Cumhuriyet Devri Türk Şiirine Teorik Bir Yaklaşım / Yrd. Doç. Dr. Adem ÇALIŞKAN



Cumhuriyet Devri Türk Şiirine Teorik Bir Yaklaşım

 Yrd. Doç. Dr. Adem ÇALIŞKAN

Her şeyde ve her alanda olduğu gibi bu devir Türk şiirinin teorik yapısı ortaya konulmadan veya onun  teorik alt yapısı oluşturulmadan hareket etmek, karanlık bir odada el yordamıyla yürümek gibidir. Çoğu  kez  yapıldığı  gibi,  bilineni  tekrarlamaya  veya malumu  ilam  etmeye  uğraşmak  ancak  bir  zaman kaybıdır.  Görülen  o  ki,  bu  devir  Türk  şiirini  ele  alan  pek  çok  çalışmada  hâlâ  şairlerin  ve  eserlerinin sıralanmasıyla yetinmeye devam edilmektedir. Bu tespiti geçersiz kılacak çalışma sayısı ne yazık ki çok azdır.  Bu makalemizde bu tavrın yerinde olmadığını ortaya koyarken, bu bağlamda ayaklarımızın yere sağlam basması  için hamasetten uzak ve yansız bir bakış açısıyla bu devir Türk şiirinin  teorik zeminini ana  çizgileriyle  ortaya  koymaya  uğraşacağız.  Gerçekten,  “dönemin  eleştiri  anlayışı  öznel değerlendirmeler  ve  tartışmalar  temelinde  yükselmiştir”tespiti  dikkate  alınacak  olursa,  bu yaklaşımımızın  ne  kadar  gerekli  olduğu  kendiliğinden  ortaya  çıkar.  Her  şeyde  olduğu  gibi  kendi edebiyatımız hakkında sağlam değerlendirmeleri yabancıların yaptıkları çalışmalardan bekleme anlayışını artık bir kenara bırakmalıyız.

Kabul etmek gerekir ki, edebî pek çok konu gibi ‘Cumhuriyet devri Türk şiiri’ de farklı açılardan yine  farklı  yöntemlerle  ele  alınıp  incelenebilir.Bu  devir Türk  şiirini  ele  almak  için  her  şeyden  önce yapılması gereken şey, belli nitelikleri müşterek olan edebî toplulukları, bunların dışında kalan fakat bir değer  ifade  eden  şiiri  ve  şairleri  sınıflandırmaktır.  Ardından  bu  edebî  toplulukların  bir  araya  gelerek ortaya koydukları şiir anlayışlarını, yani poetikalarını incelemek veya bu edebî topluluklara katılmayarak bireysel  hareket  eden  şairlerin  ortaya  koydukları  ürünleri  ve  şiir  anlayışlarını  tahlil  etmek  gerekir.

Bundan sonra ise edebî topluluk veya nesilleri bir araya getiren iç ve dış dinamikler nelerdir? Neden bazı şairler  bağımsız  hareket  etmek  isterler  de  toplu  hareket  etmenin  getireceği  pozitif  psikolojik  gücü görmezden gelirler?   Mevcut sosyal, siyasal ve ekonomik yapının veya geleneksel ve çağdaş değerlerin bunlar üzerindeki etkisi nedir? Birbirinden farklı dünya görüşlerine ve sanat anlayışlarına sahip bu edebî toplulukların  veya  bağımsız  hareket  eden  şairlerin  hangisinin  veya  hangilerinin  ne  gibi  kıstaslardan hareketle Cumhuriyet devri Türk  şiirinin  temsilcisi olduğu veya olmadığı, ortaya koydukları eserlerinin hangi edebî niteliklere sahip olmasının gerektiği, hatta bu konuda bilirkişi rolünü oynayan hangi üstatların veya grupların olduğu ... vb. hususlar kuşkusuz üzerinde durulması ve aydınlatılması gereken konulardır. Bu  sorulara makul ve  yerinde  cevaplar  vermek,  hiç  şüphesiz  bir makalenin boyutlarını  aşar. Ancak  bu döneme  ilişkin  çalışmalarda  ciddî  bir  biçimde  bu  gibi  sorunları  ele  alan  çalışma  ve  inceleme  sayısının umulandan az olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Son zamanlarda ilgili alanda çok önemli çalışmaların yapıldığının hakkını teslim ederken, üzerinde durulması gereken daha pek çok husus vardır.

Tanzimat devrinden  itibaren  izlenen ve ulaşılan nokta dikkate  alınırsa, Cumhuriyet devri Türk şiiri  bu  devir  hikâye,  roman,  tiyatro  ve  eleştirisi  ...  vb.  türlerden  farklı  bir  gelişim  çizgisi  geçirmemiş, aksine  devrin  yeni  tezlerinin  ilavesiyle  benzer  tartışmalar  içinde  bir  gelişim  yaşamıştır.  Şiir  dışındaki edebî türler bir yana bırakılarak olaya yaklaşılırsa konunun ortaya konması daha da kolaylaşmış olacaktır. Cumhuriyet’in  ilanı  kuşkusuz  uzun  bir  tarihî  geçmişi  olan Türk milleti  için  yeni  bir  başlangıç noktasıdır. Ancak, devirlerin ve dönemlerin değişmesiyle edebî nesiller ve onların savundukları sanat ve edebiyat  anlayışları  eşzamanlı  olarak  kolay  bir  biçimde  değişmez.  Bundan  ötürü,  tarihsel  olarak  var olanının  kadrini  bilme  arzusu  ile  yeni  olarak  takdim  edilenler  arasından  doğruyu  seçme  konusundaki çırpınışlar olarak yorumlanabilecek  tartışmalar sosyal, siyasal ve kültürel alandakine benzer bir biçimde sanat  ve  edebiyatta  da  yaşanır.  Bu  devirde,  “şiir  alanında  geniş  boyutlu  tartışmalar  yaşanmıştır.  Bu tartışmalar  eski  şiir    yeni  şiir  çatışmasından  doğmuştur.  Eski  olan  direnmekte,  yeni  ise  yerleşme savaşımı  vermektedir.  Cumhuriyet  öncesinden  gelen  şairler  yenileri  kendilerini  devam  ettirmekle suçlarken, gençler de edebiyattaki değer bunalımını öne  sürerek eski anlayışı yıkmaya çalışmaktadırlar. Genç  kuşağın  eski  şiire  ve  şairlere  yönelttiği  bütün  yıkıcı  eleştiriler  yeniyi  yerleştirme  çabasından kaynaklanır.”

Tanzimat  yıllarından  itibaren  her  alanda  birlik  düşüncesinin  terk  edilmesiyle  başlayan ikilik,  başlangıçta  Doğu-Batı  ikilemi  şeklinde  başlamışken,  ilerleyen  süreçte  Batı’dan  yana  takınılan tavırla  birlikte  gelişerek  eski  ile  özdeşleştirilen Doğu  eleştirisi  ve  yeni  ile  özdeşleştirilen  Batı  övgüsü biçiminde  bu  devirde  gerçekleştirilen  bütün  edebî  tartışmalarda  –küçük  istisnalar  dışında-  yerini korumuştur.Bu,  Türk  şiirinin  bir  yandan  kendi  geleneksel  ve  tarihî  bağlarının  zayıflatması  pahasına Batı kaynakları ile ilerleyen yıllarda başka sahalara yaklaşması problemini doğurmuştur.

Cumhuriyet’in ilanından  harf  inkılâbına  kadar  geçen  süre  içinde  eserlerini  eski  tarzda  kaleme  alıp  yayımlayan  şairler, inkılâp  sonrası,  daha  önce  de  değindiğimiz  gibi,  yeni  dil  anlayışını benimsemişlerdir.  “Türk  Dil Kurumu’nun  oluşturulmasıyla  birlikte  yeni  bir  dil  anlayışı  egemen  olmuş,  merkezî  yetkenin  devamı sayılabilecek  bu  etkinlik  tüm  bir  Cumhuriyet  üretimini kuşatmıştır.  O  dönemde  şiirini  gelişen  dil anlayışına direnerek kurmaya çalışan bir  tek  şairi örnek olarak göstermek mümkün değildir.” Aslında Cumhuriyet  öncesi,  eski-yeni  tartışmaları  bağlamında  eski  dil-yeni  dil  ve  aruz-hece  tartışmaları  dil alanında belli bir aşama sağlayarak Cumhuriyet devri şiir dilinin oluşumunun alt yapısını oluşturmuştur.

Öte  yandan  Tanzimatlı  yıllardan  itibaren  Batı  şiirinin  çeviri  yoluyla  tanınmış  olması  bu  süreçte  şiiri besleyen bir kaynak olarak işlevsel olmuştur. Cumhuriyet öncesi dönemde şiire başlayıp bu dönemde eser veren  şairler  ile  yeni  neslin  gerek  toplumsal  değişim  ve  dönüşüme  ve  gerekse  batı  düşünce  ve  şiir akımlarına  bağlı  olarak  ileri  sürdükleri  şiir  anlayışlarının  hakim  olduğu  “bu  dönemde  zevkte  ve  şiir anlayışında benzerlikten çok ayrılıklar dikkati çeker. Cumhuriyet dönemi Türk  şiiri, bu zemin üzerinde gelişmesini  sürdürecektir.  Sözü  edilen  zeminin, Tanzimat’ı  takip  eden  yıllardan  itibaren  oluşturulmaya başlandığını hatırdan çıkarmamak gerekir.”Bu itibarla, “Cumhuriyet dönemi Türk şiiri yer yer geleneğe yaslansa bile bu batı etkisinde ve yepyeni bir çizgide gelişme göstermiştir...”

Cumhuriyet devri boyunca dünyada  ve  ülkemizde  gelişen  düşünce  ve  sanat  akımları,  bu  dönem  Türk  şiirini  büyük  ölçüde etkilemiştir.  Cumhuriyet devri Türk edebiyatı ve  şiirini 1923’ten 1960’lı yıllara ve oradan günümüze değin etkileyen düşünce akımları olarak başta Atatürkçülük olmak üzere, Milliyetçilik, Sosyalizm ve İslamcılık sayılabilir.

Yine bu yıllar boyunca Türk  şiirinde  etkin olan  sanat,  edebiyat ve  şiir  akımları olarak da, Cumhuriyet öncesi dönemden  itibaren bu devrin  ilk yıllarında da etkin olan Millî Edebiyat akımı hariç tutulacak  olursa,  Yedi  Meş’aleciler,  Toplumcu  Gerçekçiler,  Garipçiler  (Birinci  Yeniler),  Hisarcılar, Maviciler, İkinci Yeniler, Yeni İslâmî Akım, Yeni Gelenekçi Akım, Üçüncü Yeniler, Yeni Bütüncüler ... vb.şeklinde  sıralanabilir. Maraş’ın  da  ifade  ettiği  gibi,  kuşkusuz  bu,  “Cumhuriyet  döneminin modern  ve çağdaş  Türk  şiirini,  belli  başlı  şiir  akımlarına  göre  sıralamak  oldukça  zor  olsa  da  bize  belli  bir  tasnif kolaylığı  sağlayacaktır.  (Yukarıda da dile  getirildiği  üzere,) bu  şiir,  yerli  renkler  ve geleneksel  çizgiler taşısa bile büyük ölçüde batı etkisinde kalarak ortaya çıkmış bir şiirdir.”

 Cumhuriyet  dönemine  girildiği  andan  itibaren  gerçekleşmesi  açısından  uzak  bir  ideal  olan“Turancılık”tan  daha  çok  “Anadolu”  coğrafyası  bağlamında  sınırlı  bir  alanda  yoğunlaşmaya  çalışan Türkçülük ve Milliyetçilik anlayışı dönemin ruhuna paralel bir değişim göstererek edebiyat ve şiirde etkili olmuştur. M. Orhan Okay’a göre, “Millî Edebiyat, Cumhuriyet devrinin ilk edebî akımı olarak, tek partidevrinin  resmî  ideolojisinin  de  nisbî  tesiri  altında  İkinci  Dünya  Savaşı  yıllarına  kadar  varlığını sürdürmüştür.”

Kuşkusuz, dönemin başka edebiyat ve düşünce akımları Cumhuriyet’ten sonra  işlevsiz hale gelirken, bu akımın etkin hale gelmesinin bazı sebepleri vardır. “Cumhuriyetten sonra Anadolu’ya, onun  insan  ve  coğrafyasına,  folkloruna  yönelen Millî Edebiyat,  bir  yandan  bu  konuları  işlerken,  diğer yandan  bütün  gücüyle  katıldığı  yeni  devletin  ve  onun  inkılâplarının  vecdiyle  sanatına  yeni  konular eklemiştir.”

Cumhuriyet devri Türk edebiyatı gibi bu devir Türk şiirini etkileyen düşünce akımlarından biri de Atatürkçülük’tür. “Cumhuriyet ve devrimler, genellikle devrin sanatçıları tarafından bir ilgi ve alakayla karşılanmıştır. Bu durum, daima bir farklılığı, yeniliği arayan, kollayan sanatın ve sanatçıların mizaç ve mesleğine  uygun  düşmüştür.  Cumhuriyet’in  ilk  yıllarındaki  şiirlerde,  devrimlerin  ve  Atatürkçülüğün vecdi açıktır.”Bunun  somut örneklerini o günlerden günümüze uzanan çizgide kaleme alınan Atatürk konulu  şiirlerve  bunları  bir  araya  getiren  antolojiler  ile  bu  bağlamda  yapılan  çalışmalardan  anlamak mümkündür.

 Cumhuriyet öncesi dönemde kendisini besleyecek bazı şahsiyetler ve onların etkin olduğu dar bir çevre olmasına rağmen, ilk şiirlerini geleneksel bir anlayışla veren Nazım Hikmet’in öğrenim için gittiği Rusya’da edindiği görüşlerine paralel olarak oluşturduğu  şiir anlayışı, Cumhuriyet devri Türk edebiyatve  şiirinde  kendinden  sonra  gelen,  özellikle  tek  parti  döneminin  Halkevleri,  Köy  Enstitüleri gibikuruluşlarının  bünyesinde  serpilen  ve  1990’lara  kadar  etkin  olan  Sosyalist  / Marksist  şairler  kuşağının oluşumuna neden olmuştur.Meşrutiyet devri diğer fikir akımları içinde kendine özgü gazete ve dergileri etrafında kümelenen entelektüelleri  ile oldukça önemli bir yeri olan  İslâmcılık anlayışı, bu devirde  tarihsel açıdan etkinliğinikaybeder, pek gelişme imkânı bulamaz Bu devir Türk edebiyatı ve şiiri, tarihsel açıdan toplumun yaşadığı tüm tecrübe ve duyarlılıkları imkânı nispetinde yansıtırken, söz edilen düşünce akımlarının bir yansıması olarak oluşan edebî akımlar ya da topluluklar halinde de bir gelişim çizgisi tutturur.Kuşkusuz,  1923-1960  yılları  arasındaki  süreçte  etkin  olan  edebî  akımların,  anlayışların  veya toplulukların bu gelişim çizgisi  içindeki durumlarına kronolojik olarak yaklaşmak daha yerinde bir  tavırolacaktır. 

Cumhuriyet devri Türk edebiyatı ve şiirinin ilk on beş yıllık evresinde, hatta İkinci Dünya Savaşı sonuna  kadar  uzatılabilecek  bir  zaman  kesiti  içinde  bu  devir  öncesi  doğmuş,  eser  vermiş  veya  şöhret kazanmış şahsiyetlerinden pek çoğu hayattadır ve onlar, bu devirde de etkinliklerini ve sanat hayatlarını sürdürürler.  Örneğin,  Tanzimat  şairlerinden  Abdülhak  Hâmid  Tarhan  (ö.1937);  Servet i  Fünûn şairlerinden Süleyman Nazif (ö.1927), Cenap Şehâbeddin (ö.1934), Ali Ekrem Bolayır (ö.1937), Hüseyin Sîret Özsever (ö.1959); Fecr-i Âtî şairlerinden Ahmet Hâşim (ö.1933), Celâl Sâhir Erozan (ö.1935), Emin Bülent  Serdaroğlu  (ö.1942),  Fâik Ali Ozansoy  (ö.1950),  Fazıl Ahmet Aykaç  (ö.1967); Millî  Edebiyat akımına bağlı  şairlerden Ziya Gökalp  (ö.1924), Mehmet Emin Yurdakul  (ö.1944) ve Beş Hececiler’den Enis Behiç Koryürek  (ö.1949), Yusuf Ziya Ortaç  (ö.1967), Hâlid Fahri Ozansoy  (ö.1971), Orhan Seyfi Orhon  (ö.1972), Faruk Nâfiz Çamlıbel  (ö.1973)  ile Bağımsızlar olarak Mehmet Akif Ersoy  (ö.1936) ve Yahya Kemal Beyatlı  (ö.1958) bunlar arasında sayılabilir. Bu şairlere, genel anlamda Cumhuriyet devri Türk  şiirini  bir  yanıyla  önceki  devir  Türk  şiirine eklemleyen,  diğer  bir  yanıyla  da  yeni  şiire  geçişte işlevsel olarak görev yapan ve böylelikle yeni nesil oluşuncaya kadar meydana gelecek boşluğu dolduran sanatçılar  olarak  bakmak  mümkündür.  Bu  şairlerden  pek  çoğu  ilgili  edebiyat  kategorileri  içinde  ele alınmaktadır  ve  doğru  olan  da  odur.  Burada makalenin  hacmini  de  dikkate  alarak  eklektik  bir  tavırla bunlardan bazıları üzerinde durmak zorunlu gibi gözükmektedir. Örneğin, sanat ve edebiyat hayatına Fecr-i Âtî grubu içinde başlayan ve adı bu grupla özdeşleşen Ahmed  Hâşim  (ö.1933),  Cumhuriyet  devrinde  vermiş  olduğu  eserlerle  ölümüne  kadar,  etkisiyle günümüze  kadar  usta  şairler  arasında  yerini  alır.  Fransızca  olarak  kaleme  alınan  bir  makalesinde“...bugünkü Türk edebiyatı, göz alabildiğine uzanan boş ve tatsız bir kış sonu tarlasına benziyor” diyen ve “Devrim’in güneşiyle döllenmiş olan tarla, er ya da geç, beklenmedik bir cennetin görünümünü dünyaya sunacak”cümleleriyle  devrin  kurucu  görüşünü  onayladığını  da  dile  getiren  Hâşim,  Sembolizmin etkisindeki  şiirleri  yanında  “Şiirde  Manâ”ile  “Şiir  Hakkında  Bazı  Mülâhazalar”adlarını  taşıyan yazılarıyla  poetik  görüşlerini  ve  şiir  teorisini  bir  bakıma  oluşturmuştur.  Ölümünden  sonra  dahi  süren nüfuzu  karşısında Orhan Veli’nin  hücumlarına  rağmen,  “Ahmet Haşim’in  şiir  anlayışı,  özellikle  1970 sonrasında belirginleşen gelenekçi, bireyci ve fiziköteci şairlerce önemsenmiştir.”

Millî Mücadele’yi  kalemini  ve  hitabet  dilini  kılıç  gibi  kullanarak  destekleyen,  Türk milletine İstiklâl Marşı’nı kazandıran Mehmet Akif Ersoy (ö.1936), İslâmî ve ahlâkî değerlerle yüklü şiirleri ile “millet-i  merhûme”yi  uyandırmayı  amaçlamıştır.  Sağlam  kültürel  ve  edebî  altyapısıyla  ‘sanat  toplum içindir’  ilkesinden hareket ederek aruz veznini mükemmel bir biçimde Türkçe’ye uyguladığı  şiirlerinde pek çok konuyu kendine özgü değişik üslûplarla ele almış, halkın konuştuğu dille güçlü realist manzum hikâyeler yazmıştır.  İlme de din kadar  inanan Akif, Türk milletinin  ‘millî  şairi’ ve  ‘İstiklâl Marşı  şairi’ olarak  şöhret  kazanmıştır.  Safahat  adlı  şiir  kitabında  toplanan  şiirleri,  sanat,  edebiyat  ve  eleştiri konularında  yazdığı makaleleri  ile  özlediği  bir  edebiyata  işaretlerde  bulunduğu  için  1960’lardan  sonra oluşacak Yeni İslâmî Akım’ın öncü şahsiyeti olarak kabul görecektir.

Cumhuriyet  öncesi  sanat  ve  edebiyat  alanında  sesini duyurmaya  başlayan  ve Batı  tecrübesiyle sanat ve edebiyat anlayışına yeni bir düzen veren Yahya Kemal Beyatlı (ö.1958), mükemmel eserlerinCumhuriyet  devrinde  vermeyi  sürdürür.  Fransa’dan  dönüşünde  bir  ara  “Nev-Yunânîlik”  akımını benimsemişse de  ilerleyen  süreçte bu anlayışı  terk eden  şair, kurucusu olduğu Dergâh dergisi etrafında kümelenen genç şairleri yönlendirmiş, saf şiir, şiirde mükemmellik ve şiir dili alanındaki görüşleriyle bu devir sanat ve edebiyatçıları üzerinde derin etkiler bırakmış bir şahsiyettir. “Ahmet Haşim’le birlikte saf şiirin peşinde olan Yahya Kemal Beyatlı, şiirde bizi biz yapan değerler üzerinde düşünür.”Millî Edebiyat devri öncü şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul (ö.1944), Cumhuriyet devrinde

de  edebî  faaliyetlerini  sürdürmüş  olmasına  rağmen  edebî  kişiliğinde  bir  değişiklik  yaratacak  seviyeye ulaşamaz.  Bu  dönemde,  sayıları  konusunda  tartışmalar  olsa  da,  ilk  şiirlerini  aruzla  ve Edebiyât-ı Cedîde zevki  ile  neşretmeye  başlayarak  sanat  hayatına  atılan  ve  aruzdan  heceye  geçişte  önemli  işlevleri  olan Hececiler  (veya Hecenin Beş Şairi),Cumhuriyet devrinde vermiş oldukları eserleriyle Türkçe’nin  şiir dilindeki  zaferini  ilan  etmişler,  ele  aldıkları  millî  konu  ve  temalarla  bu  devir  Türk  şiirini zenginleştirmişlerdir.

Beş  hececiler,  Türk  şiirinde  tam  ve  sürekli  bir  edebî  topluluk  olamamasına  rağmen,  hecenin bilinçli  ve  köklü  bir  biçimde  yerleşmesini  sağlamışlardır.  Beş  hececiler  olarak  bilinen  Enis  Behiç Koryürek  (ö.1949), Yusuf Ziya Ortaç  (ö.1967), Hâlid Fahri Ozansoy  (ö.1971), Orhan Seyfi Orhon,  Faruk  Nâfiz  Çamlıbel  (ö.1973) isimlerinden  oluşan  bu  şairler  Cumhuriyet  döneminde yaşamış,  eserlerinin  büyük  bir  kısmını  İstanbul  Türkçesi  ile  bu  devirde  vermiş  ve  vefat  etmişlerdir. Örneğin, “Sanat”şiirinde Anadolu’yu “harcanmamış bir mevzu” gibi görerek poetik  tavrını ve  temini açıkça  ifşa etmiş olan Çamlıbel, diğer arkadaşları gibi bu bağlamdaki şiirleriyle yeni dönemin  tezleriyle uyumlu bir tavrı sürdüren şairlerden biridir.

Cumhuriyet  devri  Türk  edebiyatı  ve  şiirini  kronolojik  olarak  belli  edebî  nesiller  olarak sınıflandırarak  ele  almak mümkündür. Bu  tavır  daha  önce  sözünü  ettiğimiz  görüşlerin  pratize  edilmesi açısından da son derece önemlidir. 1923-1960 yılları arasındaki Türk şiiri ve şairlerini kapsayan aşağıdaki ayrım,  daha  önce  yapılmış  bir  ayrımın geliştirilmesiyle  oluşturulmuştur.  Bu  devirde  sosyal,  siyasal, ekonomik ve kültürel alanda toplumu değiştirme ve yeniden yapılandırma faaliyetleri gibi dil ve edebiyat alanındaki her bir  faaliyet ve hareket de bu  alanı değiştirme ve dönüştürme  amacını  taşır. Bu  atmosfer içinde “Cumhuriyet  devrinde  şiir  sahasında  çeşitli  akımlar  ortaya  çıkmış  ve  bu  akımları  temsil  eden değerli şairler yetişmiştir.”

Fakat ortaya çıkan bu hareket ve akımların her birinin maziye karşı takındığı tavır  ya  bütünüyle  ondan  bağları  kopartma  ya  da  ondan  bir  biçimde  yararlanma  şeklinde  kendisini gösterir. Görülen o ki, “Cumhuriyet devri Türk şiiri, Tanzimat’tan sonra gelişen ‘Yeni Türk Şiiri’nin bir devamı  olmakla  beraber,  bazı  özelliklerle  önceki  devirlerin  şiirlerinden  ayrılır  ve  bu  devrin  şartlarına göre, nesiller boyunca değişir.”

Şimdi nesiller / kuşaklar boyu değişen şiire daha yakından bir bakalım. Anadolu’nun  çeşitli manzaralarıyla  birlikte  ölüm,  sevgi,  gurbet,  deniz  özlemi  ...  vb.  tem  ve  konularını işlemiş, Ahmet Haşim’in tesirinde kalarak Empresyonist ve sembolik şiirler kaleme almıştır.

On beş yaşında başladığı ve aruzla kaleme aldığı şiirlerinden sonra yirmi bir yaşında aruzu terk ederek heceyi  kullanmaya  başlayan  Kemâlettin  Kâmi  Kamu  (ö.1948),  mütedeyyin  insanlarca  buruk karşılanan bazı mısraları hariç  tutulacak olursa Cumhuriyet devri Türk  şiirinde “gurbet  şairi” olarak ün kazanmıştır. Hayatı boyunca kaleme aldığı  şiirinde daha çok ‘savaş, kahramanlık, yurt sevgisi, gurbet ve aşk’ temalarını konu edinmiştir.

Cumhuriyet  devri  Türk  şiirinde  “Yahya  Kemal’in  şiir  terbiyesiyle  yetişen” Ahmet  Hamdi Tanpınar  (ö.1962),  edebiyat  tarihçiliği  bir  yana  bırakılırsa,  vezinli  ve  kafiyeli  veya  serbest  tarzda kaleme  aldığı  şiirlerinde  ‘rüya,  zaman  ve  hayal’  gibi  temleri  belli  mekânlardan  hareketle  estetik  bir biçimde  işler.  Sınırlı  sayıda  şiir  ele  almasına  rağmen,  hakkında  pek  çok  çalışmanın  yapıldığı  bir  şair olarak Tanpınar’ın  şiirleri  ile  nesirleri  arasında  sıkı  bir  ilişki  vardır.  Şiirinde  özellikle  Paul Valéry’nin etkisi derindir. Şiir  teorisi açısından “Şiir Hakkında”adlı yazısı  ile ölümünden birkaç ay önce Antalya Lisesi’nden bir genç kıza yazdığı mektubu son derece önemlidir. Devrin şartları gereği şiirde  toplumsal işlevden kaçınan şair, bu mektubunda “... şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir...” der.

Bu  kuşak  içinde  Ahmet  Kutsi  Tecer  (ö.1967),  önce  ferdî  temaları,  özellikle  “aşk,  ölüm  ve ızdırap”  temalarını  işledikten  sonra, Faruk Nafiz’in  açtığı  yolda,  fakat  ondan  ayrı  bir memleket  şiirleri tarzına yönelmiştir. O’nun “memleket şiiri” kavramını “köylü milletin efendisidir”görüşünden hareketle biraz da köy  şiiri, köy havası muhtevasıyla doldurmak  istediği görülür. Bu  tarzda,  çok  taklit  edilen bir çığır  açmış,  1941-1945  yıllarında  çalıştığı  ‘Ülkü’  dergisini  bir  köy  şiirleri  ve  folklor  mektebi  haline getirmiştir.

İlk  şiirlerini  ‘Sezâ’ mahlasıyla  kaleme  alan  ve Millî  edebiyat  akımına  katılarak  önce  hecenin, sonra serbest nazmın güzel örneklerini veren Ali Mümtaz Arolat (ö.1967), “şiirlerinde hayal oyunlarını, renkli buluşları, aşk duygularını ve pastoral manzaraları ön planda tutar.”Mütareke  yıllarında  ilk  şiirlerini  yazmaya  başlayan  ve  bunları  eserlerine  almayan  Necmettin Halil Onan  (ö.1968),  şiirlerinde  aruz  vezni  yanında  daha  çok  hece  veznini  kullanmış  ve Cumhuriyet devri Türk  şiirinde  ‘Bir Yolcuya’  adlı  şiiriyle  tanınmış  ve  bu  şiiri  ile  ders  kitaplarında  yerini  almıştır. Millî edebiyatçıların ortaya attıkları şekil ve muhteva ile alakalı hususları benimsemiş ve sanat hayatında bundan ayrılmamıştır. Şiirlerinde en çok üzerinde durulan ‘vatan sevgisi, ölüm, aşk ve tabiat’ konularıdır.

Bu konularla birlikte ‘tarih, hatıra, zaman, ümitsizlik, hüzün, ayrılık, yalnızlık ve kimsesizlik’ temalarıyla da sık sık karşılaşılır.Eski  inanç  sistemi  ve  müesseselerinin  sarsılıp  bazı  aydınların  gözünden  düşmesiyle  birlikte başka  sığınaklar  arama  bağlamında  edebiyatımızda  görülen  ‘Nev-Yunânîlik’  akımının  bir  temsilcisi olarak Salih Zeki Aktay (ö.1971), “Memleket şiirleri ile başlayıp, Yunan mitolojisini bir anlatma vasıtası olarak kullan(mış), Ali Mümtaz Arolat  ile birlikte uzak  iklimleri özlemiş. Ancak Salih Zeki bu yabancı kültüre  tam  nüfuz  edemediği  gibi,  sınırlı  şiir  yeteneği  de  onun  güzel  şiirler  söylemesine  imkân vermemiştir. Bir  ‘Elenist  şair’ olma çabası başarılı olmamış, pitoreske dayanırken,  ‘şiirinde anafikir  ile teferruat arasında sıkı bir münâsebet’ kuramayarak ‘özden çok süse’ önem vermiştir.”

İlk şiiri Kastamonu Sultânîsi’nde öğrenci iken Gençlik dergisinde neşredilen ve ilerleyen yıllarda çeşitli dergilerde görülen  şiirleri  ile Millî  edebiyat  akımının Cumhuriyet’ten  sonra yetiştirdiği  en güçlü temsilcisi olarak Arif Nihat Asya (ö.1975), aruz, hece ve serbest vezinle kaleme aldığı şiirlerinde Halk ve Divan  edebiyatı  nazım  şekillerini  kullanmıştır. Millî  değer  ve  şahsiyetleri  konu  alan  şiirleriyle  dînî iman ve heyecanı işleyen şiirleri, 1950’den sonra yetişen yeni nesillerde tarih şuurunun ve dinî duyguların uyanmasında ve gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Rahat ve sade bir üslûpla kaleme aldığı şiirlerinde ‘din  ve metafizik;  kahramanlık  ve  tarih  duygusu, millî  duygu,  vatan;  aşk,  tabiat,  aile,  töre,  insanlık  ve memleket güzellikleri’ gibi temaları işleyen şair, ‘Bayrak’ şiiriyle olduğu kadar mensur şiirleri ve ebced hesabıyla tarih düşürdüğü manzumeleri ile de tanınmıştır.

Şairliğe  ilk  adımını  on  iki  yaşındayken,  annesinin  arzusuyla  atan  ve  ilk  şiirlerini  Yeni Mecmua’da yayımlayan Necip Fazıl Kısakürek (ö.1983), Cumhuriyet devri Türk şiirinde gerek düşünce dünyası ve gerekse  şiir  anlayışı bakımından  tek başına bir  ekoldür. Dönemin pek  çok  şairi gibi bohem hayatı  içinde  şiirlerini  kaleme  alan  ve  çevresindekilerin  taltifleri  içinde  kendine  önemli  bir  yer  edinen şairin  1934  yılında  Nakşibendî  şeyhi  Abdülhakim  Arvâsî  ile  tanışmasından  sonra  dünya  görüşü şiirini besleyen kaynak da değişir. Buna paralel olarak kaleme aldığı dinî ve edebî pek çok eseri ile yeni bir  çevreye  yeni  bir  şiir  anlayışı  ile  hitap  etmiştir. Dünya  görüşü  ve  sanat  anlayışındaki  değişimin  bir sonucu olarak bu dönemden önceki bazı  şiirlerin  ‘kendisi  ile  ilgisi kalmadığı’nı  söylemiş ve “Ben  şiiri, her  türlü hasis gayenin üstünde, doğrudan doğruya kendi  zat gayesine –san’at  için san’at-,  fakat kendi zat  gayesinin  sırrıyle  de  Allah’a  ve  Allah  davasının  topluluğuna  –cemiyet  için  san’at-  bağlı  kabul etmişim...”gibi  cümlelerle  yeni  şiir  anlayışını  ortaya  koymuştur.  Böylelikle,  ‘yalnızlık,  fizikötesi kaygılar  ve  büyük  kent  sorunları  yanında  doğrudan  İslâmî  tem  ve  konular’  kendisini  gösterir.  Şiirleri, Nazım Hikmet ile yükselen “sosyal-ideolojik muhtevalı şiire bir reaksiyon niteliğini taşır ve tam karşı kutupta  yer  alır.  O,  Cumhuriyet  devri  Türk  şiirinde  1946’da  Büyük  Doğu  dergisinde  kısım  kısım neşredilmeye  başlanan  ve  ilk  defa  1955’de  Sonsuzluk  Kervanı’nda  bütünleşen,  daha  sonra  Çile’nin sonuna alınan Poetika’sı ve kaleme aldığı çeşitli eserleri ile özlediği bir edebiyata işaretlerde bulunduğu için Mehmet  Akif  Ersoy  gibi  1960’lardan  sonra  oluşacak  Yeni  İslâmî  Akım’ın  öncü  şahsiyeti  olarak kabul görecektir.

 Millî edebiyat akımının öngördüğü sanat anlayışının Cumhuriyet’ten sonra bir kadın şair olaraktakipçisi  olan  Hâlide  Nusret  Zorlutuna   (ö.1984),  şiire  “Ağlayan  Kahkahalar”  adlı  mensur  şiiriyle ayağını atmış, ardından “Ric’at Devrinde” adlı şiirinin de Kadınlar Dünyası dergisinde neşredilmesinden sonra bir ‘şâire’ olarak tanınmıştır.

Şiirlerinde bir öğretmen olarak dolaştığı Anadolu’nun güzellikleri ile aşk temalarını işlemiştir. Şairliğe  ilk adımını Çankırı’da neşredilen Hak Yolu adlı dergide çıkan bir şiiri  ile adım atan ve halk şiiri geleneğine bağlı kalarak yazdığı vezinli-kafiyeli şiirlerde gösterdiği başarıyla tanınan Zeki Ömer Defne  (ö.1992), daha  sonra yerli motiflerle  süslü  serbest vezin denemeleri  ile yeni  şekiller kullanmış, ‘tabiat, yurt, millet, aşk ve insan’ gibi konu ve temleri işlemiştir. “Şiirlerinde gelenek ile yenilik arasında bir denge vardır.”

1928 Kuşağı: Cumhuriyet devri Türk şiiri bu tarihlerde Yedi Meş’aleciler ve Serbest Nazımcılar veya İlk Toplumcu Gerçekçiler adlı iki akımla karşılaşır. Devletin ve toplumun yeniden yapılandırılması amacı  ile  yapılan  inkılâplar  bu  yıllarda  devam  eder. Bu  yıl  yapılan  harf  inkılâbı,  alfabe  değişikliği  ile sosyal hayatta olduğu gibi edebî eserlerde de yeni bir dil kullanımını resmen zorunlu kılar.

(a)Yedi Meş’aleciler (1928): 

Üyelerinin hepsi gençlerden oluşan ve içinde bulundukları edebiyattan yakınarak bir araya gelen yedi  kişilik  yeni  bir  edebî  topluluk  olarak  Yedi  Meş’aleciler, yayımlamak  istedikleri  ortak  kitaba verecekleri isim konusunda ilk tartışmalarını yaparlar. Bu bağlamda, kitap için “Yedi Dağın Çiçeği, Yedi Veren, Yedi Ses, Yedi Yıldız”  adları  yanında   Cevdet Kudret’in  teklif  ettiği  “Yedi Kollu Şamdan”  ve Reşit Süreyya’nın önerdiği “Yedi Güneş” adları düşünülüp tartışılmış, neticede Sabri Esad’ın teklif ettiği  “Yedi Meş’ale” isminde görüş birliğine varılmıştır.

Zaten Servet-i Fünûn’da yazan ve şiirlerini bir ortak kitapta bir araya getirmeyi düşünen Kenan Hulûsi  Koray  (ö.1943),  Muammer  Lütfi  Bahşi  (ö.1947),  Ziya  Osman  Saba  (ö.1957),  Vasfi  Mahir Kocatürk  (ö.1961), Sabri Esat Siyavuşgil  (ö.1968), Yaşar Nabi Nayır  (ö.1981) ve Cevdet Kudret Solok (ö.1992),  1928  yılında  müşterek  parayla  Yedi  Meş’ale adlı  ortak  bir  kitapta  şiirlerini  yayımlarlar.

Kitapta her ismin şiirleri, kendilerine özgü bölümlerde farklı isimler altında bir araya getirilmiştir. Kitaba yazmış oldukları “Mukaddime  / Önsöz”,Cumhuriyet devrinin yeni oluşan bu  ilk edebî  topluluğununpoetik görüşlerini teorik anlamda ortaya koyan bir metindir.

Bu  arada,  Sabri  Esad’ın  Kadıköy’deki  Yaşar  Nabi’nin  Şehzadebaşı’ndaki  evinde  toplantılara devam edilir. Yayımlamış oldukları ortak kitap hayli ilgi uyandırınca, Yusuf Ziya, Sabri Esat aracılığı ile gençlerin “Meş’ale” adlı bir dergi etrafında  toplanmalarını önerir. Bunun üzerine, Ankara’da “Meş’ale” [Sayı: 1-8, 1 Temmuz 1928-15 Teşrîn-i Evvel (Ekim)1928] adlı dergi de yayımlanır. Yusuf Ziya, ilgisini kesmez ve onbeş günde bir yayımlanan derginin satış  işleri  için Ahmet Haşim’i görevlendirir. Ancak, o yıl harf inkılâbı yapıldığı için başka pek çok dergi gibi dergi yayımını sürdüremez ve kapanır.  Başlangıçta “...memleketimizde son edebî cereyanları gösterecek toplu bir eser vücuda getirmek arzusu” ile Millî Edebiyat yazarları ve bilhassa Faruk Nafiz’de odaklaşan  ‘hecenin beş  şairine’  tepki olarak  ortaya çıkan Yedi  Meş’alecilerin  Ortak  Poetik  Görüşleri’ni  şöylece  maddeleştirmek mümkündür:

1-“Edebiyatımız öldü ölüyor” diyenler, gençlerin eserlerini okumadan konuşanlardır. Onlar öyle hareket etmekle “fuzûlî bir  tefâhur ve ma’lûmât-furûşluk” göstermektedirler.

2-Edebiyatımız gerçi dünya edebiyatına göre geri kalabilir. Fakat böyledir diye aradaki mesafeyi taklitle kapayacak değillerdir. Tam  tersine,  hem  taklitten  edebiyatı,  hem  bu  baş  belasından  kendilerini  kurtarmayı  “en  büyük  vazife” bileceklerdir. 

3-Kendi  şahsî  duygularının,  neşe  ve  sevgilerinin,  nefret  ve  acılarının  ifadesine mümkün mertebe az yer vereceklerdir.

4-Marazî duygular, iğreti ve klişe benzetmeler, köksüz fikirler onlardan asla iltifat görmeyecektir: “...son zamanların renksiz ve dar Ayşe, Fatma terennümleri”ne yer vermeyecekler, duygularını başkalarının manevî yardımlarına muhtaç kalmadan  ifade etmeye çalışacaklardır.

5-Kâri’ler (okurlar)  aynı  his  ve  fikirlerin  değiştirile  değiştirile  kendilerine  sunulmasından  bıktılar,  usandılar... Bu çürük zihniyetle mücadele” edeceklerdir.

6-“Canlılık, samimiyet ve daima yenilik” olacaktır. Uzun  sürmeyen  bir  hareket  olarak  “Yedi Meşalecilerin  şiirlerinden,  onların  batıdaki  Parnas akımından etkilendikleri anlaşılmaktadır.”

Bu bağlamda, Olcay Önertoy, Oktay Yivli, Hüseyin Tuncer ve Öztürk Emiroğlu’nun tespitleri dikkate değer nitelikler taşımaktadır.Yedi Meş’aleciler  içinde Kenan Hulûsi Koray  (ö.1943), “Ahmet Hâşim  tarzında kısa  şiirler ve onlardan daha güzel nesirler yazar.”Diğer altı şair içinde tek nâsir, yani hikâyeci olarak bu grup içinde dikkati çeker. Yedi Meş’aleciler  içinde  şairliğe  ilk  adımını  18-19  yaşlarında  atan  ve  ilk  şiirlerini  İzmir’de Ahenk  gazetesinde  yayımlayan  Muammer Lütfi Bahşi  (ö.1947),  ilk  şiirlerinde  eski  şiirin  tesirindedir.Tokadîzâde Şekip, Tahirü’l Mevlevî ve Ahmet Hâşim  etkisinde  aruz, hece ve  sonradan  serbest vezinle maverâî ve hikemî tarzda kaleme aldığı şiirlerinde memleket konuları ve sevgi temalarını işler.

Yedi Meş’aleciler  arasında  ‘Sönen Gözler’adlı  şiiri  ile  şairliğe  adımını  atan  ve  ona  sonuna kadar bağlı kalan Ziya Osman Saba (ö.1957), “mümin, mütevekkil ve mütevazi kişiliği” kadar Cahit Sıtkı Tarancı ile aralarındaki mektuplaşmaları ile de tanınan bir şair olarak önceleri vezinli kafiyeli hece vezniyle  şiirlerini kaleme alırken,  son zamanlarında  serbest  tarzı denemiş ve yaşadığı dönemde görülen bütün şiir tekniklerini kullanmıştır. Sade, açık ve yalın bir dille kaleme aldığı “şiirlerinde ölüm, ahiret ve Tanrı  temalarında yoğunlaşma gösteren  şair, bunların dışında,  sıradan  insanın günlük yaşayışı,  acısı ve sevincini de konu edinir. Sevgi, özlem, kırgınlık gibi duyguları  işleyen Z. Osman, yaşama  sevincini ve mutluluğu şiirlerinde duygulu, içli ve ince bir biçimde, yaşama sevinci ve insan sevgisi dikkatleri çeker; temelde  sevgi  üzerine  yoğunlaştığı  gözlenir.”Nazım  şekilleri  olarak,  mesnevî,  üçlük,  dörtlük  ve sone’yi kullanmıştır.

 Millî edebiyat akımına yakın nitelikler  taşıyan  şiirleriyle Vasfi Mahir Kocatürk  (ö.1961),  ilk önce  epik  şiirleriyle  tanınmış,  halk  şiiri  tarzında  devam  eden  şiirlerinde  kahramanlık,  fedakârlık, millî şuur,  vatan  ve  millet  sevgisi  gibi  konu  ve  temleri  ele  almıştır.  Cumhuriyet  devrinde  vermiş  olduğu eserlere  top yekun bir bakılacak olursa, onun şairlikten daha ziyade yazarlık yönünün öne geçtiği ve bir edebiyat tarihçisi ve incelemecisi kimliğiyle tanındığı görülür.Aslında ilk şiirlerini 1927’lerde Güneş ve Hayat dergilerinde yayımlayarak şairliğe adım atan ve 1928’de de Yedi Meş’aleciler topluluğuna katılan Sabri Esat Siyavuşgil (ö.1968), hece vezniyle kaleme aldığı şiirlerinde  Empresyonizm’in  etkisi  ile  ferdî  duygularını  işlemiş  ve  “edebiyatımızda  ‘hayal’  yanı güçlü şiirler” yazmıştır. 1936’dan sonra şiirle ilgisini kesip bir “psikoloji profesörü olarak” kendisini bilimsel çalışmalara vermiştir.

İlk  şiirinin  1926  yılında  Servet-i  Fünûn’da  yayımlanışından  iki  yıl  sonra Yedi Meş’aleciler’e katılan Yaşar Nabi Nayır (ö.1981), on yıl kadar şiirle meşgul olmuştur. İki arkadaşıyla birlikte kurduğu Varlık  dergisi  ve  yayınevi  ile  adı  özdeşleşmiştir. Bu  dergi  etrafında  toplanan  yeteneklere  ve  toplumcu gerçekçi  çizgide  gelişen  edebiyata  telif  ve  çeviri  kitaplarıyla  katkıda  bulunmuş  ve  resmî  görüş  olarak Atatürkçülük yanında tavır sergilemiştir.

Asıl  adı  Süleyman  Cevdet  olmasına  rağmen  1927  yılında  şiirlerini  Cevdet  Kudret  adıyla yayımlayan, 1928’de Yedi Meş’ale topluluğuna katılan Cevdet Kudret Solok (ö.1992), çıkartılan ortak kitapta yer alan on bir şiiriyle dikkati çeker. “Şiirlerinde geniş ölçüde yalnızlık, özlem  temalarını  işler... Saz  şiiri  geleneğinden  yararlanır.  Sosyal  konulara  yönelir.  Ferdî  duygular  ve  kötümserliğin  yanında kıskançlık, yasak sevgiler ve köy-kent çatışması gibi konuları ele aldığı gözlenir.” Şiirden uzaklaşarak değişik  takma  adlar  altında  okullar  için  ders  kitapları  ve  inceleme  türünde  çok  değerli  eserler  kaleme almıştır.

Sonuç  olarak  ifade  etmek  gerekirse,  Yedi Meş’aleciler  ve  ortaya  koydukları  ürünler,  o  deviredebiyat  dünyasında  dikkatleri  çekmeyi  başarmış  ve  çok  kısa  süren  birliktelik,  edebî  açıdan  bir hareketliliği de beraberinde getirmiştir. Gerek edebiyat  teorisi ve gerekse  şiir  teorisi açısından  ‘bu yedi kişilik grup’, başlangıçta yeni bir ‘akım’  iddiası  taşımasına rağmen, sonraları ‘akım’, ‘ekol’ veya ‘edebî topluluk’  olmadıklarını  bizzat  kendileri  söylemişlerdir.  Vasfi Mahir  Kocatürk’ün  sözleri  bu  bağlamda örnek gösterilebilir: 

“Yedi Meş’ale’ye birçokları bir edebî okul gözüyle baktıkları için birtakım vasıflar aradılar ve  türlü  türlü kusurlar buldular. Gerçi Yedi Meş’ale  şairlerinde müşterek gibi görünen ve kendilerinden evvelki nesilden ayrılan bazı küçük yeni duyuşlar vardı. Fakat bunun yepyeni bir  edebiyat  telâkkisi  ile  de  hiçbir  alâkası  olamazdı.  Esasen  Yedi Meş’ale muayyen  bir edebiyat okulunun beyannamesi değil, muhtelif seciyeleri ve telâkkileri olan yedi gencin bir araya  toplanmış  eserleri  idi.  Ahmet  Haşim’in  dediği  gibi,  Meş’alecilerin  en  büyük muvaffakiyeti kendilerinden bahsettirebilmek olmuştur. Yedi Meş’ale ne muayyen bir sanat telâkkisinin ifadesi, ne bir okul, ne de fevkalade bir kıymettir. Bu grubu teşkil eden şairlerin aralarında bir bağ vardı: Arkadaşlık...”

 

Serbest Nazımcılar veya İlk Toplumcu Gerçekçiler: 

Nazım Hikmet’in ilk şiir kitabıyla birlikte Cumhuriyet devri Türk şiiri, biçimsel açıdan vezin vekafiyeye  yer  vermemesine  rağmen  serbest  nazmı  ve  konuşma  dilini  kullanan  ve muhteva  açısından  da sosyalist düşünceleri savunan sosyalist şiirle tanışmış olur. Çünkü, “Marksizm, edebiyat sahasında kendi ideolojisine en uygun olan toplumsal gerçekçiliği benimsemiştir.”

 Aslında bu olaya, Cumhuriyet öncesi dönemde Beşir  Fuad ve Abdullah Cevdet gibi  şahsiyetlerle  başlayan  çabaların  yavaş  yavaş maya tutması ve kendine bir yer edinecek atmosfer bulması biçiminde bakılabilir.

Kendilerine  ‘serbest  nazımcılar’  veya  ‘ilk  toplumcu  gerçekçiler’de  denilen  bu  şiirin Cumhuriyet  devri  Türk  şiirindeki  ilk  temsilcileri  Nazım  Hikmet  Ran  (ö.1963),  Ercüment  Behzat  Lav (ö.1984) ve İlhami Bekir Tez (ö.1984) isimlerinden oluşur. İlk toplumcu gerçekçiler veya öncü toplumcu gerçekçiler olarak bu şahsiyetler kendilerinden sonra gelen ve adına 1940-45 kuşağı adı verilen bir şair ve entelektüel  kesimi  derinden  etkilemiş,  izleri  günümüze  kadar  gelmiştir. Ahmet Oktay,  bu  şairlerin  çok belirgin bir özelliğini “Öncü toplumcularımız, dönemin tek partili yönetimi karşısında durumu kurtarmak için  Kemalist  ideolojinin  araçlarını  ve  yöntemlerini  kullanarak  Marksist  kimliklerini  gizlediler.”cümlesiyle ortaya koyar. “Mehmed Nazım” imzası ile 1918 yılında Yeni Mecmua’da neşredilen ilk şiiri ile hececi şairlerin etkin olduğu bir zamanda sanat dünyasına adımını atan Nazım Hikmet Ran (ö.1963), geleneksel şiirin etkisindeki bu  ilk şiirlerinde hece veznini kullanmış ve çoğunlukla da bireysel gençlik duygularını konu olarak  seçmiştir. Öğrenim  için  gittiği  Rusya’da  1922-1924  yılları  arasında Viladimir Mayakovsky’nin şiirini  tanıyıp  etkilenen  Nazım, manevî  değerler  dahil  geleneksel  sanat  ve  şiir  anlayışlarını  reddeden,  sosyalist  ve  devrimci  Rus  şiiri  olarak  bilenen  ve  sadece  serbest  nazmı  kullanan  biçim  ve  muhteva yönünden  farklı,  Fütürizm  akımından mülhem  bir  şiiri  Türk  şiirine  getirir.  “Nazım  Hikmet’in  şiirleri kadar  yankı  uyandıranbir  özelliği  ‘Putları Yıkıyoruz’  kampanyasıyla  önce Abdülhak Hâmid  sonra  da Mehmet Emin’e  hücûm  etmesidir... Aşk  duygularını  işlediği  lirik  şiirlerine  rağmen,  onun  asıl  tesiri  ve şöhreti,  bunlardan  değil,  propaganda mahiyetindeki  şiirlerinden  ileri  gelir.”

Gerek  dünya  görüşü  ve gerekse Sovyet tipi sosyalist şiiri ile kendinden sonra gelen sosyalist şairler neslinin yetişmesinde büyük katkısı  olmuştur.  Tanpınar,  “bu  şairin  1926  ile  1940  arasındaki  şiirde  büyük  bir  tesiri  olduğu  iddia edilemez.”dese  de, Nazım’ın  biri  1930’larda,  diğeri  de  ölümünden  sonra  olmak  üzere Türk  şiirinde derin etkisi olduğunu ve savunduğu ideoloji nedeniyle çok yakın zamanlara kadar yasaklı bir şair olarak kaldığını belirtmek gerekir. İlk  şiirlerini 1926’da Resimli Ay, Servet-i Fünûn, Uyanış gibi dergilerde yayımlayan Ercüment Behzat Lav  (ö.1984), Nazım Hikmet’inkine  paralel  bir  dünya  görüşü ve  sanat  anlayışıyla  “gelenekçi şiire baş kaldıran; kübist, fütürist ve sürrealist özellikler gösteren şiirleriyle tanınmış, sürekli arayış içinde olmuş,  şiirlerini  öz  ve  biçim  yönlerinden  geliştirmeye  çalışmış,  son  şiirlerinde,  soyut  imgelerden uzaklaşıp  hümanist  bir  anlayışla  toplumcu  konuları  işlemiş”,  fakat  Avrupa’daki  yeni  edebiyat akımlarını tanıyanlardan olmasına rağmen Nazım Hikmet’in seviyesine ulaşamamıştır. İlhami Bekir Tez (ö.1984), 1924 yılından itibaren kaleme aldığı vezinli ve kafiyeli geleneksel halk  şiiri özelliklerini gösteren  ilk  şiirlerinden  sonra, dünya görüşlerini ve  sanat  anlayışlarını paylaştığı serbest nazma yönelerek toplumsal konuları ele almıştır. 1933  Kuşağı:  Cumhuriyet  devri  Türk  şiirinin  bu  kuşak  şairleri  arasında  Cahit  Sıtkı  Tarancı (ö.1956), Behçet Kemal Çağlar (ö.1969), Ahmet Muhip Dıranas (ö.1980), Fazıl Hüsnü Dağlarca (ö.2008)  ... vb. sıralanabilir. Bu şairler, Nazım Hikmet ve arkadaşlarının başlatmış oldukları şiir anlayışının dışında bir çizgide eserlerini vermişlerdir. Şiire  çok  genç  yaşta,  öğrencilik  yıllarında  başlayan,  geleneği  reddetmeyen,  fakat  Fransız şiirinden  etkilenen  bir  şair  olarak  Cahit  Sıtkı  Tarancı  (ö.1956),  sade,  temiz  ve  rahat  bir  üslûpta konuşma dilini kullanarak ‘sanat sanat içindir’ ilkesi doğrultusunda kaleme aldığı şiirlerinde klasik nazım şekilleri yanında sone ve terzarima gibi Batı edebiyatı nazım şekillerini de kullanmıştır. Şiiri, “kelimelerle güzel şekilleri kurma sanatı”, şairi de, bu “sanatı bilen adam” diye  tanımlayan, her  türlü  tezli ve “-izm’li”  cereyanlara  karşı  duran  Tarancı,  Ziya  Osman  Saba’ya  yazdığı mektuplarında  sanatı  ve  şiir anlayışına  ilişkin pek çok şeyi dile getirmiş; kafiyenin reddedilmediği hece ve serbest vezinle kaleme aldığı  şiirlerinde  ‘yalnızlık,  sıkıntı,  kötümserlik,  ölüm,  yaşama  sevinci,  aşk  ve  kadın,  bohem,  tabiat, geçmişe  ve  çocukluğa özlem,  günahkârlık duygusu  ve Allah’a  sığınma, millî  duygular  ... vb.’ konu  ve temaları işlemiştir.

Cumhuriyet  devri  Türk  şairleri  içinde  Ankaralı  Aşık  Ömer  mahlasıyla  ‘inkılâp  edebiyatı’ bağlamında angaje şiirleriyle tanınan Behçet Kemal Çağlar (ö.1969), sanat ve edebiyat gibi sanatçının da İnkılâbın hizmetinde olmasını ister. “Çok kısıtlı şiir kabiliyetiyle Cumhuriyet’in dayandığı temelleri,Önder’i, tarihî bakış tarzını ihmal etmeksizin işler. Coşkun söyleyişi hiçbir zaman üstün sanat derecesine yükselememiştir...  Halk  şiir  geleneği  tesirinde  hece  veznini  ve  kafiye  düzenini  mekanik  şekilde kullanması,  şiddetli  kelimeler  ve  tonla  ifade  ettiği  duygu  ve  ülküleri  zamanla  basmakalıp  bir  hale dönmüştür.  Halk  şiir  geleneğinden  yararlanarak  çok  kıvrak  söyleyişe  ulaşan  diğer  şairler  yanında  bir gelişme gösteremeyen Behçet Kemal’in Atatürk’e bağlılığı ve sevgisi de ne yazık ki kalıcı ve etkili şiirler yazmasını sağlayamamıştır.”Ancak, Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte ‘Onuncu Yıl Marşı’nı yazan ve Tanpınar’a  göre,  “bugünkü  Türk  şiirinde  ihmal  edilmez  bir  yeri”olan  şair,  Kur’an-ı  Kerim’den İlhamlar  adlı  kitabı  ve  Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine  sanatta  iddia  ettiği  tezine  uygun  tarzda  sözde nazire olarak kaleme aldığı Mevlid’i ile devrinin mütedeyyin insanlarınca takip edilmiştir.

Şairliğe  ilk adımını 1926 yılında Ankara Lisesi’nden Muhip Atalay  imzasıyla Millî Mecmua’da yayımladığı  ‘Bir Kadına’  adlı  şiiriyle  atan  Ahmet Muhip Dıranas  (ö.1980),  Cumhuriyet  devri  Türk şiirinde  çeşitli  dergilerde  neşrettiği  Necip  Fazıl,  Faruk  Nafiz  ve  Baudelaire’nin  sembolizminden etkilenerek vezinli  (hece) ve kafiyeli  tarzda  ‘sanat  sanat  içindir’  ilkesine bağlı  şiirlerinde  “karamsar ve gamlı bir ruh hali içinde gurbet, yalnızlık, korku, ölüm, aşk ve tabiat temalarını işler.”Öte yandan “son yıllarda yazdığı anlaşılan bazı şiirlerinde sosyal konulara da yer vermiştir. Aşkı ve tabiat sevgisini adeta bir din haline getirmiştir. Hayatın boşluk ve dramını  sevgili ve güzellik duygusu doldurur... Şiirlerinde  Allah  ile  olan  bağlarını  koparmıştır.  Şiirlerinde  kendisini  ve  kâinâtı  bomboş  hisseden  insanın  trajedisi hissedilir.” Şiir  diline  kazandırmış  olduğu  kelimeleri  (örneğin,  ece,  hoyrat,  varalık,  ...  vb.)  ustalıkla kullanır, mecaza ve yeni kavramlara yer vermesine rağmen üslûbu yapmacıktan uzaktır. Cumhuriyet devri Tür edebiyatında şiire ilk adımını 1933 yılında İstanbul dergisinde yayımladığı ‘Yavaşlayan Ömür’ adlı  şiiriyle atan Fazıl Hüsnü Dağlarca  (ö.2008), bu  tarihten  itibaren verimli bir şair  olarak  şiirlerini  başta  Varlık  olmak  üzere  çok  çeşitli  dergilerde  yayımlamış  ve  belli  başlı  şairler arasında yerini almıştır. Aşık  tarzında vezinli ve kafiyeli  şiirlerini  içeren  ilk  şiir kitabı  ‘Havaya Çizilen Dünya’  ve  onun  ardından  gelen  ‘Çocuk  ve Allah’  adlı  şiir  kitaplarıyla  dikkatleri  üzerine  çekmiştir.  İlk şiirlerinde geleneğe uyan şair bu eserinden sonra ondan uzaklaşır kendine özgü bir  tarzı benimser. Şuur altı  ve  metafizik  gibi  derin  felsefî  konulardan  millî  ve  kahramanlık  konularına,  1950’lerden  sonra toplumcu gerçekçilerin önemsediği pek çok sosyal ve siyasal konulara kadar geniş bir yelpaze oluşturur. Şaşırtıcı  dili,  öztürkçe  düşkünlüğü  ile  tanınan  ve  ‘Türkçem  benim  ses  bayrağım’  diyen  “Dağlarca’nın bütün şiirleri güzel değildir, fakat bazı şiirleri, şiirin kaynaklarına  inmiş hakikî bir şairin  ilham, derinlik ve parıltısını haizdir.” arası sıkıntıları yaşayan ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu (*aşağıda sözü edilen) fikirleri ortaya atan bir  nesle  mensupturlar...”“Sonra  üçü  de,  çeşitli  derecelerde,  İkinci  Dünya  Savaşı  esnasında  Türk aydınları üzerinde büyük bir tesir yapan Marksist hayat görüşünü benimsediler.” “Basit, sathî, idealsiz bir  hayatı  özlerler.  İçkiye  düşkünlükleri  onları  genç  yaşta  ölüme  sürükler.”Aslında  bu  tavırların  ve benimsenen hayat anlayışının bu dönem şairlerinin çoğunda ortak olduğunu belirtmek gerekir. 

 

(a)Garipçiler – Birinci Yeniler (1941):

Cumhuriyet  devri Türk  şiirinde Orhan Veli Kanık  (ö.1950), Oktay Rifat Horozcu  (ö.1988)  ve Melih  Cevdet  Anday  (ö.2002),  1941  yılında  müşterek  olarak  yayımladıkları  “Garip” adlı  kitap  veGerçeküstücülük  (Sürrealizm)akımından  ilham  alan bir  şiir  anlayışı  ile  sanat  alanına  çıkmışlardır.Yayımladıkları bu kitabın adı olarak  “Garip sözcüğünün ‘alışılmadık, değişik’ ve ‘gurbette kalmış, uzak düşmüş’ anlamlarına gelmesi şiir anlayışlarını simgelemesi bakımından uygun bulunmuştu(r).” Orhan Veli  neslinin,  “Atatürk  devrinde  yetişen  ve  edebiyat  sahasına  atılan  son  nesil”olduğunu  belirtmek gerekir.

Asım Bezirci, olaya politik bir açıdan yaklaşarak Garip şiirini ‘İnönü Diktası’nın şiiri”, hatta “resmî  şiir” olarak gören Attila  İlhan’a paralel bir  tavırla bu  şiirin doğduğu ortamı  şöyle değerlendirir: “Bilindiği  üzere,  Birinci  Yeni  –asıl  adıyla  Garip  şiiri-  CHP  diktasının  iyice  azgınlaştığı  ve  Dünya Savaşı’nın  da  etkisiyle  toplumdaki  bunalımların  iyice  keskinleştiği  bir  dönemde  doğar.  Bu  dönemde demokrat  ve  toplumcu  dergiler  susturulur,  eserler  toplatılır,  şairler  ya  hapse  atılır  ya  da  sürgüne gönderilir... İşte Garip akımı bu koşullar altında oluşur.”Cumhuriyet devri Türk  şiirinde yayımladıkları kitaba nispetle Garipçiler,  İkinci Yeniler ortaya çıktıktan sonra ise Birinci Yenilerolarak anılan bu kuşak, şiiri düz konuşmadan ayıran bütün özellikleri atarak, o özelliklere alışmış olanlarca ‘garip’ sayılacak yeni bir şiir estetiği getirmişler ve şiir hakkındaki görüşlerini “Garip Önsözü” ile edebiyat dünyasına duyurmuşlardır.

Bu  neslin  lideri  konumundaki Orhan Veli  tarafından  kaleme  alınan  ‘Önsöz’,  ‘Kitâbe-i  Seng-i Mezar’ adlı  şiirinin  neşri  üzerine  daha  çok  eleştirel  bağlamdaki  yazılara  cevap mahiyetinde  Varlık dergisinde  yazmış  olduğu  dört  makalenin  (Aralık  1939-Ocak  1940)  bir  araya  getirilip  yenidenderlenmesinden  oluşur.  Bu  ‘Önsöz/Mukaddime’,  şiirle  ilgili  çeşitli  konuları  içeren  dokuz  bölümden ibarettir. Kapağında Orhan Veli’nin,  içinde  ise üç Garip’çinin  isimlerini gösteren “Garip, büyük boyda, kaba bir kağıda basılmış olup, 60 sayfa içinde, Melih Cevdet’in 16, Oktay Rifat’ın 21, Orhan Veli’nin 25 şiirini ihtiva etmektedir. Kitap, üzerinde “Bu kitap, sizi alışılmış şeylerden şüphe etmeye davet edecektir” cümlesi yazılı bir kuşakla satışa çıkarılmıştır.

Garip mukaddimesi,  neler  getirmiştir,  neler  götürmüştür,  alışılmış  şeyler  neydi  ve  okuyanları nelerden  şüpheye  davet  etmiştir?” bunları  anlamak  ve  Garip  şiirinin  özelliklerini  tespit  etmek  için ‘Önsöz’e, yani ‘Mukaddime’ye başvurmak gerekir.

Garip Önsözü’nde bu, “Şiir, yani söz söyleme sanatı...” şeklinde  ifadesini bulur  Bu şiir tanımında şiirin malzemesinin söz olduğu ve Ahmet Haşim’in  şiiri  sözden ziyade musikiye yakın görmesinin aksi bir  tutum  takınıldığı görülmektedir. Orhan Veli Önsöz’de ve şiirlerinde Haşim’i ve şiir anlayışını değişik vesilelerle hedef alır. Aslında Garipçiler bu görüşe vezinli ve kafiyeli  şiirden geçerek ulaşmışlardır. Onların  ilk  şiirleri vezinli ve kafiyeli  şiirlerden oluşmaktadır  [Örneğin: O. Veli’nin Oaristys, Ebâbil, Düşüncelerimin Başucunda, Eldorado, Ave Maria, Odamda, Efsane; O. Rifat’ın Eza; M. Cevdet’in Beklemek ... adlı şiirlerinde olduğu gibi]. Orhan Veli’nin Önsöz’de “İlk insanlar kafiyeyi ikinci satırın kolay  hatırlanmasını  temin  için,  yani  sadece  hafızaya  yardımcı  olmak maksadıyla  kullanmışlardı.  Fakat,  onda,  sonradan  bir güzellik buldular. Onu, hikmet-i vücûdu aşağı yukarı aynı olan vezinle birlikte kullanmayı bir maharet saydılar... Bugünkü insan, öyle zan ve temenni ediyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında kendini hayrete düşüren bir güçlük yahut da büyük heyecanlar temin  eden  bir  güzellik  bulmayacaktır...  Bir  şiirde  eğer  takdir  edilmesi  lazım  gelen  bir  ahenk  varsa,  onu  temin  eden  şey  ne vezindir  ne  de  kafiye. O  ahenk  vezinle  kafiyenin  dışında  da,  vezinle  kafiyeye  rağmen  de mevcuttur”  [G.Ö./s.  24]  cümleleriyle kesin  olarak  karşı  çıktığı  vezin  ve  kafiye  konusunda  daha  sonraki  yıllarda    ılımlı  bir  tavır  takındığı  kendisiyle  yapılan röportajlardan anlaşılmaktadır. Bunun “Diyeceğim ki, güzel mısra, en iyi ifadesini bulmuş hayal değil, içini kendisine en uygun hayal ile doldurabilmiş şekildir” “... haddizâtında güzel olan kelimenin şiire malzemelik etmesi şiir için bir kazanç değil... eski şiirin hususiyeti .. edadır, ismi de ‘şâirâne’dir. Bu  edaya  bizi  kelimeler  getirmiş... O  lûgatın çerçevesinden  kurtulmadıkça  şâirâneden  kurtulmaya  da  imkân  yok.

Şiire  yeni  bir  dil  getirme  cehdi  işte  böyle  bir  kurtulma  arzusundan  doğuyor.  ‘Nasır’  ve  ‘Süleyman Efendi’  kelimelerinin  şiire sokulmasını hazmedemeyenlerse  şâirâneye  tahammül edebilenler, hatta onu arayanlar, hem de bilhassa arayanlardır. Halbuki ‘eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şâirânenin aleyhinde bulunmak lâzım’...” “Lafız ve mana sanatları çok kere zekânın tabiat üzerindeki değiştirici, tahrip edici hassalarından istifade eder... Teşbih, eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur... Halbuki teşbihle istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri garip telakki etmektedir... Yazının peyda olduğu günden beri yüzbinlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. Hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha ilave etmekle acaba edebiyata ne kazandıracaklar? Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana  çıkacak bir hayal  zenginliği, ümit  ederim  ki,  tarihin aç gözünü artık  doyurmuştur.”  Bundan  dolayıdır  ki,  Mehmet  Kaplan’ın  söylediğine  göre,  “Orhan  Veli  kendi  şahsiyetini bulduktan sonra “gibi” edatını kullanmamaya adeta yemin etmiştir” “Şiir  öyle  bir  bütündür  ki,  bütünlüğünün  farkında  bile  olunmaz.  Sıvanmış,  boyanmış  bir  binanın  tuğlaların  arasındaki  harcı göremeyiz. Bina  tamamiyetini  ancak  bu  harçla  temin  ettiği  zamandır  ki,  onu  teşkil  eden  tuğlaları  teker  teker  görmek,  onların vasıfları üzerinde düşünmek  fırsatını elde ederiz... Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan terekküp eden bir mimârî eseri güzeldir.”

“Şiirde  hücum  edilmesi  lâzım  geldiğine  inandığım  zihniyetlerden  biri de mısracı  zihniyettir...  Şiiri  şiir,  resimi  resim, musikiyi musiki olarak kabul etmeli. Her sanatın kendine ait hususiyetleri, kendine ait ifade vasıtaları var. Meramı bu vasıtalarla anlatıp bu hususiyetlerin içinde kapalı kalmak hem sanatın hakiki kıymetlerine hürmetkâr olmak, hem de bir cehde, bir emeğe yer vermek demek  değil  mi?  Güzel  olanı  temin  edecek  güçlük  her  halde  bu  olmalı.  Şiirde  musiki,  musikide  resim,  resimde  edebiyat  bu güçlüğü yenemiyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değildir”  “Şiir, bütün hususiyetini edasından alan bir söz sanatıdır. Yani tamamıyle manadan ibarettir. Mana, insanın beş duyusuna değil kafasına  hitap  eder...  Şiiri  şiir  yapan,  sadece,  edasındaki  hususiyettir;  o  da manaya  aittir...  “bütün  kıymeti manasında  olan şiir...”   Öte  yandan Ahmet Kabaklı, Orhan Veli’ye  göre,  “Şiirin  bir mana  sanatı  olması,  bir  fikir  sanatı olmasını  gerektirmez.  Şiirdeki mana,  resimdeki  renk, musikideki  ses  gibi  birşey”  olduğunu  söyler  Bu görüşler, şiirde mana aranmaması gerektiğini savunan Ahmet Haşim’in anlayışının tam aksidir.  “Yapıyı temelinden değiştirmelidir... Sanat..., cehit ve hüner işiymiş...”

Orhan  Veli’ye  göre,  şiir,  büyük  sanayi  devrinden  önce  “dinin  ve  feodal  zümrenin  köleliğini yapmaktan  başka  bir  işe yaramamıştır” Şimdi  de  “burjuvazinin malı”dır.  Orhan Veli, Garib’in  bu  bahsinde  adeta  kendisini  zorlayarak,  şiir anlayışını Marksist bir mecraya sokar. Bu hatalı görüş ve sakat teşhisin üzerine, bugünkü şiirin, artık “müreffeh sınıfların değil, çalışan  insanların  hakkı  olduğunu  ve  onların  zevkine  hitap  etmesi  gerektiğini ileri  süren  Orhan  Veli,  bu cümlelerin  hemen  arkasından,  “bir  sınıfın  ihtiyaçlarının müdafaasını  yapmadığını”  da  belirtir.  Bu  çelişki  onun  şiirlerinde  de görünür [Geniş bilgi için bkz., Orhan Okay, Şiir Sanatı Dersleri –Cumhuriyet Devri Poetikası-, “...  eskiye  ait  olan  herşeyin,  herşeyden  evvel  de  şâirânenin  aleyhinde  bulunmak  lâzım”    “... vezniyle,  kafiyesiyle, kitaplardan  öğrenilmiş  çeşitli  sanatlarıyla  bütün  bir  geleneğe...”  “Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz, senelerden beri zevkimize ve irademize hükmetmiş, onları tayin etmiş,  Cumhuriyet devri Türk  şiirinde Garip  akımının bir  lideri olarak tanınmış  ve  edebiyat  tarihlerine  geçmiştir. Mehmet  Ali  Sel  mahlası  ile  1936  yılından  itibaren  Varlık dergisi başta olmak üzere diğer dergilerde yayımladığı vezinli (aruz-hece) ve kafiyeli tarzda ilk şiirlerinde Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve Cahit Sıtkı’nın etkileri vardır. 1941 yılında ise kendilerinden önceki şiir ve sanat anlayışını temelinden değiştirmeyi amaçlayan bir tavırla ortaklaşa Garip adlı kitabı neşreder. Ortaya konulan  poetik  görüşler  aslında  üç  arkadaşın  düşünce  ve  anlayışları  olmasına  rağmen  Orhan  Veli tarafından deklare edilmiştir. Şiirinin özellikleri Garip şiirinin özelliklerinden ibarettir. Geleneksel değer onlara şekil vermiş edebiyatların sıkıcı ve bunaltıcı  tesirinden kurtulabilmek  için o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz”. Ahmet Kabaklı’nın da dile getirdiği gibi, atılmak istenen ve “inkâr edilen şey biçimi ve özüyle 900 yıllık Türk şiiridir. Şiir alanında bu  tavırlar yaygınlaşırken, aynı  yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı  tarafından  kurulan Tercüme Bürosu  ve  yayın  organı Tercüme  dergisi  ile  dünya  klasikleri çevrilerek ülkede yayımlanmaya çalışılır... 

“Edebiyat  tarihinde her yeni cereyan  şiire yeni bir hudut getirdi. Bu hududu azami derecede genişletmek, daha doğrusu,  şiiri huduttan  kurtarmak  bize  nasip  oldu...  Bizim  kendi  hesabımıza,  bu  hudut genişletme  işinde  ele  geçirdiğimiz  ganimetlerin başlıcaları  arasında  saflıkla  basitlik  var...  Safiyetle  basitliği  çocukluk  hatıralarımızda  aynı  zenginlik,  aynı  giriftlik  ve  tecride karşı duyulan aynı düşmanlıkla buluyoruz...” “Sanatkâr, kendini verdiği sanatın hususiyetlerini keşfetmek, hünerini de bu hususiyetler üzerinde göstermek mecburiyetindedir. ... sanatkâr, elde edilmiş bir melekeyi rüya ve saire cinsinden haller dışında da kullanabilen adamdır...”  “Sanatkâr mükemmel bir taklitçidir. Usta sanatkâr, taklitçi değilmiş gibi görünür... Basitlikle iptidâilik, ikisi de, sanat eserine hakiki güzelliği getirirler. İyi bir sanatkâr onları çok güzel taklit eder”

Orhan Veli,  bir  soruşturmaya  verdiği  cevapta  bunu  belirtmeye  çalışır:  “Edebiyatın  halk  kütlelerine  birşeyler  söylemesi  lâzım. Okur yazarları halka doğru götüren bir edebiyat isterim. Yani edebiyatın çoğunluğa hitap etmesini istiyorum. Çoğunluk, okuyup anlamalıdır. Anlayabilmesi için de edebiyatta kendi meselelerinden bahsedilmesi lâzım... Bugünkü dünyada çoğunluğu fakir halk teşkil ediyor. Demek ki edebiyat da onların edebiyatı olacaktır. Kahramanını onun  içinden seçecek, hayatını o hayatın  içinden alacaktır.”  1940  şiiri,  işte  o  yolu  tutmuştur. Geniş  yığının  arasında  yaşamakta  olan  Süleyman  Efendi,  Vesikalı  Yar,  Şoförün Karısı, Kuşçu Amca gibi halk tipleri alınmıştır. Silik, kimsesiz ve refahsız kişilerin duyguları anlatılmıştır Bu  görüşleri Orhan Veli’nin  “Açlıktan  bahsediyorsun;  / Demek  ki  sen  komünistsin”  mısraları ile birlikte düşünmek gerekir.

“Safiyetle basitliği çocukluk hatıralarımızda aynı zenginlik, aynı giriftlik ve tecride karşı duyulan aynı düşmanlıkla buluyoruz...” bu nedenle, aradıkları mutluluğu çocukluk yılları ve hatıralarında   bulan Orhan Veli’nin çocukluk özlemiyle  ilgili pek çok şiirinin olduğunu burada hatırlamak gerekir. 

 “Bu  hususta  bizim  arzumuza  en  çok  yaklaşan  sanat  cereyanı  surrealisme  cereyanıdır”   Aslında  Orhan  Veli, sürrealistlerin  asırlarca  geliştirilip  işlenen  ve  geleneksel  hale  gelen  bütün  sanat  ve  edebiyat  kurallarını,  vezin  ve  kafiyeyi atmalarını;  hiçbir  zaman  aklın,  estetik  amaçların,  ahlâkî  değerlerin  ve  geleneğin  denetimine  tabi  tutulamayan  otomatik  yazıyı; yine, şiirin esas işçiliği diye kabul ettikleri şuuraltını benimsemelerini ve böylece iptidaîlik ve basitlik yoluyla çocukluk  yıllarını ile  hatıralarını  elde  etme  yöntemlerini  kabul  etmesine  rağmen,  onlarla  kendilerinin  anlam  yitimine  uğrama  kaygısıyla karıştırılmamasını ister. Bu şiirde, konular arasında  tercih sırası gözetilmez. Örneğin, aşk, hürriyet, salata, sokak satıcısı, altındağ mahallesi, rakı şişesi, rakı şişesi içindeki balık, çürüyen otlar, maskeli balo, ekmek, sakal, nasıl, ekmek, bulut, çiçek... birbirine denk tutulan konulardır. Bunlar  arasında  güzellik  çirkinlik  farkı  görülmemiştir.  “Konunun  bayağısı  yoktur,  ancak  işlemekte  bayağılık  vardır”  diye düşünülür  [Bkz., Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, c. 4, s. 25]. Her gün yeniden doğmuş gibi dünyanın güzelliklerine hayran ve şaşırmış gözlerle bakmak, başını alıp gitmek, yalnızlık, tatminsizlik ve avarelik çoğu şiirin konusudur. Yeni şiir alaycıdır. Şakaya ve nükteye çok yer verir. İç hayatı olmayan insan tipiyle, kök tutmuş sahte değerlerle, samimiyetsiz iddialarla, felsefeyle, aşırı duyarlıkla alay eder. Silik yaşamayı, büyük konulardan kaçmayı, küçük tasa ve sevinçleri şiirin başlıca temaları haline getirir. Fizikötesi veya soyut temalar yerine ekmek derdini, geçim sıkıntısını, günlük sevişmeleri ve cinsî arzuları işler. Din ve tarihle ilgileri zaten kesik olduğu için ebediyet özlemi veya öteler hasreti kalkmış onun yerini günlük hayatı, tenin bütün  istekleriyle  yaşamak  tutkusu  ve  kendini  içgüdülere  bırakmak  eğilimi  almıştır.  Orhan  Veli’nin  yargıları  ve  sanat  anlayışını  benimseyenlerce  yadırganan,  bunlara  reaksiyoner  bir  tavırda  olanlar tarafından da önemsenen şiirleri aslında o devrin toplumsal hayatının bir aynası konumundadır. Varlık  dergisinde  1936  yılında  çıkan  şiirleriyle  şairliğe  adımını  atan  Oktay  Rifat  Horozcu (ö.1988), arkadaşı Orhan Veli gibi ilk şiirlerinde  geleneksel şiirin şekil özelliklerine yer verir. 1941’de ortaklaşa yayımladıkları Garip kitabıyla yeni şiirin öncüleri arasına girer. 1956’lı yıllardan sonra Jacques Prevert  etkisiyle  daha  serbest  bir  söyleyişe  kayan  şairin  ironik  ve  eleştirel  bir  tavırla  başta  adaletsizlik olmak üzere toplumsal konuları işler. İkinci Yeni’nin imkânlarından yararlanır. 1970’lerden sonra zengin bir şiire ulaştığı söylenir. Bir başka ifadeyle, “Oktay Rifat da, Melih Cevdet gibi, Orhan Veli ile beraber yola çıkmış, ilkin açık ve seçik, çoğu sosyal gayeli şiirler yazmış, sonra batıdan gelen ‘gerçek-üstücülük’ ve  ‘soyutçuluk’  akımlarının  tesiri  ile  bir  nevi  kelime  oyunculuğu  adı  verilebilecek  bir  tarzda  eserler kaleme  almıştır.”

Oktay  Rifat’ın  şiir  hakkındaki  yazılarının teorik  yönleriyle  onun  şiirini  anlama açısından son derece önemlidir. Arkadaşları gibi 15 Kasım 1936’da Varlık dergisinde yayımlanan ‘Ukde’ adlı şiiriyle şairliğe ilk adımını atan Melih Cevdet Anday (ö.2002), “Orhan Veli  ile beraber yola çıkan, fakat şahsî bir  ilhama ve  şair mizacına  sahip olmadığı  için,  çeşitli üslûpları deneyen bir  şairdir. Eserlerinde duygudan  ziyade düşünce ön plândadır. Belki hakikî bir şiir duygusundan mahrum olduğu için, bu eksikliği ilk eserlerinde marksist ideoloji, daha sonra materyalist felsefî fikirlerle telafiye çalışmıştır... Bedri Rahmi gibi Melih Cevdet de  folkloru marksist  zaviyeden  ele  alır... Melih Cevdet  için mühim olan, üslûp değil, muhteva, daha  doğrusu  ‘maksat’  veya  ‘ideoloji’dir.” O’na  göre,  “Şiir,  bilinen  sözcüklerle  bilinmedik  sözler kurmaktır...”

Orhan Veli ve Oktay Rifat  ile birlikte Nazım Hikmet’in hapishanedeki açlık grevine destek vermek amacıyla  iki günlük açlık grevine katılması Mehmet Kaplanın bu görüşünü doğrular. [Bkz., Mehmet Zaman Saçlıoğlu, A’Dan Z’ye çocuktur; mekanları bilerek karıştırır ve şakayı, bilmeye yeğler.” Diğer arkadaşları gibi onun da şiirde yapmış oldukları yaşadıkları toplumun sosyal ve kültürel yaşamı ile doğrudan ilişkilidir.

Sonuç  olarak  söylemek  gerekirse,  vaktiyle Nurullah Ataç’ın  hararetle  desteklediği Garip  şiiri, rahatsızlık  duyulsa  da  büyük  ölçüde  Gerçeküstücülüğün  derin  izlerini  taşır.  Eskiye  ait  olanlar reddedilirken  yeni  ilkeler  konmaya  çalışılmış  ve  bu  “yapının  değiştirilmesi”  olarak  isimlendirilmiştir. Garip Önsözü’nde  geçmişin  eleştirisi  ve  yıkılması  bağlamı  dışında  bize  ait  sorunlar  gündeme  gelmez.

Okay’a  göre,  “Feodalizm,  batı  edebiyat  ekolleri,  diğer  sanatlar,  tenkitçiler  hep  batı  sistemi  hakkındaki örneklerle  desteklenir.” Günümüzün  edebiyat  ve  şiir  anlayışı  açısından  değerlendirildiğinde  vaktiyle yapıldığı gibi, lehte ve aleyhte pek çok şey söylemek mümkünse de, bugün hayatta olmayan Garipçiler ve Garip şiiri edebiyat tarihlerinde kendisine/kendilerine birer sayfa ayırtmayı başarmıştır. 1945  Kuşağı:  Cumhuriyet  devri  Türk  şiirinin  bu  kuşak  şairleri  arasında  Asaf  Halet  Çelebi (ö.1958), Bedri Rahmi Eyüboğlu (ö.1975), Behçet Necatigil (ö.1979), Sabahattin Kudret Aksal (ö.1993), Cahit Külebi  (ö.1997), Necati Cumalı  (ö.2001), Salah Birsel  (ö.2002), Attila  İlhan (ö.2005), Bekir Sıtkı Erdoğan (d.1926) ... vb. isimler sayılabilir.

Şiire  öğrencilik  yıllarında  başlayan  Asaf  Halet  Çelebi  (ö.1958),  ilk  şiirlerinde  geleneksel çizgiye uyarak gazeller ve rubâîler yazdıktan sonra, 1937’den itibaren ‘yeni şiir’ anlayışıyla Garip şiirini müjdelercesine  serbest  tarzda  şiirler  ve  son  yıllarında  da  İslâm  tasavvufundan mülhem mistik şiirler  yazmıştır.  Doğu  ve  Batı  kültürlerini  birleştirme  eğilimi  şiirlerinin  konusunu  Tevrat,  İncil,  Eski Mısır mitolojisi  ve  Budizm  dahil  geniş  bir  alandan  seçme  imkânı  vermiştir.  “Çağdaş  bir müslüman  sanatçı olarak  tanınan  Asaf  Halet  Çelebi’nin”İslâm  dini  açısından  düşünüldüğünde  soğuk  ve  garip karşılanacak  şiirleri  yanında,  genel  olarak  şiirlerinde  Gerçeküstücülük,  hatta  hurûfîlik  ve  letrizm  gibi akımların  etkisinin  olduğu  ileri  sürülmüştür.  Teorik  açıdan  Asaf  Halet  Çelebi’ye  yaklaşılacak  olursa, onun devrindeki şiir anlayışlarına ve kendine yöneltilen eleştirilere cevap mahiyetinde bir poetikaya sahip olduğu görülür. Şair  İstanbul Sanat Edebiyat Dergisi  [Temmuz-Aralık 1954]’nde  ‘Benim Gözümle Şiir Davası’  üst  başlığıyla  altı  sayı  halinde  [“Şaf  Şiir”,  “Şiirde  Vuzuh”,  “Şiirde  Şekil”,  “Mücerred  Şiir”, “Şiirde  Ruh Ânı”  ve  “Şiirlerimde Mistisizm  Temâyülü”  adlarıyla]  yayımlanan  poetik  yazılarında,  şiir anlayışını, şiirinin akrabalık ilişkilerini, dayanaklarını ve şiirde anlam ile yapı sorununu sistematik olarak açımlamıştır.

Şairliğe ilk adımını 1928 yılında Muhit dergisinde yayımlanan şiiriyle adımını atan Bedri Rahmi Eyüboğlu  (ö.1975),  bilhassa  1938  yılından  sonra  toplumcu  dergilerde  çıkan  şiirleriyle  tanınmaya başlamış,  halk  şiiri  ve  dilinin  derin  etkilerini  taşıyan  şiirlerinde  resim  sanatının  imkanlarından yararlanmıştır. Şiirlerinde ‘şehveti kollayan aşk, yaşama sevinci ve  tabiat,  ... vb.’  temaları  işleyen şairin gerek  halk  dili  ve  üslûbunu  kullanması  ve  gerekse  folklordan  yararlanması  ideolojik  bağlantıları  ile yakından  ilişkili  bulunmuştur.  Savunulan  ideoloji  gereği  devrin  pek  çok  şairinde  olduğu  gibi mazi  ile bağlar kopartıldığından içgüdülere göre yaşama yolu tercih edilmiştir. Mehmet Kaplan’a göre, “şiirlerinde ‘geleneksel’ din anlayışına ve Tanrı’ya karşı oldukça laubali bir dil kullanan Bedri Rahmi’nin ... şiiri bu bakımdan dikkate şayandır.”

Şiire  karşı  ortaokul  yıllarında  ilgi  duyan  ve  1935’te  Varlık  dergisinde  yayımlanan  ‘Gece  ve Yas’ şiiriyle  şairliğe  ilk  adımını  atmış  olan  Behçet  Necatigil  (ö.1979),  Cumhuriyet  devri  Türk edebiyatında güçlü bir  şair olarak kabul görmüştür.  “İlk  şiirlerinde umumiyetle  açık bir üslûp kullanan Behçet Necatigil,  daha  sonra,  diğer  toplumsal  gerçekçi  şairler  gibi  kapalı, manası  güç  anlaşılır  şiirler kaleme  almıştır...  Dünyaya  bakış  tarzının  marksist  olduğu,  şiirlerinde  güçlükle  sezilebilen  Behçet Necatigil”,  İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Türk edebiyatına hakim olan geniş  ‘toplumsal gerçekçilik’ akımının  içinde  yer  alır.  “Şiirlerinde  en  çok  ev,  aile,  orta  halli  insanın  sorunları,  çocukluk,  gençlik, ihtiyarlık,  aşk,  ölüm,  yalnızlık,  anı,  edebiyat,  sanat,  kentleşme,  sanayileşme,  uygarlık  ve  Atatürk temalarına  yer  vermiştir.” Eserlerinde Batı,  halk  ve  divan  şiirini  ustaca  birleştiren  şair,  bu  şiirlerden özel bir biçimde yararlanmıştır. Aruz (Hayıfname şiirinde), hece (ilk şiirlerinde) ve serbest vezinle kaleme aldığı şiirlerinde dili bilinçli bir biçimde kullanan şair, başta tevriye ve cinas olmak üzere edebî sanatlara da yer vermiştir.

Şiire  1938  yılında  Varlık  dergisinde  yayımlanan  şiiriyle  başlayan  ve  şiire  kendisini özendirenlerden birinin Ahmet Muhip Dıranas olduğunu söyleyen Sabahattin Kudret Aksal (ö.1993), ilk  şiirlerinde Birinci Yeni  şiirinin  tesirindeyken, 1960’lı yıllardan  sonra bu  tesirden uzaklaşarak  felsefîağırlıklı  şiirlere  yönelir.  “Şiirde  asıl  gayenin  ‘güzelliğe  ulaşmak’  olduğuna  inanan,  nazım tekniğinde titizlik gösteren, hayata ve insanlara sevgi ile bakan” Aksal’ın temel çerçevesi ‘çevre, zaman ve insan’ ilişkisine  dayanan  bu  şiirlerinin  şekil  ve  muhteva  yönüyle  küçük  şiirler  olduğu  görülür.  Mehmet Kaplan’ın  “Orhan Veli, Cahit  Sıtkı  nesline” mensup  saydığı  Sabahattin Kudret’in,  “eskinden  onlarınki gibi  aydınlık,  ferdî  aşk,  saadet  ve  avarelik  şiirleri”  yazmasına  rağmen,  “daha  sonra  o(nun)  da  kapalı, karanlık, arka plana gizlenen, politik ve sosyal fikirleri sembolik şekilde ifade veya telkin eden şiirler”yazmaya başladığını dile getirir.

Asıl  adı  Mahmut  Cahit  Erencan  olmasına  rağmen,  şiire  Nazmi  Cahit  takma  adıyla  1938’de Gençlik dergisinde yayımlanan ilk şiiriyle adımını atan Cahit Külebi (ö.1997), Cumhuriyet devri Türk edebiyatında  1940  sonrası  toplumcu  gerçekçi  şiirin  önemli  şairleri arasında kabul  edilir.  Önemli çalışmalara da konu olan şair ‘Şiir Yöntemim’ adlı şiirinde poetik görüşlerini açıklar. Bu şiirinde “Kimse yazmamı  istemedi./Beş yaşımda kendim başladım” diyen  şairin  şiirlerinde  ‘halk, doğa ve kadın’ önemli öğeler  olarak  dikkati  çeker.  “Köylü  dilini  kullanmak,  o  dili  şiir  dili  haline  getirmek,  sonra  da Anadolu’nun yazgısını bir köylü kilimi dokur gibi şiirinde işlemek, Cahit Külebi’nin şiir anlayışının ana çizgileri  olarak  belirir.” Öte  yandan,  “şiirlerinin  ilk  okunuşta  bıraktıkları  intiba,  sadelik,  rahatlık  ve kolaylıktır”. Ona göre, “Şiir, en eski sanatlardan biridir” ve “insanın kendi ana dili çalgısında söylenen bir  türküdür.”

Serbest  tarzda kaleme aldığı eserlerinde kafiyenin ahenginden ve yinelemelerin verdiği ritimden yararlanan Külebi’nin şiirinde lirizm önemli bir öğe olarak görülür. Külebi’nin şiirlerinde başta Sivas ve Tokat olmak üzere  ‘Edirne’den Ardahan’a kadar’ bütün bir Anadolu’yu ve kentlerini görmek mümkündür.  Nevit  Kodallı  tarafından  ‘Atatürk  Oratoryosu’  olarak  bestelenen  ‘Atatürk  Kurtuluş Savaşında’adlı uzun epik şiiriyle Atatürk’e karşı sevgisini ortaya koyar.

Şairliğe  ilk adımını 1939 yılında Urla Halkevi Dergisi’nde yayımlanan bir şiiriyle adımını atan Necati Cumalı  (ö.2001), Birinci Yeni etkisindeki  ilk şiirlerinden sonra şiirini yaşantı üzerine kurmuş, ardından yaşama  sevinci,  tabiat, aşk, özlem ve bazı  toplumsal  temalara eğilmiştir.  İnci Enginün’e göre, “Şair özellikle yaşantı şiiriyle dikkati çeker. Küçük hikâye ve şiirde başarılı olan Necati Cumalı’nın bütün dünyası  kendi  yaşantısına  girenlerden  ibarettir,  denilebilir. Ege  bölgesindeki  hayatı, mesleğinden  gelen dava  konuları  ve  bunların  insan  ruhundaki  akisleri,  hikâyelerinde  olduğu  gibi  şiirlerinde  de  geçer.” Ayrıca, “doğrudan doğruya konuşma dilinden kaynaklanan, canlı bir konuşma dil” i kullanan Cumalı, yer yer edebî sanatların imkânından da yararlanır. Akranları  gibi  1937  yılında  Güzdüz  dergisinde  yayımladığı  ‘Yalnızlık’  adlı  şiiriyle  edebiyat ortamına  giren, Cumhuriyet  devri Türk  şiirinde  ‘sanatsız  bir  sanat’  prensibi  ‘Cahit  Külebi’  adıyla  yayımladığı  şiirleriyle  meşhur  olduktan  sonra,  soyadını  yargı  yoluyla  değiştirerek  gerçek  aile  adı ‘Gullabi’den  gelen  ‘Külebi’yi  almıştır. 

Birinci Yeni  ile pek  çok benzerlikler  taşıyan  ilk  iki kitabından  sonra, yabancı yazarların düşüncelerinden de yararlandığı müstakil poetika niteliğindeki eseri Şiirin İlkeleri ile birlikte ilk tavrından uzaklaşarak ‘sanatlı bir sanata’ yönelir. Bu tarihten sonraki eserlerinde bu  ilkelere uymasa da şiir  teorisi açısından  son  derece  önemli  bu  eserinde  “Şiir  bir  bütündür.  Şiirin  kendisinden  ayrı  olarak,  ne konusundan, ne anlamından, ne özünden, ne kelimesinden, ne kalıbından, ne de şeklinden  lâf açılabilir. Ama  bu,  şiir,  konusu,  anlamı  ve  özü  olmıyan  nesnedir  demek  te  değildir...  Şair  yeni  bir  zevki  olan adamdır.  Buna  ise  bir  yoldan  bir  eğitimden  hatta  hatta  bir  öğretimden  geçilerek  varılır...”der. Gençliğinde sokak şiirleri yazan ve sokağı kafasına denge taşı kabul eden şairin genel anlamda şiirlerinde toplumcu gerçekçi dünya görüyle hareket ettiğinden ironi ve kara mizah ağır basar. Dil ve üslûp açısından kültür  ve mizacına  uygun  tarzda  dille  istediği  gibi  oynayarak  bayağılığa  ve argoya  kayar. Hislerinden daha ziyade zekâsı ile hareket etmeyi sever.

Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan ve “Balıkçı Türküsü’ adlı ilk şiirnin 1 Ekim 1941’de Yeni Edebiyat gazetesinde yayımlanmasıyla şairliğe adımını atan Attila İlhan (ö.2005), ilk şiirlerinde ‘Nevin Yıldız’  ve  ‘Beteroğlu’  mahlaslarını  kullanmış  ve  bir  şiir  yarışmasında  kendisine  ikincilik  kazandıran ‘Cebbaroğlu  Mehemmed’  adlı  şiiriyle  edebiyat  dünyasının  ilgisini  çekerek  tanınmış  şairler  arasına girmeyi başarmıştır. 1954 yılına kadar genelde karamsar, fakat toplumsal konuları işleyen şair, bu tarihten sonra bireysel konulara kaymıştır. Marsist dünya görüşünün veya “toplumsal gerçekçiliğin Türkiye’de en tanınmış temsilcilerinden biri olan Attila İlhan’ın şiirleri bu bakımdan dikkate şayandır. Onun eserlerinde toplumsal  gerçekçilik  ile  aşırı  romantizm  ve  modern  sanata  ait  birçok  unsur  birbirine  karışır...  Attila İlhan, sosyal görüşü bakımından marksisttir. Şiirlerinde marksist edebiyata ait temlere sık sık rastlanır.”

Genel olarak yalnızlık, umutsuzluk, karamsarlık, bunalım, aşk, yolculuk, tedirginlik, yabancılaşma, barış, özgürlük, ölüm, insan sevgisi şiirlerinin başlıca temalarıdır. Nazım Hikmet şiirini devam ettirme adına Mavi  hareketini  oluşturma  faaliyetlerinde  aktif  rol  alan,  Garipçilere  ve  bazılarınca  öncüleri  arasında sayıldığı  halde  İkinci  Yenilere  eleştiriler  yönelten  şair,  bu  tavrıyla  ciddî  anlamda  usta-çırak  ilişkisine önem  veren Marksist  veya  sosyalist  şairler  arasında  kendine  özel  bir  yer  edinme  çabasında  gözükür. Edebiyatın  pek  çok  türünde  eser  vermiş  olan  “Attila  İlhan,  şiirlerinin  son  baskısına,  onları  neden yazdığını açıklayan notlar eklemiştir...  İmlâ kurallarını bütünüyle  reddetmiş veya kendisine has bir  imlâ tarzı  geliştirmiş  olan Attila  İlhan  (büyük  harf  kullanmaz  ama  özel  isimleri  ek  almaları  halinde  (‘)  ile ayırır) dil konusunda çok keyfidir. Günlük dilden kaybolan çok eski kelimeleri, Fransızca veya Almanca kelimelerle beraber kullanır...”Devrinde yaşayan genç nesil üzerinde değişik şekillerde etkili olduğunu söylemek gerekir.

Şiire 1949 yılında Şadırvan dergisinde  çıkan  şiiriyle başlayan Bekir Sıtkı Erdoğan  (d.1926), halk  şiirinden  mülhem  gerek  aruz  ve  gerekse  hece  ile  vezinli  kafiyeli  şiirlerinde  samimî  bir dil kullanmasına ve bazı şiirleri bestelenmesine rağmen dönemin diğer şairleri içinde başarılı bulunmamıştır.1945 kuşağı içinde Toplumcular / Sosyalist şairlerden Cahit Irgat (ö.1971), Ceyhun Atuf Kansu (ö.1978),  Ömer  Faruk  Toprak  (ö.1979),  Nevzat  Üstün  (ö.1979),  Enver  Gökçe  (ö.1981),  Suat  Taşer (ö.1982), A. Kadir (Abdülkadir Meriçboyu, ö.1985), Metin Eloğlu (ö.1985), Ahmed Arif (ö.1991), Rıfat Ilgaz  (ö.1993),  Can  Yücel  (ö.1999),  Mehmet  Kemal  (Kurşunluoğlu,  d.1920),  Arif  Damar  (d.1925), Mehmet  Başaran  (d.1926),  Şükran  Kurdakul  (d.1927)  adları  öne  çıkan  simalar  olarak  kaynaklara girmiştir.  Nazım  Hikmet’in  çevresinde  toplanan  ilk  marjinal  boyutta  sosyalist,  Marksist  şairlerce  ileri sürülen  toplumcu  gerçekçi  şiir  veya  sosyalist  şiir,  1946  sonrası  çok  partili  döneme  geçişin  yarattığı imkânlardan  da  yararlanarak  bir  gelişim  içine  girer.

Nazım Hikmet’in  1938’de  cezaevine  girmesiyle birlikte bu  şairler kendileri de  şaibeli olarak  algılansalar da  ilerleyen yıllarda 1940’tan  itibaren kurulan Köy  Enstitüleri  ve  sosyalist  eğilimli  derneklerin  yarattığı  ortamda  ilgi  odağı  haline  gelirler  ve  devrin gençlerini etkilerler. 1950-1960 yılları arasındaki siyasal atmosfer içinde rahat manevra alanı bulamayan, hatta bazıları kovuşturmaya uğrayıp tutuklanan veya eserleri toplattırılan, fakat çeşitli dergiler vasıtasıyla şu veya bu şekilde söylemlerini sürdüren bu şairlerden birkaçı üzerinde duralım. Mehmet Kaplan’ın daha derinlemesine  yaptığı  tespitler  yanında, Kenan Akyüz de  önemli  tespitlerde  bulunur:  “...  bu  şairlerin çoğu  şiirlerini  yalnız  sosyalist  konulara  ayırmış  değillerdir. Sosyalist  şiirin  kalıplaşmış  olan  yoksulluk, sosyalizm  hayranlığı,  faşizm  düşmanlığı,  sosyal  adaletsizlik,  hürriyetsizlik,  siyasî  baskı  vb.  gibi konularının yanında, kendi hayatları ile yakın çevrelerinin yaşayışı da oldukça geniş yer tutar. Doktriner, katı ideolojik kalıplara pek azında rastlanır. Kendi şahsî istekleri, özlemleri, dertleri, duyguları, hayalleri de şiirlerini doldurur. Ülkenin yoksulluğuna, zaten kendileri de yoksul olan bu şairlerin yoksulluklarından gelen  acılar  da  sık  sık  karışır.  Umûmiyetle  serbest  nazmı  kullanırlar.  Dilleri,  konuşma  dilinin  bütün özelliklerini  ve  sıcaklığını  taşır. Uydurma  sözlere  kapılarını  pek  açmazlar.  Söyleyişçe  de,  hepsi  kendi sesleri ile konuşur.”

Toplumcu-gerçekçi  şiir  anlayışının  en  güçlü  şairlerinden  biri  olan  Cahit  Irgat  (ö.1971), romantik  ve  egzotik özellikler  taşıyan  ilk  şiirlerinde  ‘Cahit Saffet’  imzasını  kullanmıştır. Daha  sonraki şiirlerinde  ise  “kötümser,  öfkeli  bir  söyleyişle  toplumsal  bozuklukların  eleştirisine  yönel(miş)”,  bu nedenle  “toplumcu  bir  dünya  görüşüyle  toprak  emekçilerini,  küçük memurları,  kendini  satan  kadınları, yoksulları,  geçim  sıkıntısı  çeken  insanları,  kısaca  yaşam  güçlükleri  altında  acı  çeken  insanların çırpınışlarını yansıtmaya çılış(mıştır).”

İlk  şiirlerini  1938’de  lise  yıllarında  yayımlayan  Ceyhun  Atuf  Kansu  (ö.1978),  halk  şiirinin etkilerini  taşıyan bu manzumelerin ardından 1945’li yıllardan sonra  toplumcu-gerçekçi şiire yönelerek o  anlayışta manzumeler yazmıştır. Mehmet Kaplan’a göre, “yolunu şaşırmış .. gençleri haklı, masum, yiğit gösteren şiirler” yazan “Ceyhun Atuf Kansu, Cumhuriyet devrinde yetişen  tek kötü şair değildir. Ondan daha kötü yüzlerce şair vardır.”

 1940 kuşağı olarak  tanınan  toplumcu-gerçekçi  şairlerden olan Ömer Faruk Toprak  (ö.1979), hece vezniyle kaleme aldığı  ilk  şiirlerinde  romantik ve  ferdî duygularını  işlemiştir. Daha  sonra 1944’lü yıllardan itibaren “Yürüyüş ve Ant dergilerinde yayımlanan toplumsal gerçekçi şiirleriyle tanınmıştır.” Şairliğe  ilk  adımını  1935’li  yıllarda  yazdığı  şiirleriyle  atan  Nevzat  Üstün  (ö.1979),  1940 sonrası  toplumcu-gerçekçi  şairleri  arasında  sayılmış,  “1946’dan  sonra  Garip  akımının  izlerini  taşıyan şiirleriyle tanın(mış), daha sonra toplumcu gerçekçi bir çizgiye yönelmiş”ve o tarzda şiirler yazmıştır. Şiir  yazmaya  1940’ta  başlamasına  rağmen  ilk  şiirini  1943  yılında  Yurt  ve  Dünya  dergisinde yayımlayan  Enver Gökçe  (ö.1981),  toplumcu-gerçekçi  şiirleri  ile  tanınmıştır.  “Halk  şiirinin  söyleyiş özelliklerinden yararlanmış, genellikle kısa dizelerden oluşan, kendine has toplumcu bir şiir geliştirmiştir. Hayatına karışan olayların toplumsal bir bakış açısıyla işlendiği bu şiirlerde, kimi zaman kendinden sonra gelenleri etkilemiş bir şairdir.”

1940 sonrası  toplumcu-gerçekçi şairler arasında düşünce öğesi ağır basan şiirleriyle Suat Taşer (ö.1982),  özellikle  ilk  şiirlerinde  (1940-1950),  bu  sert  vurgulu  fikrî  öğenin  slogancılığa  uzandığı görülür. Daha  sonraki  şiirlerinde  ise,  ferdî  duyguları  işler. Bu  dönemde  yazdıklarının  bazıları  da  yergi özelliği taşır.

İlk  şiirlerini  ‘Ali Karasu’  takma  adıyla  Ses  ve Yeni Edebiyat dergilerinde  yayımlayan A.Kadir,  şiir  yazmayı  ölümüne  dek  sürdüre(rek)  toplumcu  şiirin  öncüleri arasında yerini aldı... Şiirlerinin özünü savaş acıları, yoksul kişiler, yaşama sevgisi, özgürlük ve daha iyi bir dünya özlemi vb. gibi toplumsal gerçekler oluşturur.

Şiire  1943  yılında  Kovan  [İzmir]  dergisinde  yayımlanan  şiiriyle  başlayan  Metin  Eloğlu (ö.1985), Garip akımının  izleri de bulunan  ilk şiirlerinde açık ve anlaşılır bir dille  toplumsal konuları işlerken, daha  sonra  İkinci Yeni  şiirinin etkisiyle kapalı,  soyut, alışılmış dil kurallarına  ters düşen daha çok  kelimelere  ağırlık  veren  şiirler  yazmıştır.  Şiirlerinin  ortak  özellikleri  aşk,  yaşama  sevinci,  küçük tersliklerin yarattığı öfkeler, toplumsal aksaklıkların eleştirisidir.

İlk  şiirini  1940’ta  Seçme  Şiirler  Demeti’nde  yayımlayan Ahmed  Arif  (ö.1991),  “belli  bir çevrede çok şöhret kazanmış” bir şair olarak dikkati çeker. “Cemal Süreya’ya göre Ahmed Arif şiirlerinde ‘Doğu Anadolu’nun, sınırboylarının yersel görüntüleri içinde oraların türküleri’ni kalkındıran bir şairdir... Ahmet  Arif,  doktrin  itibariyle marksisttir...  Ahmet  Arif’in  şahsiyetini  başlıca  üç  özellik  teşkil  ed(er): Doğulu oluş, Marksizm ve gerillacılık... Ne Doğulu oluş, ne Marksizm, ne de gerillacılık bir  insanı şair yapmaz.” Ahmed  Arif  şiirlerinde,  içlerinde  yaşayarak  onlarla  bütünleştiği  Anadolu  insanlarının  her türlü sorunları ve beklentilerini dile getirmiştir. En çok hapishane atmosferi, özgürlük, dayanışma, özlem, umut, korkusuzluk, umarsızlık, halkın çekisi, baskılar, yiğitlik gibi konu ve izlekleri işlemiştir.

Şairliğe adımını 1927 yılında atan Rıfat Ilgaz (ö.1993) 244, halk şiiri tarzında bireysel duygularını dile  getiren  ilk  şiirlerinden  sonra  1940’tan  itibaren  toplumsal  gerçekçilik  tarzını  benimseyerek fakir insanların  acılarını  ve  sevinçlerini  konu  edinen mizah,  yergi  ve  eleştirel  öğelerle  yüklü  şiirler  kaleme almıştır. Şairliği yanında mizahî hikâye ve  romanlarıyla, özellikle Hababam Sınıfı  (1959)  adını  taşıyan romanıyla tanınmıştır.

Kendine özgü biçim denemeleriyle dikkati çeken 1940 sonrası toplumsal-gerçekçi şairlerden biri olan Can Yücel (ö.1999), halk deyişlerinden, tekrarlardan ve argodan yararlanarak esprili bir şiir diline yönel(miş)  ve  kimi  zaman  yergiye  kaçan  bir  anlatımla  toplumsal  konuları  işlemiş(tir). Manzum vasiyetnamesinde “dua istemediği”ni ve “ölüm bir eşek şakasıdır” ifadeleri alaycı tavrını açıkça gösterir. Can Yücel’in göze çarpan en önemli özelliği günümüz şiirinde gittikçe yaygınlaşan dil malzemesindeki argo ve küfrün bolluğudur

Edebiyatımızda 1940 kuşağı olarak tanınan şairlerden biri olarak Mehmet Kemal (Kurşunluoğlu, d.1920),  toplumsal  bozuklukları,  kimi  zaman  ince  bir  duyarlıkla,  kimi  zaman  da  yergiye  kaçan  bir anlatımla dile getirmiştir... Şairliği düzyazılarına da yansır, canlı ve akıcı bir anlatımı var(dır).

İlk şiirlerinde ‘Arif Hüsnü’ ve ‘Arif Barikat’ mahlaslarını kullanan Arif Damar (d.1925), 1940 sonrası  toplumsal-gerçekçilik  anlayışına  bağlı  bir  şair  olarak  “toplum  sorunlarına  bağlı,  toplumun gelişmesine destek olan, toplum mutluluğu için savaşan bir sanat” anlayışından hareketle, şiirimizdeki değişimleri  yakından  izlemekle,  bu  değişimlerden  etkilenmeye  açık  olmakla  birlikte  ‘yaşanılan  ortama koşut bir siyasal öz ve bunu yalın, anlaşılır bir dille şiirleştiren bir biçim bütünlüğü’ taşıyan şiir anlayışını sürdürmü(müş); eşitlik, özgürlük, işsizlik, ekmek kavgası, siyasal ve bireysel zorbalığa karşı çıkış, emeğe ve  emekçiye  saygı  gibi  yaşamı  doğrudan  etkileyen  olguları  toplumcu  bir  dünya görüşü  açısından işle(miştir).

Köy Enstitülü toplumcu gerçekçi şair ve yazarlardan biri olan Mehmet Başaran (d.1926), Köy Enstitüleri Dergisi’nde şiirler yayımlayarak edebiyata girmiş,  toplumcu bir dünya görüşüyle şiirlerini ve diğer nesir türündeki eserlerini yayımlamıştır.

Öğrencilik  yıllarında  1942’de  şiir  yazmaya  başlayan  Şükran  Kurdakul  (d.1927),  vezinli  ve kafiyeli  tarzdaki  geleneksel  tarzda  kaleme  aldığı  ilk  şiirlerinden  sonra,  yeni  şiirin  imkânlarından yararlanarak  toplumsal gerçekçi şiire yönelmişve o dünya görüşünün şiirlerini yazmıştır. “Toplumsal acılar  karşısında  duyarlı  bir  insanın  tepki  ve  başkaldırmalarını  yansıttığı  şiirleri  zaman  zaman  yüksek sesle ve kalabalıklara okunmaya elverişli şiirlere de dönüşen” Şükran Kurdakul, şiir yanında edebiyat tarihi alanındaki çalışmalarıyla da tanınmıştır.

Sonuç  olarak  ifade  etmek  gerekirse,  yukarıda  da  değinildiği  gibi,  Sosyalist  veya  bir  başka ifadeyle Marksist şiir hareketi, başta Nazım Hikmet olmak üzere ilk temsilcilerin gayretiyle kökü dışarıda bir  dünya  görüşüne  dayandığı  halde  kendilerine  1940  kuşağı adı  verilen  şairler sayesinde  bu yıllardan  sonra,  1950-1960  yılları  arasında  kısa  süreli  kabuğa  çekilmelere  rağmen,  daima  ele  geçen fırsatlar  iyi kullanıldığı  için, bilhassa 1960’lı yıllardan  itibaren   etkisini genişleterek Türk şiirini nüfuzu altına alacak diğer toplumcu şairlerle 1980’li yıllara kadar güçlü bir biçimde dairesini genişleterek gelir. Ancak, 12 Eylül 1980 askerî darbesinin oluşturduğu ortamda gerilemeye başlar, 1990’lı yılların başında Rusya’da başlayan demokratikleşme hareketleri ile asıl kaynağını kaybederek etkinliğini kaybeder.

1950  Kuşağı:  1950’den  sonra  girilen  demokratik  dönemde  memlekette  fikirler  çoğalır  ve çeşitlenir. Buna bağlı olarak, muhtelif karakterli edebî  topluluklar ve edebî verimler doğar... Reaksiyon edebiyatları  ve  reaksiyon  edebî  toplulukları,  akımları  görülür.Kısaca  ifade  etmek  gerekirse, Cumhuriyet devri Türk şiiri bu tarihlere ulaştığında önemli şiir akımlarını oluşturan edebî kuşaklara şahit olur. Bunlardan biri Hisarcılar, diğeri Maviciler’dir.

 

(a)Hisarcılar (1950-1980): 

Çeşitli  vesilelerle  1948  yılından  itibaren  Ankara  Halkevi’nde  (şimdiki  Türk  Ocağı  binası) toplanarak  edebiyat  sohbetlerinde  bulunan  ve  halkın  teveccühlerini  kazanan  gençler, Garipçilerin  veya Birinci Yenilerin  ‘yeni  şiir’  olarak  niteledikleri  anlayışın  başlangıçta  dikkatleri  üzerlerine  çekmelerine rağmen  bu  tarihlerde  tamamen  çığırından  çıktığını  ve  dejenere  olduğunu  kabul  ederek  bu  anlayışa  ve sosyalist şiire bir reaksiyon olarak yoksunluğunu hissettikleri bir dergi çıkartmak ve etrafında toplanmak isterler.  Bu  konuda  Behçet Kemal  Çağlar’ın  özel  bir  gayret  gösterdiği  ifade  edilir.Mehmet  Çınarlı tarafından  1949  yılında  ilk  dergi  çıkartma  teklifi  ileri  sürülmüştür. Bu  nedenle,  “yabancı  taklitçiliğine karşı  millî  sanatı,  ideoloji  baskısına  karşı  hür  düşünceyi,  dilde  tasfiyeciliğe  karşı  yaşayan  Türkçe’yi savunmasını”  arzuladıkları  derginin  adı  konusunda,  başlangıçta  “Kale”  denilmesi  düşünülmüşse  de “telaffuz  bakımından  ‘e’  sesinin  bir  düşüş  göstermesi  ve  ağzı  doldurmaması”  gibi  nedenlerden  ötürü bundan  vazgeçilerek,  yine  bahsi  geçen  ilkeleri  savunmada  kale  vazifesi  göreceği  anlayışıyla  “Hisar” adında görüş birliğine varılır.  Dergiyi  çıkarma  kararı  veren  sekiz  şair  [İlhan  Geçer, Mehmet  Çınarlı,  Gültekin  Samanoğlu, Mustafa Necati  Karaer, Yahya  Benekay,  Fikret  Sezgin, Hasan  İzzet Arolat  ve  Fehmi  Özçelik,  bir  de Munis Faik Ozansoy], Ankara’da Ulus Meydanı’ndaki Atatürk heykeline çok yakın bir yerdeki İstanbul Pastanesi’nde bir araya gelerek derginin yönetim kadrosunu gizli oyla seçerler ve süreç başlar. Adı geçen şairlerden Fikret Sezgin, Hasan  İzzet Arolat  ve Fehmi Özçelik  belli  bir  süre  sonra dergiden  ayrılırken, Nevzat Yalçın gruba katılır.

Hisar [Fikir ve Sanat Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1] 16 Mart 1950’de yayın hayatına başlar, 1957-1964 yılları arasında yayımını durdurur, 1964’ten itibaren fasılalarla neşredilir ve neticede 30 yıl 10 ay devam ettikten sonra, [Sayı: 277] Aralık 1980’de yayın hayatına son verir. 

Cumhuriyet devri Türk şiirinde Münis Faik Ozansoy (ö.1975), Mustafa Necati Karaer (ö.1995), Nüzhet Erman  (ö.1996), Mehmet Çınarlı  (ö.1999), Gültekin Sâmanoğlu  (ö.2003),  İlhan Geçer  (ö.2004), Yahya  Benekay  (d.1925)  ve  Nevzat  Yalçın  (d.1926)’dan  oluşan  şairler  grubuna  çıkartmış  oldukları dergiye nispetle Hisarcılar adı verilir. Edebiyat  ve  sanat  dünyasına  atılan  her  edebî  nesil  gibi  derginin  ilk  sayısıyla  birlikte  niçin çıktıklarını,  neye  karşı  olduklarını  ve  neyi  savunacaklarını  dile  getirecek  poetika  niteliğinde  bir  yazı Mehmet Çınarlı  tarafından  yazılır,  fakat Munis Faik Ozansoy’un  “Bunu  doğru  görmüyorum. Herkes çok  lâf  ediyor,  bir    ortaya  getirmiyor.  Şunu  yapacağız,  bunu  yapacağız  demektense  eserlerimizle  ne olduğumuzu  gösterelim.  Yazılarımızı,  şiirlerimizi  neşredelim,  herkes  bizim  ne  olduğumuzu  görsün. Başlangıçta böyle bir manifestoya lüzûm yok” demesi üzerine neşredilmesinden vazgeçilir. Bu nedenle, Mehmet Çınarlı bir bildiri ile ortaya çıkmadıklarından, zamanla değerlendirmelerde bir takım yanlışlıklar yapıldığını bizzat söyler. Bu eksikliği kaleme aldıkları yazılarda ve çeşitli vesilelerle kendileriyle yapılan röportajlarda  gidermeye  çalışmışlardır.  Örneğin,  1967  yılında  Hisarcıların  katıldığı  ve  H.  Rıdvan Çongur’un  hazırlayıp  sunduğu  “Anadilimiz”  adlı  Türkiye  Radyolarında  sunulan  bir  programda Hisarcılar’ın sanat anlayışları, Hisar dergisinin yayın ilkeleri ve tarihçesi anlatılır.Hisar  dergisinde  de  yayımlanan ve  kaynaklarda  kullanılan  bu  metinden  hareket  edilerek Hisarcıların Ortak Amaçları dört ilke halinde şöylece sıralanabilir:

1-Sanat hiçbir ideolojinin veya siyâsî görüşün propaganda aracı yapılamaz. Sanatçı eserini yaratırken  tamamıyla hür ve bağımsız olmalıdır: “...Bu  ilkelerin başında  sanatın bağımsızlığı gelir. Bize göre  şairin  veya  yazarın  kalemini herhangi bir ideolojinin  hizmetine  vermesi  onun  bir  sanatçı  olarak  ölümü  demektir.  Sanat  eserinin  bir  propaganda vasıtası haline getirilmesinin kesinlikle karşısındayız.”

2-Batıyı taklit veya kopya ederek, millî bir sanat yaratılamaz.  Türk  sanatı  kendi  rengi,  havası  ve  özellikleri  içinde  geliştirilebildiği  takdirde  bir  değer kazanır ve Batı sanatıyla boy ölçüşmek  imkânını bulur: “... Hisar’ı çıkaranların üzerinde birleştikleri ikinci  ilke,  modern  Türk  edebiyatının  Batı’nın  bir  kopyası  olmaktan  çıkarılıp  millî  bir  karaktere kavuşturulmasıdır...  Batı  edebiyatı  iyice  incelenip,  bu  edebiyatın  ürünlerinden  faydalanılması  elbette lüzumludur.  Ama  bu  faydalanma  hiçbir  zaman  taklitçilik  ve  kopyacılık  şeklinde  olmamalıdır.  Biz  bir milletin  edebiyatının,  o  milletin  edebiyatının,  o  milletin  ruhunu,  mizacını,  özelliklerini  aksettirmesi gerektiğine  inanıyoruz. Kısacası  sanat  eseri millî  bir  karakter  taşımalıdır.”

 3-Sanatın  sürekli  olarak değişmesi, yenileşmesi esastır. Fakat bu değişme ve yenileşme eskiyi red ve  inkâr ederek, eskiyle bütün bağları kopararak,  sağlıklı ve  tutarlı bir  şekilde gerçekleştirilemez. Yeni eskiye dayanmalı, eskiden güç almalıdır:  “... Bize  göre  sanatta  yenilik,  eskiyle  bütün  bağları  koparıp  soysuzlaşmak  demek  değildir. Yeni mutlaka eskiye dayanacak eskiden kuvvet alacaktır. Yahya Kemal bunu; “Ne harâbî ne harâbâtîyim /  Kökü  mâzide  olan  âtîyim”  beytiyle  ifade  eder...  Biz  bu  anlayışla,  Hisar’da,  kökümüzden  kopmadan bugünün  sanatını  vermeye  çalışıyoruz.  Şiirde  yenilik  yapmak  için  vezni  veya  kafiyeyi  atmayı  zarurî görmediğimiz  gibi,  yeterli  de   görmüyoruz.  Hisar’da  aruz,  hece,  serbest  her  üç  şekilde  de  şiirler yayınlanıyor. Ama bunların hepsinin de yeni bir ruh ve anlayışla yazılmış olmasına elden geldiği kadar dikkat ediyoruz.”

 4-Edebiyatın dili, yaşayan, konuşulan, canlı dildir. Konuşulan dilde Türkçe karşılığı bulunan yabancı kelimelerin yazı dilinden çıkarılması yerinde olmakla birlikte, kelimelerde bir ırk ayrımı yapılarak,  halkın  kullanıp  durduğu  ve  kendi  hançeresine  uydurduğu  kelimelerin,  asılları  Arapça  veya Farsça’dır  diye  dilimizden  atılıp  yerlerine  “öztürkçe”  adıyla  yeni  kelimeler  uydurulması,  özellikle, “Öztürkçe”  sayılan  bir  kelimeye  çeşitli  kavramları  karşılama  görevi  verilerek  nüansların  ortadan kaldırılması,  dilin  fakirleştirilmesi  doğru  değildir:  “Bizim  üzerinde  titizlikle  durduğumuz  ve birleştiğimiz  dördüncü  nokta  da  dil  konusudur...  Yalnız  şunu  tekrarlayayım  ki  biz  yaşayan  canlı Türkçe’nin  edebiyat  dili  olmasına  taraftarız. Halkın  konuştuğu  dilden  ayrı  bir  yazı  dili,  adeta  yeni  bir divan dili yaratılmasını son derece zararlı buluyoruz.” Edebiyat  tarihinde  ‘Hisarcılar’ olarak yer alan bu edebî  topluluk  için merhum Mehmet Kaplan, “Çoğu  Hisar  dergisinde  toplanan  bir  şairler  grubu,  ...  her  biri  kendisine  has  bir  üslup  ve  tutumla materyalist-marksist  dünya  görüşüne  karşı  milliyetçi  ve  memleketçi  hayat  görüşünü  savunurlar” değerlendirmesinde bulunmuştur. Şimdi Hisarcılar üzerinde kısaca duralım.

Şairliğe  ilk  adımını  1930’larda  daha  Galatasaray  Lisesi  öğrencisiyken  yayımladığı  şiirleriyle adımını atan Münis Faik Ozansoy (ö.1975), dönemin çeşitli dergilerinde şiirlerini yayımladıktan sonra, 1950’de Hisar dergisinin kuruluşuna ve çevresinde toplanan Hisarcılar grubuna katılmıştır. Aruz ve hece veznini kullanan şair vezinli kafiyeli tarzdaki şiirleriyle Yahya Kemal tarzına bağlı bir şair olarak politika ve ideolojiden uzak sade ve açık konuşma dili ile şiirler yazmıştır. Şiirlerinde ‘zaman ve ölüm,Tanrı’ya yöneliş, yakınlarının kaybından duyduğu  ızdırap, aşk ve  tabiat, millî ve kültürel değerler ... vb.’  işlediği konular arasındadır.

Şiir yazmaya  ilkokul sıralarında (1938) başlayan, Kayseri Gazetesi’nde 1942 yılında neşredilen ‘Türk’  adlı  şiirinin  dışında,  aynı  yıl  “ortaokul  birinci  sınıfta  iken” bir  edebî  dergide  de  “Yurdumun Dağlarına” adlı şiiri yayımlanarak şairliğe adımını atan  Mustafa Necati Karaer (ö.1995), bu tarihten itibaren dönemin çeşitli dergilerinde şiirlerini yayımladıktan sonra, 1950’de Hisar dergisinin kuruluşuna ve  çevresinde  toplanan  Hisarcılar  grubuna  katılmıştır.  Şiirinde  çocukluğunda  dinlemiş  olduğu  halk hikâyeleri ve ninnilerinin tesiri büyüktür. “Şiirin kaynağı sevgi ve güzelliktir” iddiasında bulunan şair, ‘aşk ve kadın, ölüm ve mistisizm ... vb.’ konuları işlemiştir. Arkadaşları gibi sosyalist şiir ve İkinci Yeni şiirine karşı tezlerle Hisarcıların sanatta ileri sürdükleri ilkelere uygun tarzda şiirler kaleme almıştır. Şiirlerini 1942 yılından itibaren başta Yedigün dergisi olmak üzere çeşitli dergilerde yayımlayan Nüzhet Erman (ö.1996), 1950 yılında çıkan Hisar dergisi etrafında şekillenen Hisarcılar grubuna dahil olarak  derginin  sürekli  yazan  şairlerinden  olmuştur.  Geleneksel  Türk  şiirinin  biçim,  dil  ve  üslûp özelliklerini yansıtan şiirlerinde memleket ve Anadolu  insanının problemlerini ele almış ve kendi şiirini “yüzdeyüz  hürriyet  ve  sosyal  güvenlik  içindeki  tok,  sağlıklı  ve  okumuş  insan  özlemişle  dolu  olan eserlerimle  onun,  akvaryum  aydınlarının  keyfini  kaçıran  sanat  anlayışının  tam  bir  kesitini,  özellikle epeski ve taptaze Anadolu’yu bulmak mümkündür” cümleleriyle anlatmıştır.

İlk şiirlerini lise talebesi iken 1941’den itibaren başta Antalya Gazetesi olmak üzere devrin diğer dergilerinde  yayımlayan  ve  bilhassa  Çınaraltı  dergisinde  çıkan  şiirleriyle  tanınan  Mehmet  Çınarlı (ö.1999),  1950  yılında Hisar dergisinin kurucuları  arasında  yer  alır  ve  bu  dergi  etrafında  kümelenen Hisarcılar  grubunun  en  güçlü  ve  adı  dergiyle  özdeşleşen  bir  siması  olarak  dikkati  çeker. Gerek Hisar dergisinde  ve  gerekse  diğer  dergilerde  grubun  sanat  ve  edebiyat  anlayışını  gündeme  getiren  derginin teorisyen şahsiyetlerinden biridir. Türk şiirinin geleneksel değerlerine bağlı kalarak aruz ve hece vezniyle kaleme  aldığı  şiirlerinde  şekil  ve  muhteva  mükemmelliği  dikkati  çeker.  Fakat  kendisinde  “geleneğe uymakla beraber, onu aşan bir  taraf”ın var olduğu  söylenir. Şiirlerinde  şekil, ahenk ve manayı  ihmal etmeyen şair, dil konusunda da hassastır ve bir kuyumcu titizliğiyle kelimelerini seçer. Vezinli ve kafiyeli tarzdaki şiirlerinde ‘gazel, yeni mesnevi, dörtlük ve beşlik, vb.’ gibi nazım şekillerini kullandığı görülür. 

İlk  şiir  tecrübelerini  değişik  mahlaslar  kullanarak  Konya’da  neşredilen  gazeteler  ve  başta ‘Bayrak, Nilüfer, Güney, vb.’ dergiler olmak üzere devrin  çeşitli dergilerinde yayımladıktan  sonra,  asıl soyadı  ‘Samancı’  olmasına  rağmen,  1948  yılında  ‘O  Kadın’  adlı  şiirinin  ‘Sâmanoğlu’  imzasıyla ‘Çınaraltı’ dergisinde  çıkışıyla dikkatleri üzerine  çeken Gültekin Sâmanoğlu  (ö.2003), 1950-1957 ve 1964-1980 yılları arasında bilhassa bir teğmen olarak kurucuları arasında bulunduğu Hisar dergisinde ve diğer  çeşitli  dergilerde  yazarak  tanınmıştır.  “Yaşantının  dağınık  duyularla  idrakine  dayanan  şiirlerinde, saadeti ve güzelliği arar. Hatıraların, esrarlı müphem duyguların anlatıldığı bu şiirlerde, şair dıştan gelen etkilerin ortadan kaldırılmasıyla mutluluğa ulaşır.” Vezinli  (hece) ve kafiyeli şiirlerinde sade, açık ve konuşma dilini kullanan şair, politik fikirlerden uzak kalmasına rağmen, dinî ve millî duygulara bağlıdır.

Şiir yazmaya öğrencilik yıllarında yazmasına  rağmen  ilk  şiirini 1934 yılında Vakit gazetesinde yayımlayarak  şairliğe  adımını  atan  İlhan  Geçer  (ö.2004),  dönemin  çeşitli  edebiyat  dergilerinde yazarken  1950  yılında  kuruluşuna  katıldığı  ve  idari  görevlerinde  bulunduğu Hisar  dergisinde  şiirlerini yayımlar.  Hece  vezni  ve  serbest  tarzda  kaleme  aldığı  şiirlerinde  bir  duygu  ve  hüzün  şairi  olarak görünür.Hisarcılar  içinde  ‘sanat sanat  içindir’ görüşünü savunan ve şiir hakkındaki görüşlerini  ‘Şiire Dair’adlı  yazısında  dile  getiren  şair,  şiirlerinde  “aşk  ve  hüzün,  karamsarlık,  yalnızlık,  geçip  giden yılların özlemi, anılar” vb. konu ve temleri işlemiştir.

İlk şiirlerini 1941 yılından itibaren Çınaraltı ve 1949’da Şadırvan dergisinde yayımlayan Yahya Benekay (d.1925), Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi olarak 1950 yılında çıkan Hisar dergisi etrafında şekillenen  Hisarcılar  grubuna  dahil  olarak  derginin  şairleri  arasına  girmiştir.  Şiirlerini  henüz kitaplaştırmamış olan şairin, Hisar’da yazıları hariç, toplam 19 adet şiiri yayımlanmıştır. İlk  şiirlerini  Kıbrıs’ta  Nevzat  Yalçın  (d.1926),  1950  yılında  çıkan  Hisar  dergisi  etrafında şekillenen Hisarcılar grubuna 4.sayıdan itibaren dahil olarak derginin idarî görevlerini de üstlenen bir şair olarak  tanınmış  ve  edebî  şahsiyetini  bu  dergide  bulmuştur.  “Edebiyat  ortamına  aruz  vezniyle  yazılmış şiirlerle  giren Nevzat Yalçın, Hisar’da  ağırlıklı  olarak  hece  vezniyle  ve  serbest  tarzda  yazılmış  şiirler yayınlar.” İngiltere  tecrübesi  olan  şair,  Hisarcılar  içinde  Batı  şiirine  en  fazla  tanıdık  ve  bağlı  olan Nevzat  Yalçın,  eserleri,  sanat  ve  dil  hakkındaki  poetik  görüşlerini  Ahmet  Kabaklı’ya  yazılı  olarak açıklamış, şiirlerinde ‘Kıbrıs Türklerinin dramı, aşk, yurt özlemi, toplumsal sorunlar ve anarşi, vb.’ gibi konu ve temleri işlemiştir.

 (b)Maviciler (1952): 

Teoman Civelek’in sahipliğinde Ankara Atatürk Lisesi öğrencileri Ülkü Arman, Ümran Kıratlı, Bekir Çiftçi ve Güner Sümer tarafından çıkartılan ve daha sonra dönemin yazar ve şairlerini de çevresinde toplayan Mavi [Aylık Fikir ve Sanat Dergisi, Sayı: 1-24, 1 Kasım 1952 - 1 Ekim 1954; bir aylık aradan sonra devamı mahiyetinde Son Mavi, Sayı: 1-8, 1 Aralık 1954 - 1 Nisan 1956] adlı dergi, Cumhuriyet devri Türk  şiirinde Mavicilerveya Mavi Hareketi  diye  bilinen  yeni  bir  edebî  topluluğun  oluşumuna ortam hazırlar. 

(a)İkinci Yeniler veya Anlamsızlar (1955):

 Cumhuriyet devri Türk  şiirinde Garipçiler  ile başlayan  şiir  anlayışının  tüm yenilik  iddialarına rağmen zamanla eskimeye yüz tutması ve geçmişi toptan inkâra kalkması üzerine, 1950’lere gelindiğinde ‘Hisar’ dergisi etrafında toplanan şairler grubu olan Hisarcılar, 1952 yılına gelindiğinde ise ‘Mavi’ dergisi etrafında  toplanan,  özellikle  Attila  İlhan’ın  yönlendirici  olduğu  Mavi  hareketi  taraftarlarının  şiddetli eleştirileri  devam  ederken,  önceleri  1953  yılından  itibaren Yeditepe, Yenilik, A,  İstanbul  ve  Şiir  Sanatı gibi dergilerde, 1956’dan sonra  ise Pazar Postası dergisi başta olmak üzere dönemin diğer dergilerinde şiirlerini  neşreden  Turgut Uyar  (ö.1985),  Edip  Cansever  (ö.1986),  Cemal  Süreya  Seber  (ö.1990),  Ece Ayhan  (ö.2002),  İlhan  Berk  (d.1916),  Ercüment  Uçarı  (d.1928),  Kemal  Özer  (d.1935),  Ülkü  Tamer (d.1937) ve  dünya  görüşü  itibariyle  farklı  bir  şahsiyet  Sezai Karakoç  (d.1933)  gibi  şairler,  İkinci Yeni hareketi olarak daha farklı bir şiir anlayışıyla ortaya çıkarlar. Edebiyat  teorisi  açısından  bakıldığında  edebiyat  araştırmacısı  ve  incelemecileri  tarafından  bu şiirin  başlangıcı,  bitişi,    akım  olup  olmadığı,  adı,  ömrü  ...  vb.  pek  çok  konu  üzerinde  tartışmaların yapıldığını  kabul  etmek  gerekir.İkinci Yeni’nin  bir  ‘akım’  olup  olmadığı  konusunda  farklı  görüşler ileri sürülmüştür. Örneğin, Asım Bezirci, Attila İlhan, Edip Cansever, Ramazan Kaplan ve Memet Fuat dahil bu bağlamda yazı yazanların pek çoğuna göre  İkinci Yeni akım değildir,  fakat  İlhan Berk, Cevdet Kudret, Mehmet Kaplan, ve Muzaffer İlhan Erdost ise bu şiir hareketinin bir akım olduğu

görüşündedirler.  Yine  “bu  hareketle  ilgilenenler,  İkinci  Yeni’nin  ömrü  konusunda  genellikle  birbirine yaklaşan ifadeler kullanır. Gerek araştırmacılar, gerekse içinde yer alanlar, hareketin ömrünün ‘5-6 yıl’lık kısa  bir  zaman  dilimini  kapsadığı,  öyle  ki,  bu  sürecin  ‘ilk  ve  kesin  belirtileri’nin  1955-56  yıllarında Yeditepe dergisinde görüldüğü, ‘gelişmesi, dal budak salması,  tartışmalara konu olması’  ise 1956-1958 yıllarında Pazar Postası’nda  olduğu  ve  bu  tarihlerden,  özellikle  de  ‘1960’tan  sonra’  kendi  derinliğine çekildiği  yolundadır.” Ramazan Kaplan  da,  “Sınırlı  bir  kadroya  sahip  olmayan  bu  hareket,  pek  çok taraftar  bulmuş,  pek  çok  tenkide  uğramış  ve  nihayet  1960’a  doğru  gücü  zayıflamaya  başlayarak kendisiyle birlikte oluşan canlı şiir ortamı da sönmüştür.”cümleleriyle benzer bu görüşü paylaşmıştır. Dönemin  edebiyat  çevrelerinin  etkin  dergisi  Varlık,  bu  şairler  grubunun  eserlerini yayımlamamakla onların bir karşı grup olarak Ankara’da neşredilen Pazar Postası ve diğer dergilerde bir araya gelmelerinde etkili olmuştur. 

İkinci  Yeni’nin  isim  babası  Muzaffer  Erdost’tur.  Onun,  Akis’in  edebiyat  sayfasında  çıkan “Şiirimizin Kaderi” adlı imzasız bir yazıya cevap olarak kaleme aldığı “İkinci Yeni”adlı yazısı, bu şiir hareketine  ad  olarak  benimsenmiştir.  Ancak  bu  adı  da  gerek  mantıksal  açıdan  ve  gerekse  pratikler açısından eleştirenler ve doğru bulmayanlar vardır.Öte yandan, her şiir hareketi gibi İkinci Yeni’ye de biri politik diğeri sanatsal olmak üzere başlıca iki açıdan eleştirilerin yöneltildiği, hatta bu şiir hareketinin özelliklerinin  tespitinde  bu  iki  yaklaşımın  belirgin  olduğunu  belirtmekte  yarar  vardır.  Örneğin,  olaya politik bir açıdan yaklaşarak Garip şiirini  ‘İnönü Diktası’nın şiiri” olarak gören Attila  İlhan  için “İkinci Yeni ise Menderes Diktası’nın” şiiridir.

İkinci Yeniler’e “anlamsızlar”, şiirine  ise “anlamsız şiir” de denilmektedir. Bunun şiirde anlam konusundan  hareket  edilerek  yapılan  bir  adlandırma  olduğunu  unutmamak  gerekir.  Cevdet  Kurdet’in dediği  gibi,  “İkinci  Yeni,  figürlü  resme  tepki  olarak  doğan  soyut  resmin  yaptığı  işi  edebiyatta  şiire uygulayarak, anlamlı şiire karşı bir soyut şiir kurma çabası gibi görünmektedir; buna ikinci bir ad olarak “anlamsız şiir” denmesi de buradan geliyor.”Sezai Karakoç istisna edilecek olursa, Mehmet Kaplan’ın tespitine göre, “Bizde İkinci Yeni adı ile anılan akım, Gerçek-üstücülük, İmgecilik (imagisme) akımı  ile Marksist ideolojinin bir karışımıdır.”

Görüldüğü  üzere,  dünya  görüşü,  inanç,  felsefî,  sosyal,  siyasal  ve  estetik  anlayış  bakımından karışık bir grup olan  İkinci Yeniler edebiyat ortamına belli bir manifesto yayımlayarak çıkmamışlardır. Bu nedenle İkinci Yeni şiir hareketinin özellikleri belli bir ortak poetik görüşü yansıtan metinlerden değil, bu  hareket  içinde  eser  veren  şairlerin  bizzat  şiirleri,  röportajları,  şiir  üzerine  yazıları,  hatıraları  ...  vb. materyaller  üzerinde  inceleme  ve  araştırma  yapan  eleştirmenler  ve  akademisyenlerce  tespit  edilmeye çalışılmıştır. Kaynaklara  bakıldığında  İkinci Yeni  şiirinin  özellikleri  verilirken  edebî,  siyâsî  ve  içtimâî sayılabilir. İkinci  Yeni  Şiirinin  Özellikleri’ni  şöylece  sıralamak mümkündür:  Asım  Bezirci  tarafından  bu konu üç kategoride ele alınır:

(a)Birinci Yeniye Karşı:

1-İmgeye (sembole) kapılarını yeniden ve sonunakadar  açmak. 

2-Edebî  sanatlara  özgürlük  tanımak. 

3-“Basitlik,  alelâdelik  ve  sadelik”ten  ayrılmak. 

4-Konuşma diline, ortak dile sırt çevirmek.

5-Halkın hayatından ve kültüründen uzaklaşmak. Folkloru şiire düşman bellemek.

6-Şehirli “küçük adam”a tip çizmeğe boş vermek.

7-Nükte, şaşırtma ve tekerlemeden kaçmak.

8-Şiiri ustan ve anlamdan kaydırmak.

9-Duyguya ve çağrışıma yaslanmak.

10-Konuyu, hikâyeyi, olayı atmak.

11-“Fakir ekseriyete”e değil, “aydın azınlığa” seslenmek.

(b)Birinci Yeni’ye Yakın:

1-Garip akımı  gibi,  İkinci  Yeni  de  Türk  şiiri  geleneğiyle  bağını  koparır.  Biliyoruz:  Garipçiler,  “vezniyle, kafiyesiyle, kitaplardan öğrenilmiş çeşitli sanatlarıyla bütün bir geleneğe” savaş açmışlardı. Gerçi, İkinci Yeniler böyle bir  savaşa kalkışmazlar,  ama gelenekle bir  ilişki de kurmazlar.

2-Garip  akımı gibi  İkinci Yeni de gözlerini çokluk Batı’ya çevirir; modern şairlere (özellikle de Gerçek-üstücülere) ilgi gösterir.

3-Garip  akımı  gibi  İkinci Yeni  de  “dizeci  (mısracı)  şiir”e  karşı  çıkar. 

4-Garip  akımı  gibi  İkinci Yeni  de ideolojik  “bağlalanma”ya  yanaşmaz...  “Salt  şiire,  arı  şiire”  varmaya  çalışır.  Bu  yüzden  de  Nazım Hikmet’in başlattığı ve öbür ülkücülerin sürdürdüğü Toplumsal/Toplumcu Gerçekçi akıma uzak durur.

5-Garip akımı gibi İkinci Yeni de biçime öncelik tanır, içeriği gereğince önemsemez. Bundan dolayı, çoğun biçimciliğe  kayar.

 6-Garip  akımı  gibi  İkinci  Yeni  de  toplumsallık,  sınıfsallık  ve  tarihsellik  bilincini taşımaz.

7-Garip  akımı gibi  İkinci Yeni de “siyaset dışı” kalır. 

(c)Birinci Yeni’nin Dışında:

1-İçerik ve biçimce Türk şiir geleneğinden bağları koparmak: Hatta, bu yolda Garipçileri bile geride bırakır.

2-Biçimi içerikten üstün ya da ayrı görmek, ona öncelik tanımak: Şiirde anlamı, düşünceyi, demeci, konuyu, temi, hikâyeyi,  tasviri –dolayısıyla  içeriği- ya önemsemez ya da dıştalar.

3-Dilde değiştirimlere (deformation) gitmek:  Bunun  için  konuşma  diline,  yaygın/ortak  dile  sırt  çevrilir,  soyut  bir  dile  ulaşmaya  çalışılır, Türkçe’nin  yapısı  zorlanır,  gramer  kuralları  az-çok  çiğnenir:  Sözdizimi  bozulur,  seslerle  hecelerin, sıfatlarla fiillerin yerleri değiştirilir ya da saptırılır, öznesi olmayan ya da anlamı tamamlamayan tümceler düzenlenir, birbiriyle  ilgisiz  ya da  az  ilgili  sözcükler yan yana getirilir  vb...

4-Anlatımda karıştırımlara (synaesthesia)  başvurmak: Bunun  için  duyular  ya  da  algılar  birbirine  karıştırılır: Bir  duyunun,  algının yerine öbürü konulur; değişik izlenimler, karşıt duyumlar ve imgeler arasında eşitlik kurulur; duyulardan (göz, kulak, burun, dil, deri) birine ilişkin algılar ya da sıfatlar başka bir duyuya mal edilir vb...

5-Özgür çağrışım yöntemini kullanmak. Bunun için ırak ya da kopuk çağrışımlarla çalışılır: Çağrışımlar arasındaki bağ ya iyice gevşetilir ya da kesilir; birdenbire bir çağrışımdan, bir imgeden, bir dizeden ötekine atlanır. Hatta, bazan –anlamı bozmak ya da kaldırmak için- ‘karşıt çağrışım’lara başvurulur; çağrışımların birlik ve  uyumuna  bakılmaz. 

6-Soyutlamaya  yönelmek. Bunun  için  parça  bütünden,  tekil  çoğuldan  koparılır: Gerçekte  birbirine  bağlı  olan  nitelikler  yahut  nesneler  tasarım  yoluyla  birbirinden  ayırılır;  varlıkların birçok  özelliklerinden  yalnızca  bir  ikisi  öne  sürülür;  insanlar  hem  birbirlerinden,  hem  de  kendilerini belirleyen  çağ,  çevre,  yer  ve  toplumdan  soyularak  sunulur;  sözden  (dolayısıyla  anlamdan,  konudan, düşünceden) kaçmaya  eğilimli  soyut bir dil kullanılır vb...

7-Anlamdan uzaklaşmaya yönelmek. Bunun için anlam bazan ya geriye itilir ya da atılır: Bir şeyi doğrulamak, anlatmak, tasvir etmek gibi işlemlerden, konu,  olay  ve  hikâyeden  sıyrılmaya  uğraşılır.  Bu  uğraşma  İkinci  Yeni’nin  “anlamsız  şiir”  diye adlandırılmasına  yol  açar.  Gerçi  şairlerin  hepsi  tümüyle  bu  ada  uygun  ürün  vermez,  ama  hiçbiri  de tümüyle ona sırt çevirmez. Her şair az ya da çok ona yakınlık duyar.

8-İmgeyi  içeriğin üstüne çıkarmak ya  da  dışına  kaydırmak.  Bunun  için  imge  anlamın  önüne  ya  da  yerine  geçirilir,  gerçeklikle  imgenin bağlantısı  gevşetilir  ya  da  koparılır,  karşıt  ya  da  uzak  çağrışımlı  imgeler  kurulur. 

9-Us  (akıl)  dışına yönelmek. Bunun  için  –seyrek  de  olsa-  usun  kuralları, mantığın  ilkeleri  aşılır  yahut  çiğnenir,  gerçeğin niteliği  bozulur  yahut  düzeni  yıkılır... 

10-Kapalı  olmak...  Değiştirim,  karıştırım,  soyutlama,  sıçrama, geleneksizlik, anlamsızlık, usdışılık vb. edimler şiirleri az ya da çok örtülü, güç anlaşılır, hatta bazan hiç anlaşılmaz kılarlar...

11-Okurdan uzaklaşmak  (yahut mutlu, aydın azınlığa  seslenmek)...  ‘Kapalı olmak’ gibi  ‘okurdan uzaklaşmak’ ve az okunmak da  İkinci Yeni’nin her zaman geçerli bir  ilkesi değildir.

12-İkinci Yeni ... okurları umursamadığı gibi halkı da umursamaz. Hatta, halka seslenmeye, konuşma diline yaslanmaya  karşı  çıkar. 

13-Çevreden  ayrılmak.  Bunun  için  ortak  dilden,  konuşma  dilinden  kaçılır. Yalnızca  şiirimizin  (geleneğimizin)  değil,  toplumumuzun,  ulusumuzun  da  tarihiyle  bağlar  çoğun  ya gevşetilir ya da koparılır. Hatta, daha ileri gidildiği de olur: Toplumsal/ulusal çevre gibi doğal çevreyle de pek  ilgilenilmez.  Eğer  arada  sırada  toplumdan,  doğadan  söz  açılırsa,  bu  da  genellikle  parçalayıcı, soyutlayıcı, değiştirici bir biçimde yapılır. Bunları  pekiştirmek  ve  örneklendirmek  gerekirse,  şu  cümlelere  yer  vermek  gerekli  olacaktır.

Cevdet Kudret’e göre, “Sürrealist şiire uygulanan bilinçaltını kurcalama yöntemlerinden de yararlanılarak kurulan  bu  yeni  akım,  soyutluğu  sağlamak  için,  alışılmadık  yeni  sözcükler  üretme  (canlamak, gecemsizlik,  çınsızlık),  hatta  anlamsız  sözcükler  uydurma  (üvercinka),  yeni  tamlamalar  kurma  (tenha boyun,  kolay  köşe,  ham  Cuma,  çınsızlığın  güvensizliği,  vb.),  yeni  anlatım  biçimleri  deneme  (gidip gelmemek biçimindeki oda, vb.), gramer kurallarını bozma (siz git ey, siz bak ey! –yüpyürek- dükkânlarsız, kahvelersiz  sokaklar,  vb.),  yeni mecazlar  kurma  (çıplak  ayaklı  camlar,  vb.),  cümle  içinde  sözcüklerin düzenini  bozarak  gerçeğin  alışılmış  düzeni  alt-üst  etme  (Bekle  ki  soğanlar  salatalar  yağsın,  /  Nisan yağmuru  yeşersin),  yeni  görüntüler  arama  (telgraf  tellerinde  gemi  leşleri,  vb.), birbiriyle  ilgisiz  öğeleri yanyana  getirme  (A  harfinden  bir  çarşı  güneşi  gözünüzde,  -Geri  rahvanımda  ön  akşam  tülü)  vb.  gibi yollara  başvurulmuştur...  İkinci Yeni  akımı,  böylece,  konuşma  dilinden  ayrı  bir dil  kurarak ve gerçeğe aykırı görüntüler icat ederek “anlam” ile ilişkisini koparma yoluna girmiş; bunun sonucu olarak, topluma dönük olma yerine çok dar bir aydın azınlığına seslenmiş; bir şey anlatma (hikâye etme, tasvir etme, vb.) yerine  uzak  çağrışımlarla  yetinmiş;  hatta  herhangi  bir  çağrışım  yapmadan  da,  sözcükleri  alışılmadık biçimlerde  istif  etmeyi  yeterli  görmüş;  bütünüyle  de,  şiirde  alışılmış  her  şeyi  (anlam  da  içinde olmak üzere) atma, bozma yolunu seçmiştir.”

İkinci Yeni şiiri ile Divan şiiri arasında sathî de olsa benzerlik kurulduğu iddia edilir. Hatta Asım Bezirci  bu  konuda  fikirlerini maddeler  halinde  sıralar,  fakat  objektif  bir  yaklaşımla  olaya  yaklaşılırsa,  benzerlik  veya  ilişki  denilen  şeyin  Divan  şiirinin  ruhu  ile  uzaktan  yakından  bir  ilişkisinin  olmadığı anlaşılır. Bu  şiirde  serbest nazım, mensur  şiir, dörtlük veya  sone gibi nazım  şekillerinin yanında Divan edebiyatı nazım şekillerinin [örneğin, gazel, kaside (münacat, naat), rubâî, mesnevî, şarkı, terkîb-i bend, tercî-i  bend,  müstezad  ...  vb.]  kullanılması  bu  görüşü  çürütmüş  sayılamaz. Bu  tavır  ve  algılama biçiminin  İkinci  Yeni  şiirinin  Birinci  Yeni’ye  tepki  olarak  doğmasından,  tez  olarak  onun  ilkelerinin zıddını savunma çabasından kaynaklandığı ileri sürülebilir. 

İkinci  Yeni  şiirinde  Batı  edebiyatında  da  önemsenen  şairler  izlenmiştir. Bu  bağlamda  Batı şiirinde etkin olan Sürrealizm, Egzistansiyalizm, Dadaizm ve Letrizm gibi akımların  İkinci Yeni şairleri ve şiiri üzerinde etkileri vardır.

....

Şairliğe  ilk  adımını  22 Haziran  1947’de  Yedigün  (Sayı:  46)  dergisinde  yayımlanan  ‘Yol’  adlı şiiriyle adımını atan ve ‘Arz-ı Hal’ şiiriyle 1948’de Kaynak dergisinin açtığı şiir yarışmasındaki ikinciliği paylaşmasıyla  Nurullah  Ataç’ın  takdirini  kazanarak  tanınan  Turgut  Uyar  (ö.1985),  Garip  şiirinin etkileri bulunan ve 1952 yılına kadar devam eden vezin ve kafiyeye yer verilen ilk şiirlerinde aşk, ayrılık, ölüm  gibi  bireysel  konuları  işlemiştir.  1952-1954  yılları  arasında  toplum  kuralları  ve  törelerle  çatışma temine önem veren Uyar, 1954’te  İkinci Yeni hareketine katılarak  topluluğun önemli  simalarından biri haline gelmiş, dolayısıyla önceki konu ve temalarla birlikte vezinli kafiyeli şiirden vezinsiz, kafiyesiz ve ‘anlamsız’ bir şiire yönelmiştir. ‘Divan’ adlı eseriyle gelenekle bağ kurmaya çalıştığı  iddia edilmişse de sathî bir çaba olmaktan ileri gidememiştir. Genel anlamda şiiri İkinci Yeni şiirinin özelliklerini gösterir. Mehmet Kaplan’a  göre,  “Turgut Uyar’ın  yaratıcı  kabiliyeti  Cemal  Süreya’dan  ve  İkinci Yeni  akımını benimseyen diğer şairlerden daha kuvvetli ve zengindir.”

Öğrencilik yıllarında Mart 1944’te İstanbul dergisinde yayımlanan bir şiiriyle şairliğe ilk adımını atan ve  ilerleyen  süreç  içinde bazısının kuruluşuna katıldığı pek çok dergide  şiirlerini yayımlayan Edip Cansever (ö.1986), bir arayış içinde olduğu ve Birinci Yeni tesirindeki ilk şiirlerinden sonra, 1954’ten itibaren  İkinci Yeni  ilkeleri doğrultusunda vezinsiz, kafiyesiz anlamsız bir şiire yönelir. Dönemin moda fikirlerinden Marksist  dünya  görüşü  ve  Varoluşçuluk  akımının  etkisindeki  şiirleri  yanında, kaleme aldığı  yazılarıyla  poetik  görüşlerini  de  açıklamaya  çalışmıştır. Edip Cansever,  “çok  deneme  yapan,  en yeni  akımları  izleyen,  her  yıl  değişik  şiirlerle  ortaya  çıkmaya  çalışan,  fakat  (Hüseyin  Cöntürk’ün hükmüyle) “çok arayıp az bulan” bir şair” olarak değerlendirilmiştir. 

Edebiyat dünyasına 1947-1950 yılları arasında daha Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciyken aruzla birtakım şiirler yazarak giren ve ilk şiiri ‘Şarkısı Beyaz’ 1953’te Mülkiye dergisinde yayımlanan Cemal Süreya Seber  (ö.1990),  1955  yılından  itibaren kurucuları  arasında olduğu  İkinci Yeni  hareketinin  en güçlü  şairi  olarak  şiirlerini  yazmaya  başlamış,  hayatı  boyunca  çok  çeşitli  dergilerde  eleştiri  yazıları  da dahil ürünlerini yayımlamaya devam etmiştir. Biçim kaygısı ağır basan, duyguyla çağrışımlara yaslanan ve  aydın  azınlığa  seslenen  ilk  şiirlerinden  sonra,  1953’ten  itibaren  kaleme  aldığı  şiirlerini  topladığı Üvercinka adlı ilk şiir kitabı, İkinci Yeni şiirinin en güçlü eserleri arasında kabul edilmiştir. Kendisine ödül  kazandıran  Göçebe’de  “tarihin  derinliklerine  ve  Anadolu  insanına  ayna  tutan”,  Beni  Öp  Sonra Doğur’da “evrensel konulara uza(nan) ve yaşadığı çağı geniş bir görüngü içinde ele alan” Cemal Süreya, “Uçurumda  Açan  adını  verdiği  son  dönem  ürünlerinde  ise  bakışlarını  yeniden  kendisine  ve  yakın çevresine  çevir”miştir.“Türk  ve  Batı  Şiirinin zenginliklerinden  yararla(nan)” Cemal  Süreya,  ilk eserlerinden  sonra,  “insanî  öze,  yeni  söyleyişlere,  diplerde  belirginleşen  tarih  içindeki  uygarlıklara  ve varoluşlara”  yönelmiş,  “insanın kurtuluş  ve  mutluluğunu,  erotik  ve  Freud’a  yönelik  ilişkilerde” aramıştır. Bütün şiir kitaplarında çok bergin, çarpıcı ve abartılı bir biçimde bütün boyutlarıyla dişilik yönü vurgulanmış  kadın  dünyası  ortaya  konmuştur. Öte  yandan,  “İslâmî mukaddesler,  Türk  tarihi,  ahlâk  ve aile”ye  karşı  tavrı  olumsuz  olan Cemal Süreya  genel  olarak  şiirlerinde,  “günlük  yaşamayı,  toplumu, kadını, maddî  hazları,  açlığı,  basit  gerçekleri,  sevişmeyi,  tutsaklığı,  hürlüğü... Kısacası  hareket  halinde olan  ve  yaşayan  insanı” konu  edinmiştir.  Dil  konusunda  İkinci  Yeni’nin  genel  tavrını  benimseyen Cemal Süreya, “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” cümlesiyle başlayan “Folklor Şiire Düşman” ve “Şiir  Anayasaya  Aykırıdır”adlı  yazılarında  olduğu  gibi  diğer  deneme  ve  eleştiri  türündeki eserlerinde şiir görüşlerini teorik olarak ortaya koymuştur. Şiirlerini  Şubat  1954’te  Türk  Dili  dergisinden  başlayarak  devrin  diğer  edebî  dergilerinde yayımlayarak  şairliğe adımını atan Ece Ayhan  (ö.2002),  İkinci Yeni akımının uzun soluklu  şiirleriyle dikkati çeken “eytişimsel özdekçi düşünceye bağlı” en önemli şairlerinden biridir. “Ece Ayhan’ın şiiri, ...  kendisinin  oluşturduğu  bir  dünya  içerisinde  denklemlerini  iyi  kuran,  kendinden  emin,  yoğun,  her kelimesinin  bedeli  fazlasıyla  ödenmiş  gibi  duran,  ama  diğer  taraftan  da  anlamı  çok  derinlerine  çeken, okuru umursamaz görünen estetik bir şiirdir. Ece Ayhan, şiiri bütün  fazlalıklardan arındırarak şiirde bir safiyet  denemesi  yapmak  ister  gibidir. Bu  nedenle  onun  şiiri  geniş  bir  kitle  tarafından  okunma  imkânı bulamamıştır.”

“Geleneksel  sanatları  mollaların  lakırdısı” olarak  gören,  “Türkçeyi  garip  ve  kasti bozmalar,  (meselâ  ‘debelenmiş’  yerine  ‘gebelenmiş’  gibi)  kelimeleri,  cümleleri  ters  yüz  etme  gibi oyunlarla  kullanan  ve  hemen  bütün  ‘orijinalliği’  bundan  ibaret  olan  ve  ‘görüntücü  imge  ustası’  gibi övgüleri de bundan ötürü kazanan Ece Ayhan  için 2.Yeni’nin  ilkelerine olduğu gibi bağlı ve bu grubun ‘en fazla sözü edilen şairi’ denilmiştir.” Öte yandan, toplumsal adalet ve maddî aşk şiirlerinde işlediği temalar olarak dikkati çeker.

Şairliğe  ilk  adımını  Manisa  Halkevi’nin  yayın  organı  olan  Uyanış  dergisinde  1935’te  çıkan şiiriyle adımını atan ve bu çabasını “çağdaş  şiirimizin hep babası gibi gördüğü” Ahmet Haşim etkisine bağlayan  İlhan  Berk  (d.1916),  aynı  yıl  ilk  şiir  kitabı Güneşi  Yakanların  Selamı’nı  da  yayımlayarak bunu adeta pekiştirir. Geleneksel vezinli-kafiyeli tarzdaki ilk şiirlerinden sonra, “sürekli bir arayış içinde olmuş,  sonunda kendine has bir  şiir dili oluşturarak  İkinci Yeni’nin öncülerinden olmuştur.  İlhan Berk, Türk  şiirinde  ‘çok deney yapan,  şiire yeni yapılar arayan’ bir  şair olarak bilinir.”

İlhan Berk, Güneşi ,  “zamanla  kendine  aklın  ve  hayal  gücünün  soyutlamalarına  yaslanan  bir  duygu  evreni kur(muş)” ve İkinci Yeni çizgisinde yazdığı şiirleriyle tanınmış bir şairdir. Bir ara hikâye de yazmasına rağmen şiirde karar kılan,  izlenimci, yer yer Gerçeküstücü anlaşılması zor şiirler yazan ve şiir hakkında “Şiir benim için bir kaçıştır. Kendimden, çevremden, kozmozdan. Ve onlara koşarak yeniden varmaktır.” diyen Ercüment Uçarı, şiirlerinde çoğunlukla kendini konu edinmiştir.

Şiire  öğrencilik  yıllarında  Harika  dergisinde  yayımlanan  şiirleriyle  başlayan  Kemal  Özer (d.1935),  İkinci  Yeni  şairleri  arasında  yer  almış,  bir  ara  hikaye  de  yazmış  olması  hareket  içinde kendisini geri plana itmiştir. İmgeye ağırlık veren, ferdiyetçi, soyut bir anlatıma yaslanan ilk şiirlerinden sonra,  1963-70  arası  şiirden  uzaklaşmasına  rağmen,  1970’lerin  ortamında  günlük  olaylardan  hareketle Marksizm veya toplumsal gerçekçilik perspektifinden okura mesaj verme eğiliminde şiirler yazmıştır. Öte yandan, “İkinci Yeni’leri toplayan ‘a’ dergisini 1956-1960 arasında çıkaran ve şiir üzerinde denemeleri de olan Kemal Özer, kuşaktaşları arasında biçime, mısra kuruluşuna, kelime seçimine, iç âhenge, kafiyelere ve iç bütünlüğe önem veren şairlerdendir.” denilmiştir.

Şairliğe  ilk  adımını  1954  yılında  Kaynak  dergisinde  çıkan  şiiriyle  atan  ve  şiirlerini  dönemin başta  Pazar  Postası  olmak  üzere  çeşitli  dergilerinde  yayımlayan Ülkü  Tamer  (d.1937),  İkinci Yeni akımının  atmosferindeki  ilk  şiirlerinden  sonra  ustalık  döneminin  eserlerini  vermiştir.  “Ülkü  Tamer, Nazım Hikmet nevinden kendini Marksist ideolojiye adamış bir şair intibaı vermekle beraber, şiirlerinde çağdaş politik,  sosyal hadise ve  ideolojilerle  ilgili unsurlara  sık  sık  rastlanır... Ülkü Tamer, kelimelerle oynamasını, onlarla güzel hayaller, vehimler, görüntüler yaratmasını bilen bir şairdir. ‘Şiir İçin Cevaplar’ şiiri, onun hakim olan  sanatçı yönünü gösteren güzel bir örnektir.” Şiirlerinde  çocuk duyarlığını öne alan  bir  kimlikte  görünür...  Şekil  bakımından  düzyazıya  yatkın  örneklere,  halk  şiiri  türlerine  ve başka biçimlere ilgi duysa da bu çeşitlilik içinde kendi şiirinin sesini her zaman korumayı başarmıştır.  

Cumhuriyet devri Türk edebiyatında ilk şiiri ‘Sabır’ 1950 yılında Büyük Doğu’da yayımlanan ve sanat  hayatına  İkinci  Yeni  şairleri  ile  birlikte  atıldığı  için  onlarla  birlikte  anılan,  fakat  dünya  görüşü açısından  onlardan  bütünüyle  ayrı  bir  yelpazede  bulunan  Sezai Karakoç  (d.1933),  başlangıçta  İkinci Yeni şiirinin  imkânlarından yararlanarak şiire başlamasına rağmen, gittikçe kendine özgü bir şiir kainatı kurmuştur.  İkinci  Yeni  şiiri  ile  biçimsel  benzerlikler  taşıyan  şiirlerinde  muhteva  bambaşka  bir hüviyettedir.  Çünkü,  “Sezai  Karakoç’un  şiiri  sadece  İslâmî  niteliğiyle  değil,  Asur’dan  Hıristiyan kültürünü  de  içine  alacak  şekilde  çok  zengin  muhtevası  ve  anlatım  özellikleriyle  değişik  çevrelerin değişik yorumlarıyla değerlendirilmektedir.” İkinci Yeni önemini yitirdiği zamanlarda kendisi daha da belirgin bir hale gelmiş, 1960’lı yıllardan  sonra  ise olgunlaşmaya başlamıştır.  ‘Diriliş’  tezi  ile  aynı  adı taşıyan  dergisi  ve  yayınevi  sayesinde  geniş  bir  tesir  sahası  yaratarak  edebiyat  tarihimizde  kendisine önemli bir yer edinmiştir. Kullanmış olduğu kapalı dil, deneme ve eleştirileri hariç  tutulursa,  şiirlerinin kalabalık  halk  kitlelerinden  daha  ziyade  usta  okur  kategorisine  dahil  edilebilecek  entelektüel  kesim tarafından  okunma  gibi  bir  sonucu  doğurmuştur  denilebilir.  Varoluşçuluk  akımının  bir  sonucu  olarak İkinci  Yeni  şiirinde  “her  şey  insanda  başlar  ve  biter”,  fakat  o,  şiirini metafizik  alana  açarak  bunu dönüşüme uğratır.  “Sanat  tutumum, genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir  şey değildir”diyen Sezai Karakoç’ta “Sanat, kaçsa da,  inkâr etse de,  ‘Tanrı’ya doğru’dur hep.” O’na göre, “şair, milletin  sözcüsü,  yorumcusu  ve  gerekirse  yol  gösterenidir.  Şair milletinin  kalbidir. Atan  nabzı,  çarpan yüreğidir.”Sezai Karakoç, Gün Doğmadan adlı şiir kitabında toplanan şiirleri, sanat, edebiyat, deneme ve eleştiri konularında yazdığı makaleleri ile ‘diriliş tezi’ şeklinde dillendirdiği yeni yeşermekte olan bir edebiyat  uğruna  çabalarından  ötürü,  1960’lardan  sonra  oluşacak  Yeni  İslâmî  Akım’ın  öncü  şahsiyeti olarak kabul görecektir.

 

SONUÇ

Türk Edebiyatı’nın  en  son  evresi  olarak Cumhuriyet  devri Türk  edebiyatı  1923’ten  günümüze kadar  uzanmaktadır.  Bu  devir  Türk  şiirinin  1960’lı  yıllara  kadar  gelişen  evresini  konu  eden  bu çalışmamızda  görülmüştür  ki,  bu  şiir,  geçmişe  uzanan  bağları  olmakla  birlikte  büyük  ölçüde  çehresini Batı’ya çevirmiştir.  Bu  dönem  şiiri,  ilgili  tarihler  arasında  değişik  edebiyat topluluklarınca  yine  değişik  sanat  ve estetik anlayışlara bağlı sanatçılarca çoğunlukla birbirine karşıt eğilimler halinde devam etmiştir. Bu devir sonrasında  olduğu  gibi  bu  tarihler  arasında  toplumun  içinde  bulunduğu  siyasal,  sosyal  ve  ekonomik olaylar şiirde yansımasını bulduğu gibi, ülke dışı sanat, edebiyat ve düşünce akımları da kendisine taraftar bulabilmiştir. Cumhuriyet’in kurucu gücü şu veya bu şekilde bu dönem boyunca şiir ve şairler üzerinde varlığını hissettirmiş, hangi kesimden olursa olsun öngörülen çizgiyi aştığı  iddia edilen eser ve sahipleri kovuşturmaya uğramıştır. Tatlısu gerçekliği  ile hareket  etmek  isteyenler  toplumsal ve düşünce  temlerinden uzak durarak şiirin  sanatsal  ve  estetik  boyutları  üzerinde  yoğunlaşmışlar  veya  şiirin    sorunları  üzerinde  durmuşlar veyahut da kapalı ve  anlaşılmaz bir üslûp benimsemişlerdir. Bu  arada bu  tutum bağımsız  sanatçılar ve şairler  dediğimiz  kesimin  oluşmasına  da  sebep  olmuştur. Bu  şairler,  topluluklar  halinde  değil,  bireysel olarak başarılı ve orijinal  eserler vermeyi kendilerine  ilke  edinmişlerdir. Bu dönem Türk  şiirinde genel olarak,  “en  çok  rağbet  gören  konular,  şahsî  duygu  ve  hayallerden,  metafizik  mes’elelere,  çocukluk yıllarına  duyulan  özlemlere,  şuuraltı  hayata,  Atatürk  ve  yurt  sevgilerine,  Türk  Yunan  ve  Lâtin mitolojilerine kadar uzanır.”Öte yandan, eski şiir neyi savunmuş, inanmış ve saymışsa, yeni şiir onu red ve inkâr etmiş, alaya almıştır. Şiir ve şiirin tanımının ortaya çıkan yeni anlayışlar ve pratikler gereği genişletilmesi zorunluluğu doğmuştur. Daha önceleri, “vezinli ve kafiyeli  söz” olarak  tanımlanan  şiirin, bu devirden  itibaren artık “duygu ve düşüncelerin  insan  ruhunda ürpertiler uyandıracak biçimde ölçülü - ölçüsüz,  kafiyeli-kafiyesiz,  genellikle  nazım  halinde  anlatılan  biçimine  şiir  adı  verilir”şeklinde tanımlanması  bu  görüşümüzü  doğrular. Öte  yandan  Tanzimat  devri  Türk  şiirinde  Recâizâde Mahmûd Ekrem Bey’in  “zerrâttan  şümûsa  kadar”  genişlettiği  şiir  konuları  bu  devirde  daha  da  genişler. Bu  şiir büyük konulara yüz çevirip silik konuları, küçük tasaları ve küçük sevinçleri ele alır. Eskiyi alaya alan bu şiir,  ‘zamandan kaçış’ gibi bazı eski  temalara yeni bir  ruh kazandırmış,  ‘öte’ duygusu kaybedildiği  için tam zıddı olan ‘yaşama sevinci’ gibi yeni temalar edinmiştir. İnsan gibi eşya da yer değiştirmiştir. Şiirin felsefesine ve iddialarına uygun insanlar, önceki mekânlara benzemeyen yeni yerler şiirlerde arzı endam eder. Şiirin şeklinde olduğu gibi muhtevasında değişiklikler yapılmaya çalışılmıştır. Kuramsal düşünenler ve poetikalar kaleme alanlarca muhtevadaki değişiklik, beraberinde zevklerde değişikliği yaratacağı  için önemli  sayılmıştır.  Yapı  değişikliği  ile  Türk  şiir  geleneğinde  –çoğunlukla  mazi  ile  ilişkiyi  kesmeyi amaçlayan  yabancı  düşünce  ve  sanat  anlayışlarının  öngörüleri  doğrultusunda-  bir  kırılmanın gerçekleştirilmesine  uğraşılmıştır.  Gerek  bireysel  ve  gerekse  edebî  topluluklar  tarafından  şiir  sanatı üzerine  toplu  görüş  ve  düşünceleri  içeren  poetikalar  ve manifestolar  hazırlanıp  yayımlanmış, müstakil kitaplar ve yazılar kaleme alınmıştır. Kuşkusuz bunlar, bu devir Türk şiiri için son derece önemli kaynak niteliği de taşımaktadır. Bu  devir  Türk  şiirini  besleyen  kaynaklar  içinde  gelenek,  nesilden  nesile  aktarılmak  istenilen değerler  ve miraslar,  egemen  temayül  gereği  eleştirel  yaklaşımın  bir  yansıması  olarak  büyük  bir  şair kitlesi  tarafından  ‘terk  edilmesi  gereken  şeyler’  olarak  algılandığından,  dışarıdan  ve  yabancı  olanı dönüştürüme  uğratarak  millileştirme  işlevini  görememiştir.  Ortaya  çıkan  ve  yeri  doldurulamayan  bu boşluk,  yabancı  düşünce  akımlarının  güdümündeki  şiir  anlayışlarına  davetiye  çıkarmıştır.  Böyle  bir ortamda, Cumhuriyet öncesinden devralınan düşünce akımları yanında dışarıdan Toplumsal-gerçekçilik / Marksizm, Gerçek-üstücülük, Varoluşçuluk ve Dadaizm gibi akımlar bu devir Türk şiire girmiş, serbest çağrışımlara dayanan anlaşılması güç  şiir akımı yapay ve  taklit niteliği  taşısa da moda haline gelmiştir.

“Bu akım aslında şuur-altı psikolojisinin estetik bir ifadesi olmakla beraber, bazıları onu sosyal ve politik fikirleri  telkin maksadıyla bir vasıta olarak kullanmışlardır.” Bunun sonucunda gerek kendini koruma refleksi  ve  gerekse  Cumhuriyet’in  kurucu  felsefesi  bir  denge  unsuru  olarak müdahil  olmuşsa  da  sözü edilen bu boşluk genellikle millî bünyeye karşıt düşünce  akımlarının  şiiri  ile doldurulurken, kendimize özgü  olan  cılız  kalmıştır.  Zamanla  bu,  kaygan  bir  zemin  üzerinde  birbiriyle  çelişen  sanat  ve  şiir anlayışlarının  ortaya  atılması  şeklinde  kendini  göstermiştir.  Toplumun  siyasal  ve  sosyal  yapısı  ile paralellik gösteren bu atmosferde egemen hale gelen şiir, “Okuyucuyu şaşırtma,  ironi ve kelime oyunu, modern  şiirin  özelliklerindendir. Her  şair  kendi mizaç  ve  gayesine  göre  bu  teknikten  yararlanmıştır.

Modern şiirin özelliklerinden birisi (de) duyguları bütün karışıklığı ile ifade etmektir. Bundan dolayı ona, hayatın kompleksliğini, anlaşılmazlığını, hatta bazen abesliğini hissettiren teferruat da karışır.” Görülen o ki, her yeni eskiyor, her doğan ölüyor. Bu durumu, “Cumhuriyet devrinde, özellikle şiir alanında, hiçbir akım  uzun  ömürlü  ve  sürekli  olmamış,  aşağı  yukarı  her  beş  yılda  bir  yeni  bir  kuşak,  yeni  bir  şiir estetiğiyle  ortaya  çıkmıştır”tespiti  çok  güzel  bir  biçimde  açıklar.  Aslında  bütün  bunlar,  1960’tan günümüze  uzanan  süreçte  Türk  şiirine  rengini  verecek  farklı  damarlara  işaret  etmektedir.  İnceleme konusu edilen dönemde bazı şairler, bu dünyaya gözlerini yumarken büyük bir çoğunluğu eserlerini 1960 sonrası yıllarda vermeyi sürdürürler.

Tanzimat’tan  beri  devam  eden  medeniyet  değiştirme  sürecinin  canlı  bir  biçimde  yaşandığı, keskin ayrımlarının ve pratiklerinin sergilendiği bu devir Türk şiiri, 1960’lı yıllardan sonra mevcut edebî akımlar  yanında  yenileriyle  birlikte  daha  da  hareketli  ve  eser  açısından  verimli  bir  döneme  girer, belirginleşen düşünce ve sanat akımlarına göre farklı damarlar ve kümelenmeler halinde günümüze kadar gelir. Bu günden o yıllara bir bakıldığında  ‘maziyi  reddeden şair ve entelektüellerimizin yanlış bir yolu yürüme adına kendilerini harcamış olduklarını görmek’ insanımız açısından bir kayıptır denilebilir. 

Son  olarak  şunu  ifade  etmek  gerekir  ki,  kuruluş  devrinin  belli  başlı  heyecanlı  dönemleri  ve anlarını bünyesinde barındıran, tarihin ve zamanın eleştiri süzgecinden geçen bu devir Türk şiiri, edebiyat biliminin  kuralları  bağlamında  yeniden  değerlendirilerek  nesnel  bir  biçimde  ortaya  konmalıdır.

Bu devir  edebiyatı  ve  şiiri,  bazı  duyarlılıkların  vurgulu,  bazılarının  silik  takdimi  biçiminde  değil,  bizi  biz yapan değerlerin ne olduğuna artık karar vererek ve maziyle hesaplaşmadan vazgeçilip onunla barışarak kendimize  özgü  bakış  açımızla  bir  bütün  olarak  sunulmalıdır.  Artık  kendimizden  uzaklaşarak  ve başkalarını örnek alarak kendimiz olamayacağımız bilinmelidir. Başkalarının dünya görüşü, sanat, kültür, edebiyat ve şiir anlayışı benimsenerek, kendi dünya görüşümüz, sanat, kültür, edebiyat ve şiir anlayışımız reddedilerek Türk milletinin tümünün sesi olan bir şiir oluşturulamaz. Şiirimiz dahil diğer edebî türleri de kapsayacak şekilde edebiyatımızın bir felsefesi ve teorisi ortaya konmalıdır. Bu alandaki gecikme, telafisi mümkün  olmayan  sonuçlar  doğuracaktır.  Bugün  kendi  kültür  ve  edebiyatını  bütün  yönleriyle  ortaya koyup  takdim  etmeyenler,  takdim  edilen  başka  kültür  ve  edebiyatlar  karşısında  mukavemet gösteremeyerek çok geçmeden  topyekûn bir asimileye uğrayacaktır. Bu problemin çözümünde edebiyat araştırmacıları ve eleştirmenlerine son derece büyük görevler düşmektedir. Unutulmamalıdır ki her ağaç kendi özsuyu ile beslenir. Cumhuriyet devri Türk şiirinin 1960’a kadar olan sürecini bir bütün olarak ele alan bu uzun soluklu makalede böyle bir görevi üstlenme çabası söz konusudur.

 

 

 

 

 










Yorumlar
Henüz yapılmış yorum yok




Yorum Yapın

Ad Soyad: Yorumunuz:
E-posta:
Tarih:
23.11.2024 05:58:15
 


 
 

 
 

 
 
 
 
 
 




Bu site Kişisel Yazar Web Tasarım projesi ile oluşturulmuştur.