tanrı’nın isim verdiği, sözle var kılmayı
dilediği her şey hemen var olur. İslam inancında da bu olguyu görmek mümkündür.
Zira yaratılan her şey sözle var olur. Başka bir deyişle Allah “kün” yani “ol”
der, o şeyde hemen oluverir “feyekûn”. Buna göre tanımlama iktidarı sözü
elinde bulunduranlarındır. İşte tam da bu noktada şiirin öncelikle bir söz,
sonra da sanatsal bir ürün olması durumu ile karşılaşmaktayız. Esasen o gücünü
de bu iki husustan almaktadır, ya da şiir, bu iki kaynaktan beslendiği için
güçlü ve etkilidir. İnsanı diğer canlılardan farklılaştıran hususlar
sıralanırken öncelikle “o konuşan bir canlıdır”, “düşünen bir canlıdır”,
“bilinçli bir canlıdır” vb. ifadeler sıklıkla kullanılır. Aslında bu özellikler
“homa sapiens”e aittir. Halbuki “insan homo sapiens sapienstir.” Yani insan
bilincinin bilincinde olan bir varlıktır. Bu onun düşündüğünün farkında olması
demektir. Bunun da ötesinde düşünmeyi düşünen bir varlıktır. Bu durum en iyi
ifadesini Descartes’ın “cogito ergo sum” önermesinde, yani “düşünüyorum o halde
varım” cümlesinde bulur. Ancak insanın bir başka özelliği daha vardır. Bunu
Cassier “insan sembol üreten / yaratan / oluşturan bir varlıktır” diye açıklar.
Fromm ise sembol dilini insanlığın ortak dili olarak kabul eder. Bu dil,
edebiyatta (özellikle şiirde, destanda ve masalda), dini-kutsal metinlerde,
mitlerde, rüyalarda, heykel ve resim başta olmak üzere çok çeşitli sanat
eserlerinde ortaya çıkar. Dikkat edilecek olursa tüm bunları üreten insandır.
Konumuz açısından edebiyatta sembol üretimi, bilincinin bilincinde olan insanın
çoğu kere bilinçsiz bir şekilde, ancak ustalıkla yaptığı bir iştir. “Bilinçsiz,
ama ustalıkla” ifadesi görünürde bir paradoks oluşturmaktadır. Buradaki
bilinçsiz bilgisiz anlamında değildir. Yoğun bir düşünce aşamasından geçtikten
sonra kendiliğinden oluşması ve şuur dışında mayalananın oradan şuur alanına
neşet etmesidir. Sembol şuur dışını ne kadar çok yansıtırsa ve üzerinde daha
sonra ne kadar çok ustalıkla çalışıp biçimlendirilirse o kadar etkili olur. Zira
edebiyatta sembol basit bir anlatı değildir. Bilakis o kelamın, yani sözün aksi
sedasıdır. Başka bir deyişle sembol; lisanın (dilin) dar kalıplarına indirgenen
kelamın (sözün) özgürlük arayışıdır, özgürlüğe kanat açmasıdır. İşte bu noktada
şiirin Yaratıcı Söz, yani Tanrı ile ilişkisi ortaya çıkar. Anlamı dile sığmayan
söz sembollerle dile gelir/ getirilir. Şiirin gücü de buradan neşet eder, yani
kullanılan sembolik dilden. Yukarıda en kısa ve özlü tanımıyla “Şiir; bir söz
sanatıdır.” demiştik. Söz üzerinde dururken, özellikle kutsal kitaplara atıf
yaparken tek tanrılı (monoteist) dinlerde yaratmanın sözle olduğundan
bahsedilmiştik. Yaratma ve yaratıcılık İslam’da Allahın subutî sıfatları
içerisinde yer alır. Yani temelde Allah’ın bir vasfıdır, ancak O bu vasfından
insanlara da bahşetmiştir, tıpkı hayat, ilim, irade ve kelam sıfatlarından
kısmen insanlara verdiği gibi. Şiir de söz ile yaratıcılığa katılma eylemidir.
Bu sebeple o, basit bir üretme değildir, çünkü her basit üretim sanat olarak
değer bulmaz. Başka bir deyişle şiir sözün sembollere dönüştüğü sanatlı bir
üretimdir. Öyleyse şiirin etki ve etkileme gücünün birinci aşaması “SÖZ” ise
ikinci aşaması “YARATMA”dır. Söze sahip olanlar yaratma ve tanımlama
iktidarını ellerinde bulunduranlardır. Bu anlamda şairler hem dilin gelişimi hem
de sembol üretimi açısından nesirle uğraşanlardan bir adım daha öndedirler.
Şairler temelde tanımlayıcıdır. Romancı ve hikayeciler ise daha ziyade
tasvircidir. Tanımlamak gücü elde tutmayı gerektirir. Michel Faucault
iktidar-bilgi ilişkisi açısından der ki; “İktidarda olan bilgiyi oluşturur.”
Şair şiirinde tanımlama yapar ve bilgiyi oluşturulur. Ancak bu kuru, kupkuru bir
bilgi de değildir. Bu bilginin içine insanın en karmaşık düşünceleri ve
duyguları da karışmıştır. Şu halde şiirin gücü aynı anda hem duygu hem de
düşünceyi birlikte sunmasından kaynaklanmaktadır, diyebiliriz. Şiirde duygu
ve düşüncenin çok önemli olması, bizi bir başka noktaya taşımaktadır.
Psikologların hâlâ üzerinde bir türlü uzlaşamadıkları, tanımlaması en azından
şiir kadar zor olan duygular şiirle dile gelmekte/getirilmektedir. Duygularını
aktarırken düz yazıda kıvır kıvır kıvranan insan şiirde başka bir rahatlık
yaşar. Çünkü elindeki malzeme itibariyle, gündelik dile, yani duyguları
anlatmada yetersiz olan konuşma diline sahip olsa da, şair ucu açık ve çağrışımı
zengin semboller üreterek bu yetersizliği ve kısıtlamayı aşmaya çalışır.
Ciltlere sığmayan açıklamalar bazen bir mısraya, bir beyte ya da bir kıtaya
sığabilir. Çünkü şair az sözle çok şey anlatır. Bu anlamda şiir tanımlanmayan
duyguların tercümanıdır. Başka bir deyişle kendisi ele avuca sığmayan, gereği
gibi tanımlanamayan şiir tanımlanamaz denilen şeyleri tanımlama gücünü elinde
bulunduran bir söz sanatıdır. Kısaca şiir tanımlama iktidarına giden yoldur.
Şair de tanımlama iktidarını elinde bulunduran kişidir. Şiir; bireysel, sosyal,
edebî ve estetik gücünü işte buradan almaktadır. Soren Kierkegaard “Korku ve
Titreme” adlı eserinde bir çocuktan (kendisinden) bahseder. Hz. İbrahimin
öyküsünü büyük bir hayranlıkla dinleyen. Ancak çocuk büyüdükçe öyküyü daha fazla
anlamaz hale gelir. Hatta Kierkegaard “Hegel’i anlamak zordur, derler. Ben
Hegel’i anladığımı düşünüyorum, ancak İbrahimi anlayamıyorum” der. Bu durum
şiirin çilesini çeken şairler içinde geçerlidir. Eskiden şiiri daha fazla
anladığını, şiiri bildiğini sanan pek çok kişi şiirin içine girmeye çalıştıkça
onu daha az anladığını fark etmeye başlar. Şiir bir serap gibidir çölde. “Tamam,
buldum”, deyip üstüne atladıkça yapıştığınız şeylerin sadece kumlar olduğunu ve
ötelere kaçan suyun size kışkırtıcı bir şekilde göz kırptığını görürsünüz. Bu
sebeple şiirle tam bir vuslat olmaz. Sadece şimşek gibi gelip geçen, öznel, kısa
süreli bir tecrübe yaşarsınız onunla. Tıpkı kutsalla ilişkide yaşadığınız gibi.
Şiirin bu gizemli hali onu daha fazla çekici kılmaktadır. Şiirin gücünü
kutsaldan alması meselesinde Mevlana’nın müzik konusunda yaptığı açıklamayı
desteğimize alarak yürüyebiliriz. “İnsanlar müziği neden sever? “Müzik neden
çekici ve hayranlık uyandırıcıdır? sorularına Mevlana şöyle cevap verir. “Ruhlar
aleminde (elest bezminde) Allah ruhlara doğrudan kendi sesiyle hitap etmiştir. O
ses o kadar güzel, o kadar latif, o kadar çekicidir ki, ruhlar orada o sese
hayran olmuştur. İşte insan yeryüzünde hep o sese benzer, o sesin verdiği
lezzeti anımsatan sesleri arama peşindedir.” Eliade’ın kavramlarıyla söyleyecek
olursak bu durum; ilk yaratılışa, ilk yaratılış anında yaşananlara duyulan
özlemin kılık değiştirerek bazen dinî bazen de seküler bir şekilde yansımasıdır.
Şiir içinde aynı şeyleri söylemek mümkündür. Buna göre müzik ve şiir kelimelerin
anlatmada kifayetsiz kaldığı kutsal gücün ve kutsal güzelliğin insanî düzlemdeki
yansımalarıdır. Din ve sanat ilişkisi perspektifinden bakılacak olursa, şair her
yazdığı şiirde, okuyucu her okuduğu şiirde hep o sesi, yani elest bezmindeki o
muhteşem sesin ahengini ve çekiciliğini arama peşindedir.Bu sebeple diliyle ve
sesiyle iyi niteliği verilen her şiir, belki de müzikten daha fazla kişiyi
etkileyicidir. Bu anlamda şiirin gücü elest bezminin gizemini, yani kutsalı ifşâ
etme yeteneğinde yatmaktadır. Şiir gücünü doğrudan doğruya kutsaldan ya da
kutsalla ilişkili hususlardan alır, diyoruz. Ancak bu güç her insanda farklı
şekilde tezahür eder. “Her okuma özneldir ve her okuma başka bir okumadır”
varsayımı ile söyleyecek olursak, her insan içinde bulunduğu ortama ve bağlama
göre okuduğu metinden ve şiirden farklı şekillerde etkilenir. İdeolojik
tercihler, dünya görüşü, şiir anlayışı, entelektüel düzey, sosyo-ekonomik statü,
karakter, kişilik, kimlik, hatta cinsiyet farklılıkları vs. şiirin bireyler
üzerindeki gücünün nasıllığını ve derecesini etkileyen hususlardır. Bunun da
ötesinde sadece farklı tipteki insanlar değil, aynı insan farklı zamanlarda ya
da dönemlerde aynı şiiri farklı okuyup farklı anlamlandırabilir. Ergenlik ya da
yetişkinlik dönemlerinde, mutluyken ya da mutsuzken, karnı açken ya da tokken,
sevgiliyle birlikteyken ya da hasretle kucaklaşmışken, sağlıklıyken ya da
hastayken, evinde ya da gurbetteyken, ilkbaharda ya da sonbaharda kısaca kişinin
içinde bulunduğu biyo-psiko-sosyal bağlam değiştikçe şiiri anlama ve
anlamlandırma düzeyi de değişir. Bu da belli bir şiiri algılama ya da
anlamlandırmanın bağlama bağlı olarak değiştiği anlamına gelmektedir. Şiirin
evrensel bir gücü vardır, fakat bu güç farklı bağlam ve şartlarda farklı
şekillerde tezahür edebilir. Mesela; aşk şiirleri bazıları üzerinde daha etkili
olurken, bazıları dini-mistik şiirleri, bazıları ise dünyaya isyan ve öfke
içeren şiirleri daha çok sevebilir. Kişinin eğitimi, aile yapısı, kültürü,
yönelimleri, referansları, hayatı anlamlandırma biçimleri şiir ve şair
tercihlerini belirlemede önemlidir. Bu anlamda ergenlik dönemindeki birisine aşk
ya da ayrılık şiirlerinin tesiri ile, bir sufiye Yunus Emre’nin tesiri ya da
hapisteki birisine Ahmet Arif’in tesiri farklı olacaktır. İşte şiir gücünü tam
da buradan almaktadır, yani o her an herkese farklı biçimlerde etki
edebilmektedir. Şairler tanımlama iktidarını ellerinde bulundurdukları için,
şiirin gücünü kullanarak ideolojilerini kitlelere daha rahat ulaştırabilirler.
Şairler bir yandan şiirleriyle sosyal hareketleri beslerken, bir yandan da
sosyal değişim ve dönüşüm arayışlarını yansıtırlar şiirlerinde. Mehmet Akif,
Ziya Gökalp, Arif Nihat Asya, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Necip Fazıl, İsmet Özel
vs. şiir sesi, şiir dili, ideolojileri, dünya görüşleri birbirlerinden oldukça
farklı olan kişiler şiirle ideolojilerini yaymaya çalışırlar. Bu anlamda
bunların hepsi, hedef farklı olsa da amaç itibariyle toplumsal sorunlarla
ilgilenmişlerdir. Ancak İslamî duyarlılıkları fazla olanlar, Mehmet Akif, Necip
Fazıl, Arif Nihat Asya ya da İsmet Özel’i, milliyetçili duyarlılığı ön plana
çıkaranlar Ziya Gökalp’i, Türk İslam sentezciliğini savunanlar Necip Fazıl ve
Arif Nihat Asya’yı, sosyalist gerçekçiliği savunanlar ise Nazım Hikmet ve Ahmet
Arif’i daha fazla okur ve daha fazla etkilenir. Yani şiirin gücü ifadesi
(işlevsel açıdan) hangi şiirin gücü ya da hangi şiirin kim üzerindeki gücü
şeklinde sınırlandırılırsa daha yerinde olur. Özetle şiir söz üzerine kurulu
olduğu için sözün tesiri şiirin tesirini ortaya çıkartmaktadır. Öz ile işlev bu
noktada birleşmektedir. Yunus’un dediği gibi; Söz ola kese savaşı Söz ola
kestire başı Söz ola agulu aşı Bal ile yağ ede bir söz
Doç Dr. Asım
YAPICI
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|