Düşünmek mi, konuşmak mı?

                  
 
Papağan şımarıklığına hindice nazire
 
 
Türk Şiiri’ ne edebiyatçılardan daha çok felsefecilerin katkı sağladığına inanmam kesinlikle edebiyatçıları küçümsemek ve hafife almak olarak algılanmamalı. Nasreddin Hoca’nın Akşehir pazarındaki papağan – hindi fıkrasından anlaşılacağı gibi her devirde öyleydi ama özellikle günümüzde çok konuşmanın ve boş konuşmanın bir şekilde pirim yaptığını düşünürsek, düşünmenin nerede ise unutulmaya başlandığını görmek bu inancımı daha da kuvvetlendiriyor. İnsanı, “ düşünen bir hayvan “ olarak târif eden filozofların “ hayvan “ teşbihine katılmasam da düşünmenin, kafa yormanın her sanat dalı için çok önemli olduğunu, konuşmanın ise düşüncenin olgunlaşmasından sonra ancak sırasının geleceğine inananlardanım. Kur’an’ı Kerîm’deki bir çok âyetin sonundaki “tefekkür “ vurgusundan mıdır bilinmez ama gümüş ve altından oluşan madalyonlardan sükûtu altın ile ödüllendiren atalarımızın da çok sığ olduğunu iddia edemeyiz herhalde! Zaman zaman şiir adına eleştiri ve çıkışlarımın sivri, kırıcı ve agresif kabul edilmesindeki suç paylaşımında benim ve muhataplarımın payına düşenden çok, alışkanlık ve bakış açısındaki değer yargılarının değişkenliğinde olduğunu düşünmek çok da haksızlık sayılmaz.
 
Öyle ya; “ inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız “ diyenin bir bildiği vardı elbette!
 
*
 
Putperestlik, sadece eski kavimlere ait bir inanç mıydı?
Allah Resûlü’nün ( s.a.v ) Mekke fethinde kendi elleri ile temizlediği Lât, Uzza, Hubel, Menat başta olmak üzere yaklaşık üç yüz altmış civarında putun yerine yenileri yapılmadı elbette. Ama, Hz. Ömer’in “ iki şey var ki aklıma geldiklerine birine çok üzülürüm diğerine çok gülerim “ diyerek gülme bahsinde zikrettiği; “ Helvadan putlar yapardık. Önce tapınırdık sonra acıkınca onları yerdik “ dediklerini Resûlullah ( s.a.v ) Kâbe’de bulamamıştı ve onlar ne yazık ki hâlâ evimizin, dilimizin, gönlümüzün, ruhumuzun bir yerinde bugüne kadar gelmiş ve bundan sonra da varlıklarını devam ettirecek gibi.
 
İltifat ve eleştir alanının özellikle iltifat bölümünde “ ifrat - tefrit “ sınırını zorlayan, hatta parçalayan birçok arkadaşımızın şiire başlangıç yıllarını ve mâsumluğunu çok iyi bildiğim öylelerini başımıza put olarak belâ ettiler ki, değil helvadan olanları Hubel’ i bile mumla arar olduk! Çünkü zavallı Hubel bırakıldığı yerde duruyor, konuşmuyor, birilerini çekiştirmiyor, kimseden övgü ve iltifat beklemiyor, yerini değiştirsen itiraz etmiyorken mümkün mü günümüz Hubellerine azıcık dokunasın?
 
İlla önünde eğileceksin!
 
*
 
“ Kargaya yavrusu şahan görünür “ deki temel mantık elbette doğru bir tesbittir. Ama, hayvanlar âlemi sadece o kargadan ve kargalardan oluşursa.
 
a) Yazdıklarına “ eser -eserim “ diyenler elbette kendi evlâtları gibi bakacaklardır. Bunda yadırganacak bir şey yok. Fakat, o yazdıklarını sadece kendilerinin okuyabileceği bir metinde bir dosyada saklamaları gerekir. Eğer, birilerinin okuyacakları, okunmasını istedikleri bir mekânda ve zeminde o yazılanlar sergilenirse, Ahmet Sarı’nın (Derrida’nın "Şiir Nedir?" isimli kitabını dilimize çeviren) : “ Şiir otoyola çıkar çıkmaz (dile gelir gelmez) ölen (ölümle yüzleşmek zorunda kalan) bir şeydir “ târifi devreye girer ki hiç de haksız sayılmaz. Elbette sizden başkalarının da kendi evlâtları, kendi evlât tip ve şekilleri, güzellik anlayışları dolayısıyla evlâda bakış açıları vardır.
 
b) Eğer daha güzelinin seçilebilme ihtimali varsa evlâtları yarışmalara sokmak doğru mudur?
O yarışmalardaki seçici kurul ( Jüri ) sizin gözlerinizle mi bakmak zorunda?
Evlât kabul ettik ya yazdıklarımızı, neden yarışmalarda didiklenmelerine müsaade ederiz? Birinci gelirse ne âlâ! Ya gelemez, üstelik dereceye giremezse küfrün, hakaretin bini bir para! Ne jürinin ehil olması, ne tarafgirlik ve adam kayırma, ne siyasi görüşü… Sağ olalım hiçbir şey bırakmayız!
Kafamıza silah mı dayıyorlar “ bu yarışmaya katılacaksın “ diye?
 
Arz ettiğinizde yüzleşmek zorunda olduklarınıza tahammül etmeyi de öğreneceksiniz!
 
Siz yavrunuzu şahan görmek istiyorsunuz istemesine de, güzelim bülbülün ya da kanaryanın ne kabahati var?
 
*
 
Her platformda, geçmiş zamana âtıfta bulunarak “ medenileşmekten, çağdaşlaşmaktan, bilgi ve birikim adına gelişmekten, eğitimden… “ dem vuranların hece şiiri adına bin yıllık kafiyeleri, ayakları, sözleri, tekerlemeleri kullanmasına ne diyeceğiz? Özellikle Âşık geleneğinde okuma - yazma bilmeyen, hiç eğitim almamış, hiç kalem kullanmamış ozanları ve sadece irticalen söylemleri delil ve kaynak göstermek ne derece hakkaniyete uyuyor? Bilgiye ulaşmanın hiç bu kadar kolay olmadığı, önümüzdeki PC ‘nin birkaç tuşuyla en doğrusunu bulmak mümkünken bir Word dosyasında bile yazılanları kontrol etmeden arz eden günümüzün Karacaoğlan’larına (!) ne dememiz gerekiyor? Bari başımıza taç ettiğimiz ozanlarımızın söz ustalıklarından biraz bulaşsaydı kendilerine… Nerede?
 
Yazık, çok yazık!
 
*
 
Sitedeki seçki meselesi mi?
 
İki ayrı cephesi bulunan bu konunun ilk cephesine yukarıda azıcık değindim. Diğer cephesine dokunmak ise zülf-i yâre dokunmak olur ki; burada " konuşma " değil “ düşünme “ hakkımı kullanıyorum.
 
Dedim ya; felsefecilerin hep bir adım önde olduğunu hâlâ düşünüyorum!
Ve altını, gümüşten daha değerli yapan ben değilim...
..............

24 / 03 / 2011

Oflu / Mehmet Emin Türkyılmaz











Yorumlar
Henüz yapılmış yorum yok




Yorum Yapın

Ad Soyad: Yorumunuz:
E-posta:
Tarih:
26.4.2024 07:57:00
 


 
 

 
 

 
 
 
 
 
 




Bu site Kişisel Yazar Web Tasarım projesi ile oluşturulmuştur.