Tanzimattan Cumhuriyete Divan Edebiyatı'na Yaklaşımlar / Yar.Doç.Dr.Yasemin Ertek MORKOÇ


“Divan Edebiyatı” kavramı yaygın bir şekilde kullanılsa da aslında tam anlamıyla bilimsel ve yeterli bir adlandırma olarak kabul edilmemektedir. Zira bu söz, asırlarca devam eden büyük bir edebiyatı yalnızca divanlarla sınırlı olarak göstermekte, bu edebiyat çatısı altında meydana getirilen birçok edebî tür ve şekli dışlamaktadır. Ayrıca Eski Edebiyatı, Osmanlı saray ve konaklarındaki “divan” denilen ekâbir meclislerine özgü bir zümre edebiyatı olarak tanıtmaktadır. Batı tesiri altında şekillenen Yeni Türk Edebiyatının ortaya çıkmasıyla birlikte yeni-eski ayırımını belirtebilmek amacıyla “edebiyat-ı kadîme”, “şi’r-i kudemâ” hatta daha sonraları sadece belirli bir zümrenin anladığı edebiyat olduğunu vurgulayabilmek için “saray edebiyatı”, “enderun edebiyatı”, “havâs edebiyatı”, “ümmet edebiyatı” gibi değişik adlandırmalar da yapılmıştır. Bugün ise daha kapsamlı ve bilimsel sayıldığı için “Eski Türk Edebiyatı”, “Klasik Türk Edebiyatı” tâbirlerini kullanıyoruz.


Bu çalışmamızda Eski Edebiyatın, Tanzimat Dönemi ile birlikte Cumhuriyet Dönemine kadar aydınlarımız tarafından algılanışı, yorumlanışı üzerinde durmaya çalışacağız. Amacımız, birkaç fikir insanımızın Divan Edebiyatına yönelik düşüncelerinden yola çıkarak bir değerlendirme yapmaktır. Bu nedenle çalışmamızın içeriğini bir dergi yazısı olması sebebiyle sınırlı tutmaya özen gösterdik.

Tanzimat Dönemi ile başlayan her alanda yenileşme ve batılılaşma hareketleri aslında bir medeniyet değişimi isteğinin önemli göstergesidir. Yeninin tutunabilmesi ve kabulü için eskiye ait her şeyin reddi, dışlanması vazgeçilmez bir alışkanlık olarak süregelmiştir. Tanzimatla birlikte başlayan, eski kültür ve edebiyattan ilk kopuş, Cumhuriyet sonrasında aydınlarımızın pek çoğunda Osmanlı mirasının bütünüyle reddi şeklinde kendini göstermiştir. Bu durum özellikle eski dilden tamamen uzaklaşma sayesinde hızlanmış, adeta eski ve yeni arasında derin bir uçurum oluşturmuştur. Victoria Holbrook, Walter Andrews gibi yabancı araştırmacıların da belirttiği gibi “Osmanlı Edebiyatı Cumhuriyet ideolojisi içinde biraz görünmez kılınmıştır.”1 Talat Halman’ın yorumuyla “Divan Edebiyatı birçok şâirimize ve edebiyatçımıza bir hortlak gibi gösterilmeye çalışılan, ama aslında kulağımızda çok güçlü sesler bırakan, gözümüzün önünden gitmeyen bir hayalet gibidir. Birçok şâirimiz Cumhuriyet Döneminde o hayaleti kucaklayarak çok önemli şeyler yapmış, bazıları ise inkâr ederek yoksullaşmıştır.”2

Divan Edebiyatının reddi süreci içinde bu konuda ilk sert çıkışıyla tanınan, Tanzimat aydınımız Namık Kemal olmuştur. 1866’da Tasvir-i Efkâr’da çıkan “Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı yazısından başlayarak daha pek çok eserinde, Divan şiirini hakikatin ve tabiatın dışında, birbiriyle bağlantısız birtakım tasavvurlardan ibâret görür. Divan şiirinde tasvir edilen güzelleri karikatürize ederek, serviden uzun boylu, kıldan ince belli, nokta ağızlı, kargı kirpikli, yılan saçlı görünümleriyle “gulyabani”ye benzetir. Beyit ve dizeler arasında anlam bütünlüğü bulunmadığını, bunların adeta parça bohçalarındaki renk ayrılıklarından daha çok olduğunu söyler.

Bir diğer Tanzimat aydınımız Ziya Paşa ise aynı fikirleri devam ettirir. “Şiir ve İnşâ” (1868) adlı makalesinde Necâtî, Bâkî, Nef’î vb.gibi şâirlerin divanlarında gördüğümüz nazım şekillerinin hiçbirinin Osmanlı şiiri olmadığını, çünkü şâirlerimizin Arap ve Acem şâirlerini taklit etmeyi marifet saydıklarını ve melez bir şiir oluşturduklarını belirtir.

Divan edebiyatına yönelik aynı eleştirilerin, hatta zaman zaman eleştiri ötesinde çatma, yerme ve kötülemelerin Cumhuriyet dönemine geldiğimizde de devam ettiğini görüyoruz. Bu dönemde fikirleriyle özellikle Abdülbâkî Gölpınarlı ve Nurullah Ataç dikkat çeker. Zira bu iki aydınımız divan şiirini en iyi bilen, tanıyan kişilerdir. Ancak yine de en ağır eleştiriyi onlar yapmışlardır. Gölpınarlı, 1945 yılında basılan “Divan Edebiyatı Beyanındadır” adlı kitabında, önceden savunduğu, üzerinde araştırmalar yaptığı ve daha sonraları da araştırmalarına devam edeceği eski edebiyatla ilgili, yıllardır süregelen basmakalıp ve sert eleştirilerle karşımıza çıkar. Nurullah Ataç ise Doğan Hızlan’ın ifadesiyle “Cumhuriyetin yeni edebiyatının, batı kültürüne dönük bir eleştirinin misyoneridir. Her misyoner gibi, inançlarının doğrultusunda karşıt düşüncelere yer vermez. Eski zevklerine, tutkularına zaman zaman kapılsa da bunu, eski tehlikeli bir saplantı gibi görüp ondan kurtulmak ister. ‘Eski şiirden zevk alıyoruz ama yarının şiiri bu değildir’ diyerek mantığı ile duyguları arasında sürekli dolaşan bir gezgindir.”3

Bu iki aydınımızın görüşlerini daha iyi anlayabilmek için Gölpınarlı’nın “Divan Edebiyatı Beyanındadır” kitabının basımı üzerine, Ataç’ın arkadaşına hitâben yazdığı mektuptaki düşüncelerine değinmek istiyoruz.4 İyi arkadaş olmalarından dolayı Ataç’ın mektubunda çok samimi bir üslûp kullandığı dikkati çeker. Mektubunda Gölpınarlı’yı, eleştirilerini yaparken samimi olmamakla, çoğu şeyi abartarak ve gerçeklerden saptırarak söylemekle, inanmadığı şeyleri ifade etmekle suçlar. Ataç, Gölpınarlı’nın özellikle divan şiirinde aşk olmadığı, insanı anlatmadığı fikrine karşı durur:

“Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan”

beytini örnek vererek; “Burada bütün insanlığın macerasına, senin öz macerana dokunan bir şey duymuyorsan ne söylersen söyle, haklısın divan şiirinde insan yoktur, hiçbir şey yoktur; ama şiirden anlarım şiiri severim de deme” diyerek sert çıkar ve düşüncelerine şöyle devam eder: “Divan şiirini sevmeyen, ondaki sesi duymayan bir Türk, Avrupa şiirini de, yeni şiiri de gerçekten sevemez. Şiir ne kalıba girerse girsin, hangi dille, hangi çağda yazılırsa yazılsın, bütün ayrılıklar, bütün değişmeler arasında bir kalan özü vardır, o özü divan şiirinde duyamayan başka şiirlerde de duyamaz.”

Ataç, mektubunu, yayımladığı bu kitabından dolayı Gölpınarlı’ya gücendiğini, kızdığını belirterek tamamlarken şöyle der: “Kendine de bize de nasıl kıydın Abdülbâkî? Divan şiirine kıymışsın demiyorum, onu yıkamayacağını, onun değme saldırışlara aldırmadığını Nâbî Efendi çoktan haber vermiş:

‘Eğerçi köhne metâ’ız revâcımız yoktur
Revâca da o kadar ihtiyâcımız yoktur’”

Ataç’ın mektubu gerçekten şaşırtıcıdır. Çünkü her fırsatta gelenekten kopmak, eski edebiyatı büsbütün unutmak, çocuklarımıza öğretmemek gerektiğini, doğu düşünüşünü yaşatırsak asla batılı düşünüşe geçemeyeceğimizi söyleyen Ataç’ın, bahsettiğimiz bu mektubundaki sözleri, duyguları ile mantığı arasındaki tezadın da apaçık göstergesidir. Eski-yeni çatışması, batılılaşma, öz kültüre yabancılaşma, beraberinde insanlarımız üzerinde bir kimlik sorunu ortaya çıkarmıştır. Pek çok aydınımızda olduğu gibi, Ataç ve Gölpınarlı’da da bunu belirgin bir şekilde görmekteyiz.

Neticede, Tanzimattan Cumhuriyete, hatta günümüze kadar uzayan süreçte divan edebiyatına yapılan eleştirileri ve bunlara verilebilecek cevapları toparlayacak olursak ana hatlarıyla şöyle bir sıralama yapabiliriz:

Şâirler birbirini tekrar etmiştir. Aynı basmakalıp tekrarlar, ortak mazmunlar, sanatlar kullanılmıştır: Eski Türk edebiyatı bir gelenek edebiyatıdır. Dolayısıyla şâirler, geleneğin getirdiği birtakım kural ve kalıplarla çevrelenmiş durumdadır. Ancak divan şâirinin ustalığı ve gücü bu noktada ortaya çıkmakta, sınırlı bir alan içinde güzeli ortaya çıkarma çabası göstermektedir. Aynı mazmun ve kalıplarla daha etkili, daha derin söyleyebildiği ölçüde kuvvetli bir şâir sayılır. Bu nedenle söylenenden çok, söyleyiş tarzı önemli olduğu için şâirler aynı mazmunları, sanatları kullanmakta bir sakınca görmezler.

Beyitler arasında konu birliği yoktur. Şiirler parça bohçasına benzer: Bu eleştiri de bugün için geçerliliğini yitirmiştir. Cumhuriyet sonrası şiirimizde bile şâirler, dizeler arasındaki anlam bağını koparan şiirler yazmışlardır. Buna Orhan Veli’nin “Eskiler Alıyorum” şiirini örnek verebiliriz. Burada şâir, şiir yazıp eskiler almaktan, eskiler verip musikiler almaktan söz ederken birden bire “Bir de rakı şişesinde balık olsam” diyerek dizeler arasındaki anlam bağını koparıverir.5

Divan şiiri Acem taklididir: Batıda da pek çok klasik şâir ve yazar yabancı edebiyatlardan etkilenmiştir. Fransız edebiyatında Racine ve Molier’in Yunan ve Latin edebiyatlarından esinlenmesi gibi.6

Saray mensuplarına ait bir zümre edebiyatıdır: Osmanlı hükümdarlarının hepsi sanata, edebiyata düşkün birer şâir hâmisidir. Çoğu da şâirdir. Dolayısıyla etraflarında şâirlerin bulunması kaçınılmazdır. Ancak bu, şâirlerin hepsi saraydan çıkmış demek değildir. Araştırmalar gösteriyor ki, tezkirelerde yer alan şâirlerden 609’u İstanbul, 156’sı Bursa, 150’si Edirne’de yetişmiştir. Konya 69, Kastamonu 36, Gelibolu 30 rakamıyla azımsanmayacak bir görüntü sergiler. Kültür göçünün merkeze doğru sürmesi, medreselerin İstanbul’da çoğunlukta oluşu, hükümdarların şâirleri kollaması ve şiirden anlaması edebiyat merkezini belirlemiştir.7

Divan şiirinde Arapça, Farsça kelimelerin miktarı fazladır: Dil konusunda yapılan eleştirileri kısmen tutarlı bulabiliriz. Arapça, Farsça sözcük ve dil kuralları divan şiirinde karşımıza çıkar. Yine de sadece yabancı sözlerle şiir yazılmamış, her dönem sanat yapma, ustalık gösterme gayesiyle ağır dil kullanılan eserler verildiği gibi, son derece rahat, anlaşılır bir dille metinler de oluşturulmuştur. Ayrıca eski edebiyatın başlangıç dönemlerinde Türkçe aruza uydurulamadığı için yabancı sözler yeğlenmiştir. Ancak kullanılan malzeme yabancı da olsa çoğu mısra ve beyitte Türkçenin güzel ve âhenkli sesini, günlük dilin tatlı söyleyiş biçimini hemen yakalayıveririz. Şu beyit ve mısralarda olduğu gibi:

“Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” (Neşâtî)

“Bu dünyayı seninle sevmişim ben
Benim sensiz bu dünyâ nemdir ey dost” (Zeynep Hatun)

“Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz” (Nâbî)

“Kanı ol gül gülerek geldiği demler şimdi
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” (Mâhir)

“Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur” (Ş. Yahyâ)

Görüldüğü gibi bu sözlerde sadece Türkçenin sıcak söyleyişini bulmakla kalmıyor, aynı zamanda insan sevgisini, insânî duygulanımları da hissediyoruz. Beyit ve mısralardaki ses uyumu ve âhenk dikkati çeken bir diğer özelliktir.

Şüphesiz divan edebiyatına yönelik eleştiriler bu kadarla kalmıyor. Ancak biz, belli bazı şahsiyetlerin görüşlerinden yola çıkarak bir panaroma halinde eski edebiyatımıza değişik yaklaşımları vermeye, bunları değerlendirmeye çalıştık. Yazımızı Yahyâ Kemal’in sözleriyle tamamlamak istiyoruz:

“Eslâf kapıldıkça güzelden güzele
Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele
Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devr edilir elden ele”


Kaynakça:

1. Mehmet Kalpaklı: “Divan Edebiyatı Hortlak Değil, Muhteşem Bir Hayalettir”,
Söyleşi, Kitaplık, Yapı Kredi Yayınları, nr: 38, Güz 1999, s:11

2. A.g.e., s:12

3. Doğan Hızlan: “Çelişkilerin Tutarlı Eleştirmeni Nurullah Ataç”, Kitaplık, Yapı
Kredi Yayınları, nr: 28, Yaz 2001, s: 133

4. Nurullah Ataç: “Abdülbâkî Gölpınarlı’ya Mektup”, Günlerin Getirdiği-Sözden Söze,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999, s: 192-196

5. Cevdet Kudret: “Divan Şiirine Uzaktan Merhaba”, Türk Dili, nr: 290, Kasım 1975,
s: 650-660

6. Mustafa İsen: “Osmanlı Kültür Coğrafyasına Bakış”, Ötelerden Bir Ses, Akçağ
Yayınları, Ankara 1997, s: 64-75

 

Yar. Doç. Dr. Yasemin Ertek MORKOÇ
Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi









Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.


Yorum Yapın

Ad Soyad: Yorumunuz:
E-posta:
Tarih:
22.12.2024 05:17:14
 


 
 

 
 

 
 
 
 
 
 




Bu site Kişisel Yazar Web Tasarım projesi ile oluşturulmuştur.