|
Cumhuriyet Devri Türk Şiirine Teorik Bir Yaklaşım / Yrd. Doç. Dr. Adem ÇALIŞKAN
Cumhuriyet Devri Türk Şiirine Teorik Bir Yaklaşım
Yrd. Doç. Dr. Adem ÇALIŞKAN
Her şeyde ve her alanda olduğu gibi bu devir Türk
şiirinin teorik yapısı ortaya konulmadan veya onun teorik alt yapısı oluşturulmadan hareket
etmek, karanlık bir odada el yordamıyla yürümek gibidir. Çoğu kez
yapıldığı gibi, bilineni
tekrarlamaya veya malumu ilam
etmeye uğraşmak ancak
bir zaman kaybıdır. Görülen
o ki, bu
devir Türk şiirini
ele alan pek
çok çalışmada hâlâ
şairlerin ve eserlerinin sıralanmasıyla yetinmeye devam edilmektedir.
Bu tespiti geçersiz kılacak çalışma sayısı ne yazık ki çok azdır. Bu makalemizde bu tavrın yerinde olmadığını
ortaya koyarken, bu bağlamda ayaklarımızın yere sağlam basması için hamasetten uzak ve yansız bir bakış
açısıyla bu devir Türk şiirinin teorik
zeminini ana çizgileriyle ortaya
koymaya uğraşacağız. Gerçekten,
“dönemin eleştiri anlayışı
öznel değerlendirmeler ve tartışmalar
temelinde
yükselmiştir”tespiti dikkate alınacak
olursa, bu yaklaşımımızın ne
kadar gerekli olduğu
kendiliğinden ortaya çıkar.
Her şeyde olduğu
gibi kendi edebiyatımız hakkında
sağlam değerlendirmeleri yabancıların yaptıkları çalışmalardan bekleme
anlayışını artık bir kenara bırakmalıyız.
Kabul etmek gerekir ki, edebî pek çok konu gibi ‘Cumhuriyet
devri Türk şiiri’ de farklı açılardan yine
farklı yöntemlerle ele
alınıp incelenebilir.Bu devir Türk
şiirini ele almak
için her şeyden
önce yapılması gereken şey, belli nitelikleri müşterek olan edebî
toplulukları, bunların dışında kalan fakat bir değer ifade
eden şiiri ve
şairleri sınıflandırmaktır. Ardından
bu edebî toplulukların
bir araya gelerek ortaya koydukları şiir anlayışlarını,
yani poetikalarını incelemek veya bu edebî topluluklara katılmayarak bireysel hareket eden
şairlerin ortaya koydukları
ürünleri ve şiir
anlayışlarını tahlil etmek
gerekir.
Bundan sonra ise edebî topluluk veya nesilleri bir
araya getiren iç ve dış dinamikler nelerdir? Neden bazı şairler bağımsız
hareket etmek isterler
de toplu hareket
etmenin getireceği pozitif
psikolojik gücü görmezden
gelirler? Mevcut sosyal, siyasal ve
ekonomik yapının veya geleneksel ve çağdaş değerlerin bunlar üzerindeki etkisi
nedir? Birbirinden farklı dünya görüşlerine ve sanat anlayışlarına sahip bu
edebî toplulukların veya bağımsız
hareket eden şairlerin
hangisinin veya hangilerinin
ne gibi kıstaslardan hareketle Cumhuriyet devri
Türk şiirinin temsilcisi olduğu veya olmadığı, ortaya
koydukları eserlerinin hangi edebî niteliklere sahip olmasının gerektiği, hatta
bu konuda bilirkişi rolünü oynayan hangi üstatların veya grupların olduğu ...
vb. hususlar kuşkusuz üzerinde durulması ve aydınlatılması gereken konulardır.
Bu sorulara makul ve yerinde
cevaplar vermek, hiç
şüphesiz bir makalenin
boyutlarını aşar. Ancak bu döneme
ilişkin çalışmalarda ciddî
bir biçimde bu
gibi sorunları ele
alan çalışma ve
inceleme sayısının umulandan az
olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Son zamanlarda ilgili alanda çok önemli
çalışmaların yapıldığının hakkını teslim ederken, üzerinde durulması gereken
daha pek çok husus vardır.
Tanzimat devrinden
itibaren izlenen ve ulaşılan
nokta dikkate alınırsa, Cumhuriyet devri
Türk şiiri bu devir
hikâye, roman, tiyatro
ve eleştirisi ...
vb. türlerden farklı
bir gelişim çizgisi
geçirmemiş, aksine devrin yeni
tezlerinin ilavesiyle benzer
tartışmalar içinde bir
gelişim yaşamıştır. Şiir
dışındaki edebî türler bir yana bırakılarak olaya yaklaşılırsa konunun ortaya
konması daha da kolaylaşmış olacaktır. Cumhuriyet’in ilanı
kuşkusuz uzun bir
tarihî geçmişi olan Türk milleti için
yeni bir başlangıç noktasıdır. Ancak, devirlerin ve
dönemlerin değişmesiyle edebî nesiller ve onların savundukları sanat ve
edebiyat anlayışları eşzamanlı
olarak kolay bir
biçimde değişmez. Bundan
ötürü, tarihsel olarak
var olanının kadrini bilme
arzusu ile yeni
olarak takdim edilenler
arasından doğruyu seçme
konusundaki çırpınışlar olarak yorumlanabilecek tartışmalar sosyal, siyasal ve kültürel
alandakine benzer bir biçimde sanat
ve edebiyatta da
yaşanır. Bu devirde,
“şiir alanında geniş
boyutlu tartışmalar yaşanmıştır.
Bu tartışmalar eski şiir
– yeni şiir
çatışmasından doğmuştur. Eski
olan direnmekte, yeni
ise yerleşme savaşımı vermektedir.
Cumhuriyet öncesinden gelen
şairler yenileri kendilerini
devam ettirmekle suçlarken,
gençler de edebiyattaki değer bunalımını öne
sürerek eski anlayışı yıkmaya çalışmaktadırlar. Genç kuşağın eski
şiire ve şairlere
yönelttiği bütün yıkıcı
eleştiriler yeniyi yerleştirme
çabasından kaynaklanır.”
Tanzimat yıllarından itibaren
her alanda birlik
düşüncesinin terk edilmesiyle
başlayan ikilik,
başlangıçta Doğu-Batı ikilemi
şeklinde başlamışken, ilerleyen
süreçte Batı’dan yana
takınılan tavırla birlikte gelişerek
eski ile özdeşleştirilen Doğu eleştirisi
ve yeni ile
özdeşleştirilen Batı övgüsü biçiminde bu
devirde gerçekleştirilen bütün
edebî tartışmalarda –küçük
istisnalar dışında- yerini korumuştur.Bu, Türk
şiirinin bir yandan
kendi geleneksel ve
tarihî bağlarının zayıflatması
pahasına Batı kaynakları ile ilerleyen yıllarda başka sahalara
yaklaşması problemini doğurmuştur.
Cumhuriyet’in ilanından harf
inkılâbına kadar geçen
süre içinde eserlerini
eski tarzda kaleme
alıp yayımlayan şairler, inkılâp sonrası,
daha önce de
değindiğimiz gibi, yeni
dil anlayışını
benimsemişlerdir. “Türk Dil Kurumu’nun oluşturulmasıyla birlikte
yeni bir dil
anlayışı egemen olmuş,
merkezî yetkenin devamı sayılabilecek bu
etkinlik tüm bir
Cumhuriyet üretimini kuşatmıştır. O
dönemde şiirini gelişen
dil anlayışına direnerek kurmaya çalışan bir tek
şairi örnek olarak göstermek mümkün değildir.” Aslında Cumhuriyet öncesi,
eski-yeni tartışmaları bağlamında
eski dil-yeni dil
ve aruz-hece tartışmaları
dil alanında belli bir aşama sağlayarak Cumhuriyet devri şiir dilinin
oluşumunun alt yapısını oluşturmuştur.
Öte yandan
Tanzimatlı yıllardan itibaren
Batı şiirinin çeviri
yoluyla tanınmış olması
bu süreçte şiiri besleyen bir kaynak olarak işlevsel
olmuştur. Cumhuriyet öncesi dönemde şiire başlayıp bu dönemde eser veren şairler
ile yeni neslin
gerek toplumsal değişim
ve dönüşüme ve
gerekse batı düşünce
ve şiir akımlarına bağlı
olarak ileri sürdükleri
şiir anlayışlarının hakim
olduğu “bu dönemde
zevkte ve şiir anlayışında benzerlikten çok ayrılıklar
dikkati çeker. Cumhuriyet dönemi Türk
şiiri, bu zemin üzerinde gelişmesini
sürdürecektir. Sözü edilen
zeminin, Tanzimat’ı takip eden
yıllardan itibaren oluşturulmaya başlandığını hatırdan
çıkarmamak gerekir.”Bu itibarla, “Cumhuriyet dönemi Türk şiiri yer yer geleneğe
yaslansa bile bu batı etkisinde ve yepyeni bir çizgide gelişme göstermiştir...”
Cumhuriyet devri boyunca dünyada ve
ülkemizde gelişen düşünce
ve sanat akımları,
bu dönem Türk
şiirini büyük ölçüde etkilemiştir. Cumhuriyet devri Türk edebiyatı ve şiirini 1923’ten 1960’lı yıllara ve oradan
günümüze değin etkileyen düşünce akımları olarak başta Atatürkçülük olmak
üzere, Milliyetçilik, Sosyalizm ve İslamcılık sayılabilir.
Yine bu yıllar boyunca Türk şiirinde
etkin olan sanat, edebiyat ve
şiir akımları olarak da, Cumhuriyet öncesi dönemden itibaren bu devrin ilk yıllarında da etkin olan Millî Edebiyat
akımı hariç tutulacak
olursa, Yedi Meş’aleciler,
Toplumcu Gerçekçiler, Garipçiler
(Birinci Yeniler), Hisarcılar, Maviciler, İkinci Yeniler, Yeni İslâmî Akım, Yeni
Gelenekçi Akım, Üçüncü Yeniler, Yeni Bütüncüler ... vb.şeklinde
sıralanabilir. Maraş’ın da ifade
ettiği gibi, kuşkusuz
bu, “Cumhuriyet döneminin modern ve çağdaş
Türk şiirini, belli
başlı şiir akımlarına
göre sıralamak oldukça
zor olsa da
bize belli bir
tasnif kolaylığı
sağlayacaktır. (Yukarıda da dile getirildiği
üzere,) bu şiir, yerli
renkler ve geleneksel çizgiler taşısa bile büyük ölçüde batı
etkisinde kalarak ortaya çıkmış bir şiirdir.”
Cumhuriyet
dönemine girildiği andan
itibaren gerçekleşmesi açısından
uzak bir ideal
olan“Turancılık”tan
daha çok “Anadolu”
coğrafyası bağlamında sınırlı
bir alanda yoğunlaşmaya
çalışan Türkçülük ve Milliyetçilik anlayışı dönemin ruhuna paralel bir
değişim göstererek edebiyat ve şiirde etkili olmuştur. M. Orhan Okay’a göre,
“Millî Edebiyat, Cumhuriyet devrinin ilk edebî akımı olarak, tek
partidevrinin resmî ideolojisinin
de nisbî tesiri
altında İkinci Dünya
Savaşı yıllarına kadar
varlığını sürdürmüştür.”
Kuşkusuz, dönemin başka edebiyat ve düşünce akımları
Cumhuriyet’ten sonra işlevsiz hale
gelirken, bu akımın etkin hale gelmesinin bazı sebepleri vardır. “Cumhuriyetten
sonra Anadolu’ya, onun insan ve
coğrafyasına, folkloruna yönelen Millî Edebiyat, bir
yandan bu konuları
işlerken, diğer yandan bütün
gücüyle katıldığı yeni
devletin ve onun
inkılâplarının vecdiyle sanatına
yeni konular eklemiştir.”
Cumhuriyet devri Türk edebiyatı gibi bu devir Türk
şiirini etkileyen düşünce akımlarından biri de Atatürkçülük’tür. “Cumhuriyet ve devrimler,
genellikle devrin sanatçıları tarafından bir ilgi ve alakayla karşılanmıştır.
Bu durum, daima bir farklılığı, yeniliği arayan, kollayan sanatın ve
sanatçıların mizaç ve mesleğine
uygun düşmüştür. Cumhuriyet’in
ilk yıllarındaki şiirlerde,
devrimlerin ve Atatürkçülüğün vecdi açıktır.”Bunun somut örneklerini o günlerden günümüze uzanan
çizgide kaleme alınan Atatürk konulu
şiirlerve bunları bir
araya getiren antolojiler
ile bu bağlamda
yapılan çalışmalardan anlamak mümkündür.
Cumhuriyet öncesi dönemde kendisini besleyecek bazı
şahsiyetler ve onların etkin olduğu dar bir çevre olmasına rağmen, ilk şiirlerini geleneksel bir
anlayışla veren Nazım Hikmet’in öğrenim için gittiği Rusya’da edindiği görüşlerine paralel olarak
oluşturduğu şiir anlayışı, Cumhuriyet
devri Türk edebiyatve
şiirinde kendinden sonra
gelen, özellikle tek
parti döneminin Halkevleri,
Köy Enstitüleri gibikuruluşlarının
bünyesinde serpilen ve
1990’lara kadar etkin
olan Sosyalist / Marksist
şairler kuşağının oluşumuna neden
olmuştur.Meşrutiyet devri diğer fikir akımları içinde kendine
özgü gazete ve dergileri etrafında kümelenen entelektüelleri
ile oldukça önemli bir yeri olan
İslâmcılık anlayışı, bu devirde
tarihsel açıdan etkinliğinikaybeder, pek gelişme imkânı bulamaz Bu devir Türk edebiyatı ve şiiri, tarihsel açıdan
toplumun yaşadığı tüm tecrübe ve duyarlılıkları imkânı nispetinde yansıtırken, söz edilen düşünce
akımlarının bir yansıması olarak oluşan edebî akımlar ya da topluluklar halinde de bir gelişim çizgisi
tutturur.Kuşkusuz,
1923-1960 yılları arasındaki
süreçte etkin olan
edebî akımların, anlayışların
veya toplulukların bu gelişim çizgisi içindeki durumlarına kronolojik olarak
yaklaşmak daha yerinde bir tavırolacaktır.
Cumhuriyet devri Türk edebiyatı ve şiirinin ilk on
beş yıllık evresinde, hatta İkinci Dünya Savaşı sonuna
kadar uzatılabilecek bir
zaman kesiti içinde
bu devir öncesi
doğmuş, eser vermiş
veya şöhret kazanmış
şahsiyetlerinden pek çoğu hayattadır ve onlar, bu devirde de etkinliklerini ve
sanat hayatlarını sürdürürler.
Örneğin, Tanzimat şairlerinden
Abdülhak Hâmid Tarhan
(ö.1937); Servet i Fünûn şairlerinden Süleyman Nazif (ö.1927),
Cenap Şehâbeddin (ö.1934), Ali Ekrem Bolayır (ö.1937), Hüseyin Sîret Özsever
(ö.1959); Fecr-i Âtî şairlerinden Ahmet Hâşim (ö.1933), Celâl Sâhir Erozan
(ö.1935), Emin Bülent Serdaroğlu (ö.1942),
Fâik Ali Ozansoy (ö.1950), Fazıl Ahmet Aykaç (ö.1967); Millî Edebiyat akımına bağlı şairlerden Ziya Gökalp (ö.1924), Mehmet Emin Yurdakul (ö.1944) ve Beş Hececiler’den Enis Behiç
Koryürek (ö.1949), Yusuf Ziya Ortaç (ö.1967), Hâlid Fahri Ozansoy (ö.1971), Orhan Seyfi Orhon (ö.1972), Faruk Nâfiz Çamlıbel (ö.1973)
ile Bağımsızlar olarak Mehmet Akif Ersoy
(ö.1936) ve Yahya Kemal Beyatlı
(ö.1958) bunlar arasında sayılabilir. Bu şairlere, genel anlamda Cumhuriyet
devri Türk şiirini bir
yanıyla önceki devir
Türk şiirine eklemleyen, diğer
bir yanıyla da
yeni şiire geçişte işlevsel olarak görev yapan ve
böylelikle yeni nesil oluşuncaya kadar meydana gelecek boşluğu dolduran
sanatçılar olarak bakmak
mümkündür. Bu şairlerden
pek çoğu ilgili
edebiyat kategorileri içinde
ele alınmaktadır ve doğru
olan da odur.
Burada makalenin hacmini de
dikkate alarak eklektik
bir tavırla bunlardan bazıları
üzerinde durmak zorunlu gibi gözükmektedir. Örneğin, sanat ve edebiyat hayatına
Fecr-i Âtî grubu içinde başlayan ve adı bu grupla özdeşleşen Ahmed Hâşim
(ö.1933), Cumhuriyet devrinde
vermiş olduğu eserlerle
ölümüne kadar, etkisiyle günümüze kadar
usta şairler arasında
yerini alır. Fransızca
olarak kaleme alınan
bir makalesinde“...bugünkü Türk
edebiyatı, göz alabildiğine uzanan boş ve tatsız bir kış sonu tarlasına
benziyor” diyen ve “Devrim’in güneşiyle döllenmiş olan tarla, er ya da geç,
beklenmedik bir cennetin görünümünü dünyaya sunacak”cümleleriyle devrin
kurucu görüşünü onayladığını
da dile getiren
Hâşim, Sembolizmin
etkisindeki şiirleri yanında
“Şiirde Manâ”ile “Şiir
Hakkında Bazı Mülâhazalar”adlarını taşıyan yazılarıyla poetik
görüşlerini ve şiir
teorisini bir bakıma
oluşturmuştur. Ölümünden sonra
dahi süren nüfuzu karşısında Orhan Veli’nin hücumlarına
rağmen, “Ahmet Haşim’in şiir
anlayışı, özellikle 1970 sonrasında belirginleşen gelenekçi,
bireyci ve fiziköteci şairlerce önemsenmiştir.”
Millî Mücadele’yi
kalemini ve hitabet
dilini kılıç gibi
kullanarak destekleyen, Türk milletine İstiklâl Marşı’nı kazandıran Mehmet Akif Ersoy
(ö.1936), İslâmî ve ahlâkî değerlerle yüklü şiirleri ile “millet-i
merhûme”yi uyandırmayı amaçlamıştır.
Sağlam kültürel ve
edebî altyapısıyla ‘sanat
toplum içindir’ ilkesinden
hareket ederek aruz veznini mükemmel bir biçimde Türkçe’ye uyguladığı şiirlerinde pek çok konuyu kendine özgü
değişik üslûplarla ele almış, halkın konuştuğu dille güçlü realist manzum
hikâyeler yazmıştır. İlme de din
kadar inanan Akif, Türk milletinin ‘millî
şairi’ ve ‘İstiklâl Marşı şairi’ olarak
şöhret kazanmıştır. Safahat
adlı şiir kitabında
toplanan şiirleri, sanat,
edebiyat ve eleştiri konularında yazdığı makaleleri ile
özlediği bir edebiyata
işaretlerde bulunduğu için
1960’lardan sonra oluşacak Yeni
İslâmî Akım’ın öncü şahsiyeti olarak kabul görecektir.
Cumhuriyet
öncesi sanat ve
edebiyat alanında sesini duyurmaya başlayan
ve Batı tecrübesiyle sanat ve edebiyat anlayışına yeni bir düzen veren
Yahya Kemal Beyatlı (ö.1958), mükemmel eserlerinCumhuriyet
devrinde vermeyi sürdürür.
Fransa’dan dönüşünde bir
ara “Nev-Yunânîlik” akımını benimsemişse de
ilerleyen süreçte bu
anlayışı terk eden şair, kurucusu olduğu Dergâh dergisi
etrafında kümelenen genç şairleri yönlendirmiş, saf şiir, şiirde mükemmellik ve
şiir dili alanındaki görüşleriyle bu devir sanat ve edebiyatçıları üzerinde
derin etkiler bırakmış bir şahsiyettir. “Ahmet Haşim’le birlikte saf şiirin
peşinde olan Yahya Kemal Beyatlı, şiirde bizi biz yapan değerler üzerinde
düşünür.”Millî Edebiyat devri öncü şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul (ö.1944),
Cumhuriyet devrinde
de edebî faaliyetlerini sürdürmüş
olmasına rağmen edebî
kişiliğinde bir değişiklik
yaratacak seviyeye ulaşamaz. Bu
dönemde, sayıları konusunda
tartışmalar olsa da,
ilk şiirlerini aruzla
ve Edebiyât-ı Cedîde zevki
ile neşretmeye başlayarak
sanat hayatına atılan
ve aruzdan heceye
geçişte önemli işlevleri
olan Hececiler (veya Hecenin Beş
Şairi),Cumhuriyet devrinde vermiş oldukları eserleriyle Türkçe’nin şiir dilindeki zaferini
ilan etmişler, ele
aldıkları millî konu
ve temalarla bu
devir Türk şiirini zenginleştirmişlerdir.
Beş
hececiler, Türk şiirinde
tam ve sürekli
bir edebî topluluk
olamamasına rağmen, hecenin bilinçli
ve köklü bir
biçimde yerleşmesini sağlamışlardır. Beş
hececiler olarak bilinen
Enis Behiç Koryürek
(ö.1949), Yusuf Ziya Ortaç
(ö.1967), Hâlid Fahri Ozansoy
(ö.1971), Orhan Seyfi Orhon,
Faruk Nâfiz Çamlıbel
(ö.1973) isimlerinden oluşan bu
şairler Cumhuriyet döneminde yaşamış, eserlerinin
büyük bir kısmını
İstanbul Türkçesi ile bu devirde
vermiş ve vefat
etmişlerdir. Örneğin, “Sanat”şiirinde Anadolu’yu “harcanmamış bir
mevzu” gibi görerek poetik tavrını
ve temini açıkça ifşa
etmiş olan Çamlıbel, diğer arkadaşları gibi bu bağlamdaki şiirleriyle yeni
dönemin tezleriyle uyumlu bir tavrı sürdüren şairlerden biridir.
Cumhuriyet
devri Türk edebiyatı
ve şiirini kronolojik
olarak belli edebî
nesiller olarak
sınıflandırarak ele almak mümkündür. Bu tavır
daha önce sözünü
ettiğimiz görüşlerin pratize
edilmesi açısından da son derece önemlidir. 1923-1960 yılları arasındaki
Türk şiiri ve şairlerini kapsayan aşağıdaki ayrım, daha
önce yapılmış bir
ayrımın geliştirilmesiyle
oluşturulmuştur. Bu devirde
sosyal, siyasal, ekonomik ve
kültürel alanda toplumu değiştirme ve yeniden yapılandırma faaliyetleri gibi
dil ve edebiyat alanındaki her bir
faaliyet ve hareket de bu alanı
değiştirme ve dönüştürme amacını taşır. Bu
atmosfer içinde “Cumhuriyet
devrinde şiir sahasında
çeşitli akımlar ortaya
çıkmış ve bu akımları temsil
eden değerli şairler yetişmiştir.”
Fakat ortaya çıkan bu hareket ve akımların her
birinin maziye karşı takındığı tavır
ya bütünüyle ondan
bağları kopartma ya
da ondan bir
biçimde yararlanma şeklinde
kendisini gösterir. Görülen o ki, “Cumhuriyet devri Türk şiiri,
Tanzimat’tan sonra gelişen ‘Yeni Türk Şiiri’nin bir devamı olmakla
beraber, bazı özelliklerle
önceki devirlerin şiirlerinden
ayrılır ve bu
devrin şartlarına göre, nesiller
boyunca değişir.”
Şimdi nesiller / kuşaklar boyu değişen şiire daha
yakından bir bakalım. Anadolu’nun
çeşitli manzaralarıyla
birlikte ölüm, sevgi,
gurbet, deniz özlemi
... vb. tem
ve konularını işlemiş, Ahmet
Haşim’in tesirinde kalarak Empresyonist ve sembolik şiirler kaleme almıştır.
On beş yaşında başladığı ve aruzla kaleme aldığı
şiirlerinden sonra yirmi bir yaşında aruzu terk ederek heceyi kullanmaya
başlayan Kemâlettin Kâmi
Kamu (ö.1948), mütedeyyin
insanlarca buruk karşılanan bazı mısraları hariç tutulacak olursa Cumhuriyet devri Türk şiirinde “gurbet şairi” olarak ün kazanmıştır. Hayatı boyunca
kaleme aldığı şiirinde daha çok ‘savaş,
kahramanlık, yurt sevgisi, gurbet ve aşk’ temalarını konu edinmiştir.
Cumhuriyet
devri Türk şiirinde
“Yahya Kemal’in şiir
terbiyesiyle yetişen” Ahmet Hamdi Tanpınar (ö.1962),
edebiyat tarihçiliği bir
yana bırakılırsa, vezinli
ve kafiyeli veya
serbest tarzda kaleme aldığı
şiirlerinde ‘rüya, zaman
ve hayal’ gibi
temleri belli mekânlardan
hareketle estetik bir biçimde
işler. Sınırlı sayıda
şiir ele almasına
rağmen, hakkında pek
çok çalışmanın yapıldığı
bir şair olarak Tanpınar’ın şiirleri
ile nesirleri arasında
sıkı bir ilişki
vardır. Şiirinde özellikle
Paul Valéry’nin etkisi derindir. Şiir
teorisi açısından “Şiir Hakkında”adlı yazısı ile ölümünden birkaç ay önce Antalya
Lisesi’nden bir genç kıza yazdığı mektubu son derece önemlidir. Devrin şartları
gereği şiirde toplumsal işlevden kaçınan
şair, bu mektubunda “... şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir...” der.
Bu kuşak içinde
Ahmet Kutsi Tecer
(ö.1967), önce ferdî
temaları, özellikle “aşk,
ölüm ve ızdırap” temalarını
işledikten sonra, Faruk
Nafiz’in açtığı yolda,
fakat ondan ayrı
bir memleket şiirleri tarzına
yönelmiştir. O’nun “memleket şiiri” kavramını “köylü milletin
efendisidir”görüşünden hareketle biraz da köy
şiiri, köy havası muhtevasıyla doldurmak
istediği görülür. Bu tarzda, çok
taklit edilen bir çığır açmış,
1941-1945 yıllarında çalıştığı
‘Ülkü’ dergisini bir
köy şiirleri ve
folklor mektebi haline getirmiştir.
İlk
şiirlerini ‘Sezâ’ mahlasıyla kaleme
alan ve Millî edebiyat
akımına katılarak önce
hecenin, sonra serbest nazmın güzel örneklerini veren Ali
Mümtaz Arolat (ö.1967), “şiirlerinde hayal oyunlarını, renkli buluşları, aşk duygularını ve pastoral
manzaraları ön planda tutar.”Mütareke
yıllarında ilk şiirlerini
yazmaya başlayan ve
bunları eserlerine almayan
Necmettin Halil Onan
(ö.1968), şiirlerinde aruz
vezni yanında daha
çok hece veznini
kullanmış ve Cumhuriyet devri
Türk şiirinde ‘Bir Yolcuya’
adlı şiiriyle tanınmış
ve bu şiiri
ile ders kitaplarında
yerini almıştır. Millî
edebiyatçıların ortaya attıkları şekil ve muhteva ile alakalı hususları
benimsemiş ve sanat hayatında bundan ayrılmamıştır. Şiirlerinde en çok üzerinde
durulan ‘vatan sevgisi, ölüm, aşk ve tabiat’ konularıdır.
Bu konularla birlikte ‘tarih, hatıra, zaman,
ümitsizlik, hüzün, ayrılık, yalnızlık ve kimsesizlik’ temalarıyla da sık sık karşılaşılır.Eski inanç
sistemi ve müesseselerinin sarsılıp
bazı aydınların gözünden
düşmesiyle birlikte başka sığınaklar
arama bağlamında edebiyatımızda görülen
‘Nev-Yunânîlik’ akımının bir
temsilcisi olarak Salih Zeki Aktay (ö.1971), “Memleket şiirleri ile
başlayıp, Yunan mitolojisini bir anlatma vasıtası olarak kullan(mış), Ali
Mümtaz Arolat ile birlikte uzak iklimleri özlemiş. Ancak Salih Zeki bu
yabancı kültüre tam nüfuz
edemediği gibi, sınırlı
şiir yeteneği de
onun güzel şiirler
söylemesine imkân vermemiştir.
Bir ‘Elenist şair’ olma çabası başarılı olmamış, pitoreske
dayanırken, ‘şiirinde anafikir ile teferruat arasında sıkı bir münâsebet’
kuramayarak ‘özden çok süse’ önem vermiştir.”
İlk şiiri Kastamonu Sultânîsi’nde öğrenci iken
Gençlik dergisinde neşredilen ve ilerleyen yıllarda çeşitli dergilerde görülen şiirleri
ile Millî edebiyat akımının Cumhuriyet’ten sonra yetiştirdiği en güçlü temsilcisi olarak Arif Nihat Asya
(ö.1975), aruz, hece ve serbest vezinle kaleme aldığı şiirlerinde Halk ve
Divan edebiyatı nazım
şekillerini kullanmıştır.
Millî değer ve
şahsiyetleri konu alan
şiirleriyle dînî iman ve heyecanı
işleyen şiirleri, 1950’den sonra yetişen yeni nesillerde tarih şuurunun ve dinî
duyguların uyanmasında ve gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Rahat ve sade bir
üslûpla kaleme aldığı şiirlerinde ‘din
ve metafizik; kahramanlık ve
tarih duygusu, millî duygu,
vatan; aşk, tabiat,
aile, töre, insanlık
ve memleket güzellikleri’ gibi temaları işleyen şair, ‘Bayrak’ şiiriyle
olduğu kadar mensur şiirleri ve ebced hesabıyla tarih düşürdüğü manzumeleri ile
de tanınmıştır.
Şairliğe
ilk adımını on iki yaşındayken,
annesinin arzusuyla atan
ve ilk şiirlerini
Yeni Mecmua’da yayımlayan Necip Fazıl Kısakürek (ö.1983), Cumhuriyet
devri Türk şiirinde gerek düşünce dünyası ve gerekse şiir
anlayışı bakımından tek başına
bir ekoldür. Dönemin pek çok
şairi gibi bohem hayatı
içinde şiirlerini kaleme
alan ve çevresindekilerin taltifleri
içinde kendine önemli
bir yer edinen şairin
1934 yılında Nakşibendî
şeyhi Abdülhakim Arvâsî
ile tanışmasından sonra
dünya görüşü şiirini besleyen
kaynak da değişir. Buna paralel olarak kaleme aldığı dinî ve edebî pek çok
eseri ile yeni bir çevreye yeni
bir şiir anlayışı
ile hitap etmiştir. Dünya görüşü
ve sanat anlayışındaki
değişimin bir sonucu olarak bu
dönemden önceki bazı şiirlerin ‘kendisi
ile ilgisi kalmadığı’nı söylemiş ve “Ben şiiri, her
türlü hasis gayenin üstünde, doğrudan doğruya kendi zat gayesine –san’at için san’at-,
fakat kendi zat gayesinin sırrıyle
de Allah’a ve
Allah davasının topluluğuna
–cemiyet için san’at-
bağlı kabul etmişim...”gibi cümlelerle
yeni şiir anlayışını
ortaya koymuştur. Böylelikle,
‘yalnızlık, fizikötesi
kaygılar ve büyük
kent sorunları yanında
doğrudan İslâmî tem
ve konular’ kendisini
gösterir. Şiirleri, Nazım Hikmet
ile yükselen “sosyal-ideolojik muhtevalı şiire bir reaksiyon niteliğini taşır
ve tam karşı kutupta yer alır.
O, Cumhuriyet devri
Türk şiirinde 1946’da
Büyük Doğu dergisinde
kısım kısım neşredilmeye başlanan
ve ilk defa
1955’de Sonsuzluk Kervanı’nda
bütünleşen, daha sonra
Çile’nin sonuna alınan Poetika’sı ve kaleme aldığı çeşitli eserleri ile
özlediği bir edebiyata işaretlerde bulunduğu için Mehmet Akif
Ersoy gibi 1960’lardan
sonra oluşacak Yeni
İslâmî Akım’ın öncü
şahsiyeti olarak kabul
görecektir.
Millî edebiyat akımının öngördüğü sanat anlayışının
Cumhuriyet’ten sonra bir kadın şair olaraktakipçisi
olan Hâlide Nusret
Zorlutuna (ö.1984), şiire
“Ağlayan Kahkahalar” adlı
mensur şiiriyle ayağını atmış, ardından “Ric’at Devrinde” adlı
şiirinin de Kadınlar Dünyası dergisinde neşredilmesinden sonra bir ‘şâire’ olarak tanınmıştır.
Şiirlerinde bir öğretmen olarak dolaştığı
Anadolu’nun güzellikleri ile aşk temalarını işlemiştir. Şairliğe ilk
adımını Çankırı’da neşredilen Hak Yolu adlı dergide çıkan bir şiiri ile adım atan ve halk şiiri geleneğine bağlı kalarak yazdığı
vezinli-kafiyeli şiirlerde gösterdiği başarıyla tanınan Zeki Ömer Defne (ö.1992), daha sonra yerli motiflerle süslü
serbest vezin denemeleri ile
yeni şekiller kullanmış, ‘tabiat, yurt,
millet, aşk ve insan’ gibi konu ve temleri işlemiştir. “Şiirlerinde gelenek ile
yenilik arasında bir denge vardır.”
1928 Kuşağı: Cumhuriyet devri Türk şiiri bu
tarihlerde Yedi Meş’aleciler ve Serbest Nazımcılar veya İlk Toplumcu Gerçekçiler adlı iki akımla
karşılaşır. Devletin ve toplumun yeniden yapılandırılması amacı
ile yapılan inkılâplar
bu yıllarda devam
eder. Bu yıl yapılan
harf inkılâbı, alfabe
değişikliği ile sosyal hayatta
olduğu gibi edebî eserlerde de yeni bir dil kullanımını resmen zorunlu kılar.
(a)Yedi Meş’aleciler (1928):
Üyelerinin hepsi gençlerden oluşan ve içinde
bulundukları edebiyattan yakınarak bir araya gelen yedi
kişilik yeni bir
edebî topluluk olarak
Yedi Meş’aleciler,
yayımlamak istedikleri ortak
kitaba verecekleri isim konusunda ilk tartışmalarını
yaparlar. Bu bağlamda, kitap için “Yedi Dağın Çiçeği, Yedi Veren, Yedi Ses, Yedi Yıldız” adları
yanında Cevdet Kudret’in teklif
ettiği “Yedi Kollu Şamdan” ve Reşit Süreyya’nın önerdiği “Yedi Güneş” adları
düşünülüp tartışılmış, neticede Sabri Esad’ın teklif ettiği “Yedi Meş’ale” isminde görüş birliğine varılmıştır.
Zaten Servet-i Fünûn’da yazan ve şiirlerini bir
ortak kitapta bir araya getirmeyi düşünen Kenan Hulûsi Koray
(ö.1943), Muammer Lütfi
Bahşi (ö.1947), Ziya
Osman Saba (ö.1957),
Vasfi Mahir Kocatürk (ö.1961), Sabri Esat Siyavuşgil (ö.1968), Yaşar Nabi Nayır (ö.1981) ve Cevdet Kudret Solok
(ö.1992), 1928 yılında
müşterek parayla Yedi
Meş’ale adlı ortak bir
kitapta şiirlerini yayımlarlar.
Kitapta her ismin şiirleri, kendilerine özgü
bölümlerde farklı isimler altında bir araya getirilmiştir. Kitaba yazmış oldukları “Mukaddime / Önsöz”,Cumhuriyet devrinin yeni oluşan
bu ilk edebî topluluğununpoetik görüşlerini teorik anlamda ortaya koyan bir
metindir.
Bu
arada, Sabri Esad’ın
Kadıköy’deki Yaşar Nabi’nin
Şehzadebaşı’ndaki evinde toplantılara devam edilir. Yayımlamış
oldukları ortak kitap hayli ilgi uyandırınca, Yusuf Ziya, Sabri Esat aracılığı
ile gençlerin “Meş’ale” adlı bir dergi etrafında toplanmalarını önerir. Bunun üzerine,
Ankara’da “Meş’ale” [Sayı: 1-8, 1 Temmuz 1928-15 Teşrîn-i Evvel (Ekim)1928] adlı
dergi de yayımlanır. Yusuf Ziya, ilgisini kesmez ve onbeş günde bir yayımlanan
derginin satış işleri için Ahmet Haşim’i görevlendirir. Ancak, o
yıl harf inkılâbı yapıldığı için başka pek çok dergi gibi dergi yayımını
sürdüremez ve kapanır. Başlangıçta
“...memleketimizde son edebî cereyanları gösterecek toplu bir eser vücuda
getirmek arzusu” ile Millî Edebiyat yazarları ve bilhassa Faruk Nafiz’de
odaklaşan ‘hecenin beş şairine’
tepki olarak ortaya çıkan
Yedi Meş’alecilerin Ortak
Poetik Görüşleri’ni şöylece
maddeleştirmek mümkündür:
1-“Edebiyatımız öldü ölüyor” diyenler, gençlerin
eserlerini okumadan konuşanlardır. Onlar öyle hareket etmekle “fuzûlî bir tefâhur ve ma’lûmât-furûşluk”
göstermektedirler.
2-Edebiyatımız gerçi dünya edebiyatına göre geri
kalabilir. Fakat böyledir diye aradaki mesafeyi taklitle kapayacak değillerdir.
Tam tersine, hem
taklitten edebiyatı, hem
bu baş belasından
kendilerini kurtarmayı “en
büyük vazife” bileceklerdir.
3-Kendi
şahsî duygularının, neşe
ve sevgilerinin, nefret
ve acılarının ifadesine mümkün mertebe az yer
vereceklerdir.
4-Marazî duygular, iğreti ve klişe benzetmeler,
köksüz fikirler onlardan asla iltifat görmeyecektir: “...son zamanların renksiz
ve dar Ayşe, Fatma terennümleri”ne yer vermeyecekler, duygularını başkalarının
manevî yardımlarına muhtaç kalmadan
ifade etmeye çalışacaklardır.
5-Kâri’ler (okurlar)
aynı his ve
fikirlerin değiştirile değiştirile
kendilerine sunulmasından bıktılar,
usandılar... Bu çürük zihniyetle mücadele” edeceklerdir.
6-“Canlılık, samimiyet ve daima yenilik” olacaktır.
Uzun sürmeyen bir
hareket olarak “Yedi Meşalecilerin şiirlerinden,
onların batıdaki Parnas akımından etkilendikleri
anlaşılmaktadır.”
Bu bağlamda, Olcay Önertoy, Oktay Yivli, Hüseyin
Tuncer ve Öztürk Emiroğlu’nun tespitleri dikkate değer nitelikler taşımaktadır.Yedi Meş’aleciler
içinde Kenan Hulûsi Koray
(ö.1943), “Ahmet Hâşim tarzında
kısa şiirler ve onlardan daha güzel
nesirler yazar.”Diğer altı şair içinde tek nâsir, yani hikâyeci olarak bu grup
içinde dikkati çeker. Yedi Meş’aleciler içinde
şairliğe ilk adımını
18-19 yaşlarında atan
ve ilk şiirlerini
İzmir’de Ahenk gazetesinde yayımlayan Muammer Lütfi Bahşi (ö.1947),
ilk şiirlerinde eski
şiirin tesirindedir.Tokadîzâde
Şekip, Tahirü’l Mevlevî ve Ahmet Hâşim
etkisinde aruz, hece ve sonradan
serbest vezinle maverâî ve hikemî tarzda kaleme aldığı şiirlerinde
memleket konuları ve sevgi temalarını işler.
Yedi Meş’aleciler
arasında ‘Sönen Gözler’adlı şiiri
ile şairliğe adımını
atan ve ona
sonuna kadar bağlı kalan Ziya Osman Saba (ö.1957), “mümin, mütevekkil ve
mütevazi kişiliği” kadar Cahit Sıtkı Tarancı ile aralarındaki mektuplaşmaları
ile de tanınan bir şair olarak önceleri vezinli kafiyeli hece vezniyle şiirlerini kaleme alırken, son zamanlarında serbest
tarzı denemiş ve yaşadığı dönemde görülen bütün şiir tekniklerini
kullanmıştır. Sade, açık ve yalın bir dille kaleme aldığı “şiirlerinde ölüm,
ahiret ve Tanrı temalarında yoğunlaşma
gösteren şair, bunların dışında, sıradan
insanın günlük yaşayışı, acısı ve
sevincini de konu edinir. Sevgi, özlem, kırgınlık gibi duyguları işleyen Z. Osman, yaşama sevincini ve mutluluğu şiirlerinde duygulu,
içli ve ince bir biçimde, yaşama sevinci ve insan sevgisi dikkatleri çeker; temelde sevgi
üzerine yoğunlaştığı gözlenir.”Nazım şekilleri
olarak, mesnevî, üçlük,
dörtlük ve sone’yi kullanmıştır.
Millî edebiyat akımına yakın nitelikler taşıyan
şiirleriyle Vasfi Mahir Kocatürk
(ö.1961), ilk önce epik
şiirleriyle tanınmış, halk
şiiri tarzında devam
eden şiirlerinde kahramanlık,
fedakârlık, millî şuur,
vatan ve millet
sevgisi gibi konu
ve temleri ele
almıştır. Cumhuriyet devrinde
vermiş olduğu eserlere top yekun bir bakılacak olursa, onun şairlikten
daha ziyade yazarlık yönünün öne geçtiği ve bir edebiyat tarihçisi ve
incelemecisi kimliğiyle tanındığı görülür.Aslında ilk şiirlerini 1927’lerde Güneş ve Hayat
dergilerinde yayımlayarak şairliğe adım atan ve 1928’de de Yedi Meş’aleciler
topluluğuna katılan Sabri Esat Siyavuşgil (ö.1968), hece vezniyle kaleme aldığı
şiirlerinde Empresyonizm’in etkisi
ile ferdî duygularını
işlemiş ve “edebiyatımızda ‘hayal’
yanı güçlü şiirler” yazmıştır. 1936’dan sonra şiirle ilgisini kesip bir
“psikoloji profesörü olarak” kendisini bilimsel çalışmalara vermiştir.
İlk
şiirinin 1926 yılında
Servet-i Fünûn’da yayımlanışından iki
yıl sonra Yedi Meş’aleciler’e katılan Yaşar Nabi Nayır (ö.1981), on yıl kadar
şiirle meşgul olmuştur. İki arkadaşıyla birlikte kurduğu Varlık
dergisi ve yayınevi
ile adı özdeşleşmiştir. Bu dergi
etrafında toplanan yeteneklere
ve toplumcu gerçekçi çizgide
gelişen edebiyata telif
ve çeviri kitaplarıyla
katkıda bulunmuş ve
resmî görüş olarak Atatürkçülük yanında tavır
sergilemiştir.
Asıl adı Süleyman
Cevdet olmasına rağmen
1927 yılında şiirlerini
Cevdet Kudret adıyla yayımlayan, 1928’de Yedi Meş’ale
topluluğuna katılan Cevdet Kudret Solok (ö.1992), çıkartılan ortak kitapta yer
alan on bir şiiriyle dikkati çeker. “Şiirlerinde geniş ölçüde yalnızlık,
özlem temalarını işler... Saz
şiiri geleneğinden yararlanır.
Sosyal konulara yönelir.
Ferdî duygular ve
kötümserliğin yanında kıskançlık,
yasak sevgiler ve köy-kent çatışması gibi konuları ele aldığı gözlenir.”
Şiirden uzaklaşarak değişik takma adlar
altında okullar için
ders kitapları ve
inceleme türünde çok
değerli eserler kaleme almıştır.
Sonuç olarak ifade
etmek gerekirse, Yedi Meş’aleciler ve
ortaya koydukları ürünler,
o deviredebiyat
dünyasında dikkatleri çekmeyi
başarmış ve çok
kısa süren birliktelik,
edebî açıdan bir hareketliliği de beraberinde getirmiştir. Gerek
edebiyat teorisi ve gerekse şiir
teorisi açısından ‘bu yedi
kişilik grup’, başlangıçta yeni bir ‘akım’
iddiası taşımasına rağmen,
sonraları ‘akım’, ‘ekol’ veya ‘edebî topluluk’
olmadıklarını bizzat kendileri
söylemişlerdir. Vasfi Mahir Kocatürk’ün
sözleri bu bağlamda örnek gösterilebilir:
“Yedi Meş’ale’ye birçokları bir edebî okul gözüyle
baktıkları için birtakım vasıflar aradılar ve
türlü türlü kusurlar buldular.
Gerçi Yedi Meş’ale şairlerinde müşterek
gibi görünen ve kendilerinden evvelki nesilden ayrılan bazı küçük yeni duyuşlar
vardı. Fakat bunun yepyeni bir edebiyat
telâkkisi ile de
hiçbir alâkası olamazdı.
Esasen Yedi Meş’ale muayyen bir edebiyat okulunun beyannamesi değil,
muhtelif seciyeleri ve telâkkileri olan yedi gencin bir araya toplanmış
eserleri idi. Ahmet
Haşim’in dediği gibi,
Meş’alecilerin en büyük muvaffakiyeti kendilerinden
bahsettirebilmek olmuştur. Yedi Meş’ale ne muayyen bir sanat telâkkisinin
ifadesi, ne bir okul, ne de fevkalade bir kıymettir. Bu grubu teşkil eden
şairlerin aralarında bir bağ vardı: Arkadaşlık...”
Serbest Nazımcılar veya İlk Toplumcu Gerçekçiler:
Nazım Hikmet’in ilk şiir kitabıyla birlikte
Cumhuriyet devri Türk şiiri, biçimsel açıdan vezin vekafiyeye
yer vermemesine rağmen
serbest nazmı ve
konuşma dilini kullanan
ve muhteva açısından da sosyalist düşünceleri savunan sosyalist
şiirle tanışmış olur. Çünkü, “Marksizm, edebiyat sahasında kendi ideolojisine
en uygun olan toplumsal gerçekçiliği benimsemiştir.”
Aslında bu olaya, Cumhuriyet öncesi dönemde
Beşir Fuad ve Abdullah Cevdet gibi şahsiyetlerle
başlayan çabaların yavaş
yavaş maya tutması ve kendine bir yer edinecek atmosfer bulması
biçiminde bakılabilir.
Kendilerine
‘serbest nazımcılar’ veya
‘ilk toplumcu gerçekçiler’de denilen
bu şiirin Cumhuriyet devri
Türk şiirindeki ilk
temsilcileri Nazım Hikmet
Ran (ö.1963), Ercüment
Behzat Lav (ö.1984) ve İlhami
Bekir Tez (ö.1984) isimlerinden oluşur. İlk toplumcu gerçekçiler veya öncü
toplumcu gerçekçiler olarak bu şahsiyetler kendilerinden sonra gelen ve adına
1940-45 kuşağı adı verilen bir şair ve entelektüel kesimi
derinden etkilemiş, izleri
günümüze kadar gelmiştir. Ahmet Oktay, bu
şairlerin çok belirgin bir
özelliğini “Öncü toplumcularımız, dönemin tek partili yönetimi karşısında
durumu kurtarmak için Kemalist ideolojinin
araçlarını ve yöntemlerini
kullanarak Marksist kimliklerini
gizlediler.”cümlesiyle ortaya koyar. “Mehmed Nazım” imzası ile 1918
yılında Yeni Mecmua’da neşredilen ilk şiiri ile hececi şairlerin etkin olduğu
bir zamanda sanat dünyasına adımını atan Nazım Hikmet Ran (ö.1963), geleneksel
şiirin etkisindeki bu ilk şiirlerinde
hece veznini kullanmış ve çoğunlukla da bireysel gençlik duygularını konu
olarak seçmiştir. Öğrenim için
gittiği Rusya’da 1922-1924
yılları arasında Viladimir
Mayakovsky’nin şiirini tanıyıp etkilenen
Nazım, manevî değerler dahil
geleneksel sanat ve
şiir anlayışlarını reddeden,
sosyalist ve devrimci
Rus şiiri olarak
bilenen ve sadece
serbest nazmı kullanan
biçim ve muhteva yönünden farklı,
Fütürizm akımından mülhem bir
şiiri Türk şiirine
getirir. “Nazım Hikmet’in
şiirleri kadar yankı uyandıranbir
özelliği ‘Putları Yıkıyoruz’ kampanyasıyla
önce Abdülhak Hâmid sonra da Mehmet Emin’e hücûm
etmesidir... Aşk duygularını işlediği
lirik şiirlerine rağmen,
onun asıl tesiri
ve şöhreti, bunlardan değil,
propaganda mahiyetindeki
şiirlerinden ileri gelir.”
Gerek
dünya görüşü ve gerekse Sovyet tipi sosyalist şiiri ile
kendinden sonra gelen sosyalist şairler neslinin yetişmesinde büyük
katkısı olmuştur. Tanpınar,
“bu şairin 1926
ile 1940 arasındaki
şiirde büyük bir
tesiri olduğu iddia edilemez.”dese de, Nazım’ın
biri 1930’larda, diğeri
de ölümünden sonra
olmak üzere Türk şiirinde derin etkisi olduğunu ve savunduğu
ideoloji nedeniyle çok yakın zamanlara kadar yasaklı bir şair olarak kaldığını
belirtmek gerekir. İlk şiirlerini
1926’da Resimli Ay, Servet-i Fünûn, Uyanış gibi dergilerde yayımlayan Ercüment
Behzat Lav (ö.1984), Nazım Hikmet’inkine paralel
bir dünya görüşü ve
sanat anlayışıyla “gelenekçi şiire baş kaldıran; kübist,
fütürist ve sürrealist özellikler gösteren şiirleriyle tanınmış, sürekli arayış
içinde olmuş, şiirlerini öz
ve biçim yönlerinden
geliştirmeye çalışmış, son
şiirlerinde, soyut imgelerden uzaklaşıp hümanist
bir anlayışla toplumcu
konuları işlemiş”, fakat
Avrupa’daki yeni edebiyat akımlarını tanıyanlardan olmasına
rağmen Nazım Hikmet’in seviyesine ulaşamamıştır. İlhami Bekir Tez (ö.1984), 1924
yılından itibaren kaleme aldığı vezinli ve kafiyeli geleneksel halk şiiri özelliklerini gösteren ilk
şiirlerinden sonra, dünya
görüşlerini ve sanat anlayışlarını paylaştığı serbest nazma
yönelerek toplumsal konuları ele almıştır. 1933
Kuşağı: Cumhuriyet devri
Türk şiirinin bu
kuşak şairleri arasında
Cahit Sıtkı Tarancı (ö.1956), Behçet Kemal Çağlar
(ö.1969), Ahmet Muhip Dıranas (ö.1980), Fazıl Hüsnü Dağlarca (ö.2008) ... vb. sıralanabilir. Bu şairler, Nazım
Hikmet ve arkadaşlarının başlatmış oldukları şiir anlayışının dışında bir
çizgide eserlerini vermişlerdir. Şiire
çok genç yaşta,
öğrencilik yıllarında başlayan,
geleneği reddetmeyen, fakat
Fransız şiirinden etkilenen bir
şair olarak Cahit
Sıtkı Tarancı (ö.1956),
sade, temiz ve
rahat bir üslûpta konuşma dilini kullanarak ‘sanat
sanat içindir’ ilkesi doğrultusunda kaleme aldığı şiirlerinde klasik nazım
şekilleri yanında sone ve terzarima gibi Batı edebiyatı nazım şekillerini de
kullanmıştır. Şiiri, “kelimelerle güzel şekilleri kurma sanatı”, şairi de, bu
“sanatı bilen adam” diye tanımlayan,
her türlü tezli ve “-izm’li” cereyanlara
karşı duran Tarancı,
Ziya Osman Saba’ya
yazdığı mektuplarında sanatı ve
şiir anlayışına ilişkin pek çok
şeyi dile getirmiş; kafiyenin reddedilmediği hece ve serbest vezinle kaleme
aldığı şiirlerinde ‘yalnızlık,
sıkıntı, kötümserlik, ölüm,
yaşama sevinci, aşk ve kadın,
bohem, tabiat, geçmişe ve
çocukluğa özlem, günahkârlık
duygusu ve Allah’a sığınma, millî duygular
... vb.’ konu ve temaları
işlemiştir.
Cumhuriyet
devri Türk şairleri
içinde Ankaralı Aşık
Ömer mahlasıyla ‘inkılâp
edebiyatı’ bağlamında angaje şiirleriyle tanınan Behçet Kemal Çağlar
(ö.1969), sanat ve edebiyat gibi sanatçının da İnkılâbın hizmetinde olmasını ister. “Çok kısıtlı
şiir kabiliyetiyle Cumhuriyet’in dayandığı temelleri,Önder’i, tarihî bakış tarzını ihmal etmeksizin
işler. Coşkun söyleyişi hiçbir zaman üstün sanat derecesine
yükselememiştir... Halk şiir geleneği tesirinde
hece veznini ve
kafiye düzenini mekanik
şekilde kullanması, şiddetli kelimeler
ve tonla ifade
ettiği duygu ve
ülküleri zamanla basmakalıp
bir hale dönmüştür. Halk
şiir geleneğinden yararlanarak
çok kıvrak söyleyişe
ulaşan diğer şairler
yanında bir gelişme gösteremeyen
Behçet Kemal’in Atatürk’e bağlılığı ve sevgisi de ne yazık ki kalıcı ve etkili
şiirler yazmasını sağlayamamıştır.”Ancak, Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte
‘Onuncu Yıl Marşı’nı yazan ve Tanpınar’a
göre, “bugünkü Türk
şiirinde ihmal edilmez
bir yeri”olan şair,
Kur’an-ı Kerim’den İlhamlar adlı
kitabı ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine sanatta
iddia ettiği tezine
uygun tarzda sözde nazire olarak kaleme aldığı Mevlid’i
ile devrinin mütedeyyin insanlarınca takip edilmiştir.
Şairliğe ilk
adımını 1926 yılında Ankara Lisesi’nden Muhip Atalay imzasıyla Millî Mecmua’da yayımladığı ‘Bir Kadına’
adlı şiiriyle atan
Ahmet Muhip Dıranas (ö.1980), Cumhuriyet
devri Türk şiirinde
çeşitli dergilerde neşrettiği
Necip Fazıl, Faruk
Nafiz ve Baudelaire’nin sembolizminden etkilenerek vezinli
(hece) ve kafiyeli tarzda ‘sanat
sanat içindir’ ilkesine bağlı şiirlerinde
“karamsar ve gamlı bir ruh hali içinde gurbet, yalnızlık, korku, ölüm, aşk
ve tabiat temalarını işler.”Öte yandan “son yıllarda yazdığı anlaşılan bazı
şiirlerinde sosyal konulara da yer vermiştir. Aşkı ve tabiat sevgisini adeta
bir din haline getirmiştir. Hayatın boşluk ve dramını sevgili ve güzellik duygusu doldurur... Şiirlerinde Allah
ile olan bağlarını
koparmıştır. Şiirlerinde kendisini
ve kâinâtı bomboş
hisseden insanın trajedisi hissedilir.” Şiir diline
kazandırmış olduğu kelimeleri
(örneğin, ece, hoyrat,
varalık, ... vb.)
ustalıkla kullanır, mecaza ve yeni kavramlara yer vermesine rağmen
üslûbu yapmacıktan uzaktır. Cumhuriyet devri Tür edebiyatında şiire ilk adımını
1933 yılında İstanbul dergisinde yayımladığı ‘Yavaşlayan Ömür’ adlı şiiriyle atan Fazıl Hüsnü Dağlarca (ö.2008), bu
tarihten itibaren verimli bir
şair olarak şiirlerini
başta Varlık olmak
üzere çok çeşitli
dergilerde yayımlamış ve
belli başlı şairler arasında yerini almıştır. Aşık tarzında vezinli ve kafiyeli şiirlerini
içeren ilk şiir kitabı
‘Havaya Çizilen Dünya’ ve onun
ardından gelen ‘Çocuk
ve Allah’ adlı şiir
kitaplarıyla dikkatleri üzerine
çekmiştir. İlk şiirlerinde
geleneğe uyan şair bu eserinden sonra ondan uzaklaşır kendine özgü bir tarzı benimser. Şuur altı ve
metafizik gibi derin
felsefî konulardan millî
ve kahramanlık konularına,
1950’lerden sonra toplumcu
gerçekçilerin önemsediği pek çok sosyal ve siyasal konulara kadar geniş bir
yelpaze oluşturur. Şaşırtıcı dili, öztürkçe
düşkünlüğü ile tanınan
ve ‘Türkçem benim
ses bayrağım’ diyen
“Dağlarca’nın bütün şiirleri güzel değildir, fakat bazı şiirleri, şiirin
kaynaklarına inmiş hakikî bir
şairin ilham, derinlik ve parıltısını
haizdir.” arası sıkıntıları yaşayan ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu
(*aşağıda sözü edilen) fikirleri ortaya atan bir nesle
mensupturlar...”“Sonra üçü de,
çeşitli derecelerde, İkinci
Dünya Savaşı esnasında
Türk aydınları üzerinde büyük bir tesir yapan Marksist hayat görüşünü
benimsediler.” “Basit, sathî, idealsiz bir
hayatı özlerler. İçkiye
düşkünlükleri onları genç
yaşta ölüme sürükler.”Aslında bu
tavırların ve benimsenen hayat anlayışının
bu dönem şairlerinin çoğunda ortak olduğunu belirtmek gerekir.
(a)Garipçiler – Birinci Yeniler (1941):
Cumhuriyet
devri Türk şiirinde Orhan Veli
Kanık (ö.1950), Oktay Rifat Horozcu (ö.1988)
ve Melih
Cevdet Anday (ö.2002),
1941 yılında müşterek
olarak yayımladıkları “Garip” adlı
kitap veGerçeküstücülük
(Sürrealizm)akımından ilham alan bir
şiir anlayışı ile sanat alanına
çıkmışlardır.Yayımladıkları bu kitabın adı olarak “Garip sözcüğünün ‘alışılmadık, değişik’ ve
‘gurbette kalmış, uzak düşmüş’ anlamlarına gelmesi şiir anlayışlarını
simgelemesi bakımından uygun bulunmuştu(r).” Orhan Veli neslinin,
“Atatürk devrinde yetişen
ve edebiyat sahasına
atılan son nesil”olduğunu belirtmek gerekir.
Asım Bezirci, olaya politik bir açıdan yaklaşarak
Garip şiirini ‘İnönü Diktası’nın şiiri”, hatta “resmî şiir” olarak gören Attila İlhan’a paralel bir tavırla bu
şiirin doğduğu ortamı şöyle
değerlendirir: “Bilindiği üzere, Birinci
Yeni –asıl adıyla
Garip şiiri- CHP
diktasının iyice azgınlaştığı
ve Dünya Savaşı’nın da
etkisiyle toplumdaki bunalımların
iyice keskinleştiği bir
dönemde doğar. Bu
dönemde demokrat ve toplumcu
dergiler susturulur, eserler
toplatılır, şairler ya
hapse atılır ya
da sürgüne gönderilir... İşte
Garip akımı bu koşullar altında oluşur.”Cumhuriyet devri Türk şiirinde yayımladıkları kitaba nispetle Garipçiler, İkinci Yeniler ortaya çıktıktan sonra ise
Birinci Yenilerolarak anılan bu kuşak, şiiri düz konuşmadan ayıran bütün
özellikleri atarak, o özelliklere alışmış olanlarca ‘garip’ sayılacak yeni bir
şiir estetiği getirmişler ve şiir hakkındaki görüşlerini “Garip Önsözü” ile
edebiyat dünyasına duyurmuşlardır.
Bu
neslin lideri konumundaki Orhan Veli tarafından
kaleme alınan ‘Önsöz’,
‘Kitâbe-i Seng-i Mezar’ adlı şiirinin
neşri üzerine daha
çok eleştirel bağlamdaki
yazılara cevap mahiyetinde Varlık dergisinde
yazmış olduğu dört
makalenin (Aralık 1939-Ocak
1940) bir araya
getirilip yenidenderlenmesinden
oluşur. Bu ‘Önsöz/Mukaddime’, şiirle
ilgili çeşitli konuları
içeren dokuz bölümden ibarettir. Kapağında Orhan Veli’nin, içinde
ise üç Garip’çinin isimlerini
gösteren “Garip, büyük boyda, kaba bir kağıda basılmış olup, 60 sayfa içinde,
Melih Cevdet’in 16, Oktay Rifat’ın 21, Orhan Veli’nin 25 şiirini ihtiva
etmektedir. Kitap, üzerinde “Bu kitap, sizi alışılmış şeylerden şüphe etmeye
davet edecektir” cümlesi yazılı bir kuşakla satışa çıkarılmıştır.
Garip mukaddimesi,
neler getirmiştir, neler
götürmüştür, alışılmış şeyler
neydi ve okuyanları nelerden şüpheye
davet etmiştir?” bunları anlamak
ve Garip şiirinin
özelliklerini tespit etmek
için ‘Önsöz’e, yani ‘Mukaddime’ye başvurmak gerekir.
Garip Önsözü’nde bu, “Şiir, yani söz söyleme
sanatı...” şeklinde ifadesini bulur Bu şiir tanımında şiirin malzemesinin söz
olduğu ve Ahmet Haşim’in şiiri sözden ziyade musikiye yakın görmesinin aksi
bir tutum takınıldığı görülmektedir. Orhan Veli
Önsöz’de ve şiirlerinde Haşim’i ve şiir anlayışını değişik vesilelerle hedef
alır. Aslında Garipçiler bu görüşe vezinli ve kafiyeli şiirden geçerek ulaşmışlardır. Onların ilk
şiirleri vezinli ve kafiyeli
şiirlerden oluşmaktadır [Örneğin:
O. Veli’nin Oaristys, Ebâbil, Düşüncelerimin Başucunda, Eldorado, Ave Maria,
Odamda, Efsane; O. Rifat’ın Eza; M. Cevdet’in Beklemek ... adlı şiirlerinde
olduğu gibi]. Orhan Veli’nin Önsöz’de “İlk insanlar kafiyeyi ikinci satırın
kolay hatırlanmasını temin
için, yani sadece
hafızaya yardımcı olmak maksadıyla kullanmışlardı. Fakat,
onda, sonradan bir güzellik buldular. Onu, hikmet-i vücûdu
aşağı yukarı aynı olan vezinle birlikte kullanmayı bir maharet saydılar...
Bugünkü insan, öyle zan ve temenni ediyorum ki, vezinle kafiyenin
kullanılışında kendini hayrete düşüren bir güçlük yahut da büyük heyecanlar
temin eden bir
güzellik bulmayacaktır... Bir
şiirde eğer takdir edilmesi
lazım gelen bir
ahenk varsa, onu
temin eden şey ne
vezindir ne de
kafiye. O ahenk vezinle
kafiyenin dışında da,
vezinle kafiyeye rağmen
de mevcuttur” [G.Ö./s. 24]
cümleleriyle kesin olarak karşı
çıktığı vezin ve kafiye konusunda
daha sonraki yıllarda
ılımlı bir tavır
takındığı kendisiyle yapılan röportajlardan anlaşılmaktadır. Bunun
“Diyeceğim ki, güzel mısra, en iyi ifadesini bulmuş hayal değil, içini
kendisine en uygun hayal ile doldurabilmiş şekildir” “... haddizâtında güzel
olan kelimenin şiire malzemelik etmesi şiir için bir kazanç değil... eski
şiirin hususiyeti .. edadır, ismi de ‘şâirâne’dir. Bu edaya
bizi kelimeler getirmiş... O
lûgatın çerçevesinden kurtulmadıkça
şâirâneden kurtulmaya da
imkân yok.
Şiire
yeni bir dil
getirme cehdi işte
böyle bir kurtulma
arzusundan doğuyor. ‘Nasır’
ve ‘Süleyman Efendi’ kelimelerinin
şiire sokulmasını hazmedemeyenlerse
şâirâneye tahammül edebilenler,
hatta onu arayanlar, hem de bilhassa arayanlardır. Halbuki ‘eskiye ait olan her
şeyin, her şeyden evvel de şâirânenin aleyhinde bulunmak lâzım’...” “Lafız ve
mana sanatları çok kere zekânın tabiat üzerindeki değiştirici, tahrip edici
hassalarından istifade eder... Teşbih, eşyayı, olduğundan başka türlü görmek
zorudur... Halbuki teşbihle istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı
kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri garip telakki etmektedir... Yazının
peyda olduğu günden beri yüzbinlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış.
Hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha ilave etmekle acaba
edebiyata ne kazandıracaklar? Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya
gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim
ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.”
Bundan dolayıdır ki,
Mehmet Kaplan’ın söylediğine
göre, “Orhan Veli
kendi şahsiyetini bulduktan sonra
“gibi” edatını kullanmamaya adeta yemin etmiştir” “Şiir öyle
bir bütündür ki,
bütünlüğünün farkında bile
olunmaz. Sıvanmış, boyanmış
bir binanın tuğlaların
arasındaki harcı göremeyiz. Bina tamamiyetini
ancak bu harçla
temin ettiği zamandır
ki, onu teşkil
eden tuğlaları teker
teker görmek, onların vasıfları üzerinde düşünmek fırsatını elde ederiz... Tuğla güzel
değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan terekküp eden bir mimârî eseri
güzeldir.”
“Şiirde
hücum edilmesi lâzım
geldiğine inandığım zihniyetlerden biri de mısracı zihniyettir... Şiiri
şiir, resimi resim, musikiyi musiki olarak kabul etmeli.
Her sanatın kendine ait hususiyetleri, kendine ait ifade vasıtaları var. Meramı
bu vasıtalarla anlatıp bu hususiyetlerin içinde kapalı kalmak hem sanatın
hakiki kıymetlerine hürmetkâr olmak, hem de bir cehde, bir emeğe yer vermek
demek değil mi? Güzel olanı
temin edecek güçlük
her halde bu
olmalı. Şiirde musiki,
musikide resim, resimde
edebiyat bu güçlüğü yenemiyen
insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değildir” “Şiir, bütün hususiyetini edasından alan bir
söz sanatıdır. Yani tamamıyle manadan ibarettir. Mana, insanın beş duyusuna
değil kafasına hitap eder...
Şiiri şiir yapan,
sadece, edasındaki hususiyettir;
o da manaya aittir...
“bütün kıymeti manasında olan şiir...” Öte
yandan Ahmet Kabaklı, Orhan Veli’ye
göre, “Şiirin bir mana
sanatı olması, bir
fikir sanatı olmasını gerektirmez.
Şiirdeki mana, resimdeki renk, musikideki ses
gibi birşey” olduğunu
söyler Bu görüşler, şiirde mana
aranmaması gerektiğini savunan Ahmet Haşim’in anlayışının tam aksidir. “Yapıyı temelinden değiştirmelidir...
Sanat..., cehit ve hüner işiymiş...”
Orhan
Veli’ye göre, şiir,
büyük sanayi devrinden
önce “dinin ve
feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka
bir işe yaramamıştır” Şimdi de
“burjuvazinin malı”dır. Orhan
Veli, Garib’in bu bahsinde
adeta kendisini zorlayarak,
şiir anlayışını Marksist bir mecraya sokar. Bu hatalı görüş ve sakat
teşhisin üzerine, bugünkü şiirin, artık “müreffeh sınıfların değil, çalışan insanların
hakkı olduğunu ve
onların zevkine hitap
etmesi gerektiğini ileri süren
Orhan Veli, bu cümlelerin
hemen arkasından, “bir
sınıfın ihtiyaçlarının
müdafaasını yapmadığını” da
belirtir. Bu çelişki
onun şiirlerinde de görünür [Geniş bilgi için bkz., Orhan
Okay, Şiir Sanatı Dersleri –Cumhuriyet Devri Poetikası-, “... eskiye
ait olan herşeyin,
herşeyden evvel de
şâirânenin aleyhinde bulunmak
lâzım” “... vezniyle, kafiyesiyle, kitaplardan öğrenilmiş
çeşitli sanatlarıyla bütün
bir geleneğe...” “Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz,
senelerden beri zevkimize ve irademize hükmetmiş, onları tayin etmiş, Cumhuriyet devri Türk şiirinde Garip akımının bir
lideri olarak tanınmış ve edebiyat
tarihlerine geçmiştir.
Mehmet Ali Sel mahlası ile
1936 yılından itibaren
Varlık dergisi başta olmak üzere diğer dergilerde yayımladığı vezinli
(aruz-hece) ve kafiyeli tarzda ilk şiirlerinde Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve
Cahit Sıtkı’nın etkileri vardır. 1941 yılında ise kendilerinden önceki şiir ve
sanat anlayışını temelinden değiştirmeyi amaçlayan bir tavırla ortaklaşa Garip
adlı kitabı neşreder. Ortaya konulan
poetik görüşler aslında
üç arkadaşın düşünce
ve anlayışları olmasına
rağmen Orhan Veli tarafından deklare edilmiştir. Şiirinin
özellikleri Garip şiirinin özelliklerinden ibarettir. Geleneksel değer onlara
şekil vermiş edebiyatların sıkıcı ve bunaltıcı
tesirinden kurtulabilmek için o
edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz”. Ahmet
Kabaklı’nın da dile getirdiği gibi, atılmak istenen ve “inkâr edilen şey biçimi
ve özüyle 900 yıllık Türk şiiridir. Şiir alanında bu tavırlar yaygınlaşırken, aynı yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
kurulan Tercüme Bürosu ve yayın
organı Tercüme dergisi ile
dünya klasikleri çevrilerek
ülkede yayımlanmaya çalışılır...
“Edebiyat
tarihinde her yeni cereyan şiire
yeni bir hudut getirdi. Bu hududu azami derecede genişletmek, daha
doğrusu, şiiri huduttan kurtarmak
bize nasip oldu...
Bizim kendi hesabımıza,
bu hudut genişletme işinde
ele geçirdiğimiz ganimetlerin başlıcaları arasında
saflıkla basitlik var...
Safiyetle basitliği çocukluk
hatıralarımızda aynı zenginlik,
aynı giriftlik ve
tecride karşı duyulan aynı düşmanlıkla buluyoruz...”
“Sanatkâr, kendini verdiği sanatın hususiyetlerini keşfetmek, hünerini de bu
hususiyetler üzerinde göstermek mecburiyetindedir. ... sanatkâr, elde edilmiş
bir melekeyi rüya ve saire cinsinden haller dışında da kullanabilen adamdır...” “Sanatkâr mükemmel bir taklitçidir. Usta
sanatkâr, taklitçi değilmiş gibi görünür... Basitlikle iptidâilik, ikisi de,
sanat eserine hakiki güzelliği getirirler. İyi bir sanatkâr onları çok güzel
taklit eder”
Orhan Veli,
bir soruşturmaya verdiği
cevapta bunu belirtmeye
çalışır: “Edebiyatın halk
kütlelerine birşeyler söylemesi
lâzım. Okur yazarları halka doğru götüren bir edebiyat isterim. Yani
edebiyatın çoğunluğa hitap etmesini istiyorum. Çoğunluk, okuyup anlamalıdır.
Anlayabilmesi için de edebiyatta kendi meselelerinden bahsedilmesi lâzım...
Bugünkü dünyada çoğunluğu fakir halk teşkil ediyor. Demek ki edebiyat da
onların edebiyatı olacaktır. Kahramanını onun
içinden seçecek, hayatını o hayatın
içinden alacaktır.” 1940 şiiri,
işte o yolu
tutmuştur. Geniş yığının arasında
yaşamakta olan Süleyman
Efendi, Vesikalı Yar,
Şoförün Karısı, Kuşçu Amca gibi halk tipleri alınmıştır. Silik, kimsesiz
ve refahsız kişilerin duyguları anlatılmıştır Bu görüşleri Orhan Veli’nin “Açlıktan
bahsediyorsun; / Demek ki
sen komünistsin” mısraları ile birlikte düşünmek gerekir.
“Safiyetle basitliği çocukluk hatıralarımızda aynı
zenginlik, aynı giriftlik ve tecride karşı duyulan aynı düşmanlıkla
buluyoruz...” bu nedenle, aradıkları mutluluğu çocukluk yılları ve
hatıralarında bulan Orhan Veli’nin
çocukluk özlemiyle ilgili pek çok
şiirinin olduğunu burada hatırlamak gerekir.
“Bu hususta
bizim arzumuza en
çok yaklaşan sanat
cereyanı surrealisme cereyanıdır”
Aslında Orhan Veli, sürrealistlerin asırlarca
geliştirilip işlenen ve
geleneksel hale gelen
bütün sanat ve
edebiyat kurallarını, vezin
ve kafiyeyi atmalarını; hiçbir
zaman aklın, estetik
amaçların, ahlâkî değerlerin
ve geleneğin denetimine
tabi tutulamayan otomatik
yazıyı; yine, şiirin esas işçiliği diye kabul ettikleri şuuraltını
benimsemelerini ve böylece iptidaîlik ve basitlik yoluyla çocukluk yıllarını ile
hatıralarını elde etme
yöntemlerini kabul etmesine
rağmen, onlarla kendilerinin
anlam yitimine uğrama
kaygısıyla karıştırılmamasını ister. Bu şiirde, konular arasında tercih sırası gözetilmez. Örneğin, aşk,
hürriyet, salata, sokak satıcısı, altındağ mahallesi, rakı şişesi, rakı şişesi
içindeki balık, çürüyen otlar, maskeli balo, ekmek, sakal, nasıl, ekmek, bulut,
çiçek... birbirine denk tutulan konulardır. Bunlar arasında
güzellik çirkinlik farkı
görülmemiştir. “Konunun bayağısı
yoktur, ancak işlemekte
bayağılık vardır” diye düşünülür [Bkz., Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, c. 4, s.
25]. Her gün yeniden doğmuş gibi dünyanın güzelliklerine hayran ve şaşırmış
gözlerle bakmak, başını alıp gitmek, yalnızlık, tatminsizlik ve avarelik çoğu
şiirin konusudur. Yeni şiir alaycıdır. Şakaya ve nükteye çok yer verir. İç
hayatı olmayan insan tipiyle, kök tutmuş sahte değerlerle, samimiyetsiz
iddialarla, felsefeyle, aşırı duyarlıkla alay eder. Silik yaşamayı, büyük
konulardan kaçmayı, küçük tasa ve sevinçleri şiirin başlıca temaları haline
getirir. Fizikötesi veya soyut temalar yerine ekmek derdini, geçim sıkıntısını,
günlük sevişmeleri ve cinsî arzuları işler. Din ve tarihle ilgileri zaten kesik
olduğu için ebediyet özlemi veya öteler hasreti kalkmış onun yerini günlük
hayatı, tenin bütün
istekleriyle yaşamak tutkusu
ve kendini içgüdülere
bırakmak eğilimi almıştır.
Orhan Veli’nin yargıları
ve sanat anlayışını
benimseyenlerce yadırganan, bunlara
reaksiyoner bir tavırda
olanlar tarafından da önemsenen şiirleri aslında o devrin toplumsal
hayatının bir aynası konumundadır. Varlık dergisinde
1936 yılında çıkan
şiirleriyle şairliğe adımını
atan Oktay Rifat
Horozcu (ö.1988), arkadaşı Orhan Veli gibi ilk şiirlerinde geleneksel şiirin şekil özelliklerine yer
verir. 1941’de ortaklaşa yayımladıkları Garip kitabıyla yeni şiirin öncüleri
arasına girer. 1956’lı yıllardan sonra Jacques Prevert etkisiyle
daha serbest bir
söyleyişe kayan şairin
ironik ve eleştirel
bir tavırla başta
adaletsizlik olmak üzere toplumsal konuları işler. İkinci Yeni’nin
imkânlarından yararlanır. 1970’lerden sonra zengin bir şiire ulaştığı söylenir.
Bir başka ifadeyle, “Oktay Rifat da, Melih Cevdet gibi, Orhan Veli ile beraber
yola çıkmış, ilkin açık ve seçik, çoğu sosyal gayeli şiirler yazmış, sonra
batıdan gelen ‘gerçek-üstücülük’ ve
‘soyutçuluk’ akımlarının tesiri
ile bir nevi
kelime oyunculuğu adı
verilebilecek bir tarzda
eserler kaleme almıştır.”
Oktay
Rifat’ın şiir hakkındaki
yazılarının teorik
yönleriyle onun şiirini
anlama açısından son derece önemlidir. Arkadaşları gibi 15 Kasım 1936’da
Varlık dergisinde yayımlanan ‘Ukde’ adlı şiiriyle şairliğe ilk adımını atan Melih Cevdet Anday (ö.2002), “Orhan
Veli ile beraber yola çıkan, fakat şahsî
bir ilhama ve şair
mizacına sahip olmadığı için,
çeşitli üslûpları deneyen bir
şairdir. Eserlerinde duygudan
ziyade düşünce ön plândadır. Belki hakikî bir şiir duygusundan mahrum
olduğu için, bu eksikliği ilk eserlerinde marksist ideoloji, daha sonra
materyalist felsefî fikirlerle telafiye çalışmıştır... Bedri Rahmi gibi Melih
Cevdet de folkloru marksist zaviyeden
ele alır... Melih Cevdet için mühim olan, üslûp değil, muhteva,
daha doğrusu ‘maksat’
veya ‘ideoloji’dir.” O’na göre,
“Şiir, bilinen sözcüklerle
bilinmedik sözler kurmaktır...”
Orhan Veli ve Oktay Rifat ile birlikte Nazım Hikmet’in hapishanedeki
açlık grevine destek vermek amacıyla iki
günlük açlık grevine katılması Mehmet Kaplanın bu görüşünü
doğrular. [Bkz., Mehmet Zaman Saçlıoğlu, A’Dan Z’ye çocuktur; mekanları bilerek
karıştırır ve şakayı, bilmeye yeğler.” Diğer arkadaşları gibi onun da şiirde yapmış
oldukları yaşadıkları toplumun sosyal ve kültürel yaşamı ile doğrudan
ilişkilidir.
Sonuç
olarak söylemek gerekirse,
vaktiyle Nurullah Ataç’ın
hararetle desteklediği Garip şiiri, rahatsızlık
duyulsa da büyük
ölçüde Gerçeküstücülüğün derin
izlerini taşır. Eskiye
ait olanlar reddedilirken
yeni ilkeler konmaya
çalışılmış ve bu
“yapının değiştirilmesi” olarak
isimlendirilmiştir. Garip Önsözü’nde
geçmişin eleştirisi ve
yıkılması bağlamı dışında
bize ait sorunlar
gündeme gelmez.
Okay’a
göre, “Feodalizm, batı
edebiyat ekolleri, diğer
sanatlar, tenkitçiler hep
batı sistemi hakkındaki örneklerle desteklenir.” Günümüzün edebiyat
ve şiir anlayışı
açısından
değerlendirildiğinde vaktiyle
yapıldığı gibi, lehte ve aleyhte pek çok şey söylemek mümkünse de, bugün
hayatta olmayan Garipçiler ve Garip şiiri edebiyat tarihlerinde kendisine/kendilerine
birer sayfa ayırtmayı başarmıştır. 1945
Kuşağı: Cumhuriyet devri
Türk şiirinin bu
kuşak şairleri arasında
Asaf Halet Çelebi (ö.1958), Bedri Rahmi Eyüboğlu
(ö.1975), Behçet Necatigil (ö.1979), Sabahattin Kudret Aksal (ö.1993), Cahit
Külebi (ö.1997), Necati Cumalı (ö.2001), Salah Birsel (ö.2002), Attila İlhan (ö.2005), Bekir Sıtkı Erdoğan (d.1926)
... vb. isimler sayılabilir.
Şiire
öğrencilik yıllarında başlayan
Asaf Halet Çelebi
(ö.1958), ilk şiirlerinde
geleneksel çizgiye uyarak gazeller ve rubâîler yazdıktan sonra,
1937’den itibaren ‘yeni şiir’ anlayışıyla Garip şiirini müjdelercesine
serbest tarzda şiirler
ve son yıllarında
da İslâm tasavvufundan mülhem mistik şiirler yazmıştır.
Doğu ve Batı
kültürlerini birleştirme eğilimi
şiirlerinin konusunu Tevrat,
İncil, Eski Mısır mitolojisi ve
Budizm dahil geniş
bir alandan seçme
imkânı vermiştir. “Çağdaş
bir müslüman sanatçı olarak tanınan
Asaf Halet Çelebi’nin”İslâm dini
açısından düşünüldüğünde soğuk
ve garip karşılanacak şiirleri
yanında, genel olarak
şiirlerinde Gerçeküstücülük, hatta
hurûfîlik ve letrizm
gibi akımların etkisinin olduğu
ileri sürülmüştür. Teorik
açıdan Asaf Halet
Çelebi’ye yaklaşılacak olursa, onun devrindeki şiir anlayışlarına ve
kendine yöneltilen eleştirilere cevap mahiyetinde bir poetikaya sahip olduğu
görülür. Şair İstanbul Sanat Edebiyat
Dergisi [Temmuz-Aralık 1954]’nde ‘Benim Gözümle Şiir Davası’ üst
başlığıyla altı sayı
halinde [“Şaf Şiir”,
“Şiirde Vuzuh”, “Şiirde
Şekil”, “Mücerred Şiir”, “Şiirde Ruh Ânı”
ve “Şiirlerimde Mistisizm Temâyülü”
adlarıyla] yayımlanan poetik
yazılarında, şiir anlayışını,
şiirinin akrabalık ilişkilerini, dayanaklarını ve şiirde anlam ile yapı sorununu
sistematik olarak açımlamıştır.
Şairliğe ilk adımını 1928 yılında Muhit dergisinde
yayımlanan şiiriyle adımını atan Bedri Rahmi Eyüboğlu
(ö.1975), bilhassa 1938
yılından sonra toplumcu
dergilerde çıkan şiirleriyle
tanınmaya başlamış,
halk şiiri ve
dilinin derin etkilerini
taşıyan şiirlerinde resim
sanatının imkanlarından yararlanmıştır. Şiirlerinde ‘şehveti kollayan aşk,
yaşama sevinci ve tabiat, ... vb.’
temaları işleyen şairin
gerek halk dili
ve üslûbunu kullanması
ve gerekse folklordan
yararlanması ideolojik bağlantıları
ile yakından ilişkili bulunmuştur.
Savunulan ideoloji gereği
devrin pek çok
şairinde olduğu gibi mazi
ile bağlar kopartıldığından içgüdülere göre yaşama yolu tercih
edilmiştir. Mehmet Kaplan’a göre, “şiirlerinde ‘geleneksel’ din anlayışına ve
Tanrı’ya karşı oldukça laubali bir dil kullanan Bedri Rahmi’nin ... şiiri bu
bakımdan dikkate şayandır.”
Şiire
karşı ortaokul yıllarında
ilgi duyan ve
1935’te Varlık dergisinde
yayımlanan ‘Gece ve Yas’ şiiriyle
şairliğe ilk adımını
atmış olan Behçet
Necatigil (ö.1979), Cumhuriyet
devri Türk edebiyatında güçlü bir şair olarak kabul görmüştür. “İlk
şiirlerinde umumiyetle açık bir
üslûp kullanan Behçet Necatigil,
daha sonra, diğer
toplumsal gerçekçi şairler
gibi kapalı, manası güç
anlaşılır şiirler kaleme almıştır...
Dünyaya bakış tarzının
marksist olduğu, şiirlerinde
güçlükle sezilebilen Behçet Necatigil”, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Türk edebiyatına
hakim olan geniş ‘toplumsal gerçekçilik’ akımının
içinde yer alır.
“Şiirlerinde en çok
ev, aile, orta
halli insanın sorunları,
çocukluk, gençlik,
ihtiyarlık, aşk, ölüm,
yalnızlık, anı, edebiyat,
sanat, kentleşme, sanayileşme,
uygarlık ve Atatürk temalarına yer
vermiştir.” Eserlerinde Batı,
halk ve divan
şiirini ustaca birleştiren
şair, bu şiirlerden özel bir biçimde yararlanmıştır.
Aruz (Hayıfname şiirinde), hece (ilk şiirlerinde) ve serbest vezinle kaleme aldığı
şiirlerinde dili bilinçli bir biçimde kullanan şair, başta tevriye ve cinas
olmak üzere edebî sanatlara da yer vermiştir.
Şiire
1938 yılında Varlık
dergisinde yayımlanan şiiriyle başlayan
ve şiire kendisini özendirenlerden birinin Ahmet Muhip
Dıranas olduğunu söyleyen Sabahattin Kudret Aksal (ö.1993), ilk şiirlerinde Birinci Yeni şiirinin
tesirindeyken, 1960’lı yıllardan
sonra bu tesirden
uzaklaşarak felsefîağırlıklı
şiirlere yönelir. “Şiirde
asıl gayenin ‘güzelliğe
ulaşmak’ olduğuna inanan,
nazım tekniğinde titizlik gösteren, hayata ve insanlara sevgi ile bakan”
Aksal’ın temel çerçevesi ‘çevre, zaman ve insan’ ilişkisine dayanan
bu şiirlerinin şekil
ve muhteva yönüyle
küçük şiirler olduğu
görülür. Mehmet Kaplan’ın “Orhan Veli, Cahit Sıtkı
nesline” mensup saydığı Sabahattin Kudret’in, “eskinden
onlarınki gibi aydınlık, ferdî
aşk, saadet ve
avarelik şiirleri” yazmasına
rağmen, “daha sonra
o(nun) da kapalı, karanlık, arka plana gizlenen,
politik ve sosyal fikirleri sembolik şekilde ifade veya telkin eden
şiirler”yazmaya başladığını dile getirir.
Asıl adı
Mahmut Cahit Erencan olmasına rağmen, şiire
Nazmi Cahit takma adıyla 1938’de Gençlik dergisinde
yayımlanan ilk şiiriyle adımını atan Cahit Külebi (ö.1997), Cumhuriyet devri
Türk edebiyatında 1940 sonrası toplumcu gerçekçi
şiirin önemli şairleri arasında kabul
edilir. Önemli çalışmalara da konu olan şair ‘Şiir Yöntemim’ adlı
şiirinde poetik görüşlerini açıklar. Bu şiirinde “Kimse yazmamı
istemedi./Beş yaşımda kendim başladım” diyen şairin
şiirlerinde ‘halk, doğa ve kadın’
önemli öğeler olarak dikkati
çeker. “Köylü dilini
kullanmak, o dili
şiir dili haline
getirmek, sonra da Anadolu’nun yazgısını bir köylü kilimi
dokur gibi şiirinde işlemek, Cahit Külebi’nin şiir anlayışının ana
çizgileri olarak belirir.” Öte
yandan, “şiirlerinin ilk
okunuşta bıraktıkları intiba,
sadelik, rahatlık ve kolaylıktır”. Ona göre, “Şiir, en eski
sanatlardan biridir” ve “insanın kendi ana dili çalgısında söylenen bir türküdür.”
Serbest
tarzda kaleme aldığı eserlerinde kafiyenin ahenginden ve yinelemelerin
verdiği ritimden yararlanan Külebi’nin şiirinde lirizm
önemli bir öğe olarak görülür. Külebi’nin şiirlerinde başta Sivas ve Tokat olmak üzere ‘Edirne’den Ardahan’a kadar’ bütün bir
Anadolu’yu ve kentlerini görmek mümkündür. Nevit Kodallı
tarafından ‘Atatürk Oratoryosu’
olarak bestelenen ‘Atatürk
Kurtuluş Savaşında’adlı uzun epik şiiriyle Atatürk’e karşı
sevgisini ortaya koyar.
Şairliğe ilk
adımını 1939 yılında Urla Halkevi Dergisi’nde yayımlanan bir şiiriyle adımını
atan Necati Cumalı
(ö.2001), Birinci Yeni etkisindeki
ilk şiirlerinden sonra şiirini yaşantı üzerine kurmuş, ardından yaşama
sevinci, tabiat, aşk, özlem ve
bazı toplumsal temalara eğilmiştir. İnci Enginün’e göre, “Şair özellikle yaşantı
şiiriyle dikkati çeker. Küçük hikâye ve şiirde başarılı olan Necati Cumalı’nın
bütün dünyası kendi yaşantısına
girenlerden ibarettir, denilebilir. Ege bölgesindeki
hayatı, mesleğinden gelen
dava konuları ve
bunların insan ruhundaki
akisleri, hikâyelerinde olduğu
gibi şiirlerinde de
geçer.” Ayrıca, “doğrudan doğruya konuşma dilinden
kaynaklanan, canlı bir konuşma dil” i kullanan Cumalı, yer yer edebî sanatların imkânından da yararlanır.
Akranları gibi 1937
yılında Güzdüz dergisinde
yayımladığı ‘Yalnızlık’ adlı
şiiriyle edebiyat ortamına giren, Cumhuriyet devri Türk
şiirinde ‘sanatsız bir
sanat’ prensibi ‘Cahit
Külebi’ adıyla yayımladığı
şiirleriyle meşhur olduktan
sonra, soyadını yargı
yoluyla değiştirerek gerçek
aile adı ‘Gullabi’den gelen
‘Külebi’yi almıştır.
Birinci Yeni
ile pek çok benzerlikler taşıyan
ilk iki kitabından sonra, yabancı yazarların düşüncelerinden de yararlandığı müstakil poetika
niteliğindeki eseri Şiirin İlkeleri ile birlikte ilk tavrından uzaklaşarak
‘sanatlı bir sanata’ yönelir. Bu tarihten sonraki eserlerinde bu ilkelere uymasa da şiir teorisi açısından son
derece önemli bu
eserinde “Şiir bir
bütündür. Şiirin kendisinden
ayrı olarak, ne konusundan, ne anlamından, ne özünden, ne
kelimesinden, ne kalıbından, ne de şeklinden
lâf açılabilir. Ama bu, şiir,
konusu, anlamı ve
özü olmıyan nesnedir
demek te değildir...
Şair yeni bir
zevki olan adamdır. Buna
ise bir yoldan
bir eğitimden hatta
hatta bir öğretimden
geçilerek varılır...”der. Gençliğinde sokak şiirleri yazan ve sokağı kafasına
denge taşı kabul eden şairin genel anlamda şiirlerinde toplumcu gerçekçi dünya
görüyle hareket ettiğinden ironi ve kara mizah ağır basar. Dil ve üslûp
açısından kültür ve mizacına uygun
tarzda dille istediği
gibi oynayarak bayağılığa
ve argoya kayar. Hislerinden daha
ziyade zekâsı ile hareket etmeyi sever.
Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan ve “Balıkçı
Türküsü’ adlı ilk şiirnin 1 Ekim 1941’de Yeni Edebiyat gazetesinde yayımlanmasıyla şairliğe
adımını atan Attila İlhan (ö.2005), ilk şiirlerinde ‘Nevin Yıldız’
ve ‘Beteroğlu’ mahlaslarını
kullanmış ve bir
şiir yarışmasında kendisine
ikincilik kazandıran
‘Cebbaroğlu Mehemmed’ adlı
şiiriyle edebiyat dünyasının
ilgisini çekerek tanınmış
şairler arasına girmeyi
başarmıştır. 1954 yılına kadar genelde karamsar, fakat toplumsal konuları
işleyen şair, bu tarihten sonra bireysel konulara kaymıştır. Marsist dünya
görüşünün veya “toplumsal gerçekçiliğin Türkiye’de en tanınmış temsilcilerinden
biri olan Attila İlhan’ın şiirleri bu bakımdan dikkate şayandır. Onun
eserlerinde toplumsal gerçekçilik ile
aşırı romantizm ve
modern sanata ait
birçok unsur birbirine
karışır... Attila İlhan, sosyal
görüşü bakımından marksisttir. Şiirlerinde marksist edebiyata ait temlere sık
sık rastlanır.”
Genel olarak yalnızlık, umutsuzluk, karamsarlık,
bunalım, aşk, yolculuk, tedirginlik, yabancılaşma, barış, özgürlük, ölüm, insan
sevgisi şiirlerinin başlıca temalarıdır. Nazım Hikmet şiirini devam ettirme
adına Mavi hareketini oluşturma
faaliyetlerinde aktif rol
alan, Garipçilere ve
bazılarınca öncüleri arasında sayıldığı halde
İkinci Yenilere eleştiriler
yönelten şair, bu
tavrıyla ciddî anlamda
usta-çırak ilişkisine önem veren Marksist veya
sosyalist şairler arasında
kendine özel bir
yer edinme çabasında
gözükür. Edebiyatın pek çok
türünde eser vermiş
olan “Attila İlhan,
şiirlerinin son baskısına,
onları neden yazdığını açıklayan
notlar eklemiştir... İmlâ kurallarını
bütünüyle reddetmiş veya kendisine has
bir imlâ tarzı geliştirmiş
olan Attila İlhan (büyük
harf kullanmaz ama
özel isimleri ek
almaları halinde (‘)
ile ayırır) dil konusunda çok keyfidir. Günlük dilden kaybolan çok eski
kelimeleri, Fransızca veya Almanca kelimelerle beraber kullanır...”Devrinde
yaşayan genç nesil üzerinde değişik şekillerde etkili olduğunu söylemek
gerekir.
Şiire 1949 yılında Şadırvan dergisinde çıkan
şiiriyle başlayan Bekir Sıtkı Erdoğan
(d.1926), halk şiirinden mülhem
gerek aruz ve
gerekse hece ile
vezinli kafiyeli şiirlerinde
samimî bir dil kullanmasına ve bazı şiirleri bestelenmesine rağmen
dönemin diğer şairleri içinde başarılı bulunmamıştır.1945 kuşağı içinde Toplumcular / Sosyalist
şairlerden Cahit Irgat (ö.1971), Ceyhun Atuf Kansu (ö.1978),
Ömer Faruk Toprak
(ö.1979), Nevzat Üstün
(ö.1979), Enver Gökçe
(ö.1981), Suat Taşer (ö.1982), A. Kadir (Abdülkadir
Meriçboyu, ö.1985), Metin Eloğlu (ö.1985), Ahmed Arif (ö.1991), Rıfat
Ilgaz (ö.1993), Can
Yücel (ö.1999), Mehmet
Kemal (Kurşunluoğlu, d.1920),
Arif Damar (d.1925), Mehmet Başaran
(d.1926), Şükran Kurdakul
(d.1927) adları öne
çıkan simalar olarak
kaynaklara girmiştir. Nazım
Hikmet’in çevresinde toplanan
ilk marjinal boyutta
sosyalist, Marksist şairlerce
ileri sürülen
toplumcu gerçekçi şiir
veya sosyalist şiir,
1946 sonrası çok
partili döneme geçişin
yarattığı imkânlardan da yararlanarak
bir gelişim içine
girer.
Nazım Hikmet’in
1938’de cezaevine girmesiyle birlikte bu şairler kendileri de şaibeli olarak algılansalar da ilerleyen yıllarda 1940’tan itibaren kurulan Köy Enstitüleri
ve sosyalist eğilimli
derneklerin yarattığı ortamda
ilgi odağı haline
gelirler ve devrin gençlerini etkilerler. 1950-1960
yılları arasındaki siyasal atmosfer içinde rahat manevra alanı bulamayan, hatta
bazıları kovuşturmaya uğrayıp tutuklanan veya eserleri toplattırılan, fakat
çeşitli dergiler vasıtasıyla şu veya bu şekilde söylemlerini sürdüren bu
şairlerden birkaçı üzerinde duralım. Mehmet Kaplan’ın daha derinlemesine yaptığı
tespitler yanında, Kenan Akyüz
de önemli tespitlerde
bulunur: “... bu
şairlerin çoğu
şiirlerini yalnız sosyalist
konulara ayırmış değillerdir. Sosyalist şiirin
kalıplaşmış olan yoksulluk, sosyalizm hayranlığı,
faşizm düşmanlığı, sosyal
adaletsizlik,
hürriyetsizlik, siyasî baskı
vb. gibi konularının yanında,
kendi hayatları ile yakın çevrelerinin yaşayışı da oldukça geniş yer tutar.
Doktriner, katı ideolojik kalıplara pek azında rastlanır. Kendi şahsî
istekleri, özlemleri, dertleri, duyguları, hayalleri de şiirlerini doldurur.
Ülkenin yoksulluğuna, zaten kendileri de yoksul olan bu şairlerin
yoksulluklarından gelen acılar da
sık sık karışır.
Umûmiyetle serbest nazmı
kullanırlar. Dilleri, konuşma
dilinin bütün özelliklerini ve
sıcaklığını taşır. Uydurma sözlere
kapılarını pek açmazlar.
Söyleyişçe de, hepsi
kendi sesleri ile konuşur.”
Toplumcu-gerçekçi
şiir anlayışının en
güçlü şairlerinden biri
olan Cahit Irgat
(ö.1971), romantik ve egzotik özellikler taşıyan
ilk şiirlerinde ‘Cahit Saffet’ imzasını
kullanmıştır. Daha sonraki şiirlerinde
ise “kötümser, öfkeli
bir söyleyişle toplumsal
bozuklukların eleştirisine yönel(miş)”,
bu nedenle
“toplumcu bir dünya
görüşüyle toprak emekçilerini,
küçük memurları, kendini satan
kadınları, yoksulları, geçim sıkıntısı
çeken insanları, kısaca
yaşam güçlükleri altında
acı çeken insanların çırpınışlarını yansıtmaya
çılış(mıştır).”
İlk
şiirlerini 1938’de lise
yıllarında yayımlayan Ceyhun
Atuf Kansu (ö.1978),
halk şiirinin etkilerini taşıyan bu manzumelerin ardından 1945’li yıllardan
sonra toplumcu-gerçekçi şiire yönelerek
o anlayışta manzumeler yazmıştır. Mehmet
Kaplan’a göre, “yolunu şaşırmış .. gençleri haklı, masum, yiğit gösteren
şiirler” yazan “Ceyhun Atuf Kansu, Cumhuriyet devrinde yetişen tek kötü şair değildir. Ondan daha kötü
yüzlerce şair vardır.”
1940 kuşağı
olarak tanınan toplumcu-gerçekçi şairlerden olan Ömer Faruk Toprak (ö.1979), hece vezniyle kaleme aldığı ilk
şiirlerinde romantik ve ferdî duygularını işlemiştir. Daha sonra 1944’lü yıllardan itibaren “Yürüyüş ve
Ant dergilerinde yayımlanan toplumsal gerçekçi şiirleriyle tanınmıştır.”
Şairliğe ilk adımını
1935’li yıllarda yazdığı
şiirleriyle atan Nevzat
Üstün (ö.1979), 1940 sonrası
toplumcu-gerçekçi şairleri arasında
sayılmış, “1946’dan sonra
Garip akımının izlerini
taşıyan şiirleriyle tanın(mış), daha sonra toplumcu gerçekçi bir çizgiye
yönelmiş”ve o tarzda şiirler yazmıştır. Şiir
yazmaya 1940’ta başlamasına
rağmen ilk şiirini
1943 yılında Yurt
ve Dünya dergisinde yayımlayan Enver Gökçe
(ö.1981), toplumcu-gerçekçi şiirleri
ile tanınmıştır. “Halk
şiirinin söyleyiş özelliklerinden
yararlanmış, genellikle kısa dizelerden oluşan, kendine has toplumcu bir şiir
geliştirmiştir. Hayatına karışan olayların toplumsal bir bakış açısıyla
işlendiği bu şiirlerde, kimi zaman kendinden sonra gelenleri etkilemiş bir
şairdir.”
1940 sonrası
toplumcu-gerçekçi şairler arasında düşünce öğesi ağır basan şiirleriyle
Suat Taşer (ö.1982),
özellikle ilk şiirlerinde
(1940-1950), bu sert
vurgulu fikrî öğenin
slogancılığa uzandığı görülür. Daha
sonraki şiirlerinde ise,
ferdî duyguları işler. Bu
dönemde yazdıklarının bazıları
da yergi özelliği taşır.
İlk
şiirlerini ‘Ali Karasu’ takma
adıyla Ses ve Yeni Edebiyat dergilerinde yayımlayan A.Kadir, şiir
yazmayı ölümüne dek
sürdüre(rek) toplumcu şiirin
öncüleri arasında yerini aldı... Şiirlerinin özünü savaş acıları, yoksul
kişiler, yaşama sevgisi, özgürlük ve daha iyi bir dünya özlemi vb. gibi
toplumsal gerçekler oluşturur.
Şiire
1943 yılında Kovan
[İzmir] dergisinde yayımlanan
şiiriyle başlayan Metin
Eloğlu (ö.1985), Garip akımının
izleri de bulunan ilk şiirlerinde
açık ve anlaşılır bir dille toplumsal
konuları işlerken, daha sonra İkinci Yeni
şiirinin etkisiyle kapalı, soyut,
alışılmış dil kurallarına ters düşen
daha çok
kelimelere ağırlık veren
şiirler yazmıştır. Şiirlerinin
ortak özellikleri aşk,
yaşama sevinci, küçük tersliklerin yarattığı öfkeler,
toplumsal aksaklıkların eleştirisidir.
İlk
şiirini 1940’ta Seçme
Şiirler Demeti’nde yayımlayan Ahmed Arif
(ö.1991), “belli bir çevrede çok şöhret kazanmış” bir şair olarak dikkati
çeker. “Cemal Süreya’ya göre Ahmed Arif şiirlerinde ‘Doğu Anadolu’nun,
sınırboylarının yersel görüntüleri içinde oraların türküleri’ni kalkındıran bir
şairdir... Ahmet Arif, doktrin
itibariyle marksisttir...
Ahmet Arif’in şahsiyetini
başlıca üç özellik
teşkil ed(er): Doğulu oluş,
Marksizm ve gerillacılık... Ne Doğulu oluş, ne Marksizm, ne de gerillacılık
bir insanı şair yapmaz.” Ahmed Arif
şiirlerinde, içlerinde yaşayarak
onlarla bütünleştiği Anadolu
insanlarının her türlü sorunları
ve beklentilerini dile getirmiştir. En çok hapishane atmosferi, özgürlük,
dayanışma, özlem, umut, korkusuzluk, umarsızlık, halkın çekisi, baskılar,
yiğitlik gibi konu ve izlekleri işlemiştir.
Şairliğe adımını 1927 yılında atan Rıfat Ilgaz
(ö.1993) 244, halk şiiri tarzında bireysel duygularını dile getiren
ilk şiirlerinden sonra
1940’tan itibaren toplumsal
gerçekçilik tarzını benimseyerek fakir insanların
acılarını ve sevinçlerini
konu edinen mizah, yergi
ve eleştirel öğelerle
yüklü şiirler kaleme almıştır. Şairliği yanında mizahî
hikâye ve romanlarıyla, özellikle
Hababam Sınıfı (1959) adını
taşıyan romanıyla tanınmıştır.
Kendine özgü biçim denemeleriyle dikkati çeken 1940
sonrası toplumsal-gerçekçi şairlerden biri olan Can Yücel (ö.1999), halk
deyişlerinden, tekrarlardan ve argodan yararlanarak esprili bir şiir diline
yönel(miş) ve kimi
zaman yergiye kaçan
bir anlatımla toplumsal
konuları işlemiş(tir). Manzum
vasiyetnamesinde “dua istemediği”ni ve “ölüm bir eşek şakasıdır” ifadeleri
alaycı tavrını açıkça gösterir. Can Yücel’in göze çarpan en önemli özelliği günümüz
şiirinde gittikçe yaygınlaşan dil malzemesindeki argo ve küfrün bolluğudur
Edebiyatımızda 1940 kuşağı olarak tanınan şairlerden
biri olarak Mehmet Kemal (Kurşunluoğlu, d.1920), toplumsal
bozuklukları, kimi zaman
ince bir duyarlıkla,
kimi zaman da
yergiye kaçan bir anlatımla dile getirmiştir... Şairliği
düzyazılarına da yansır, canlı ve akıcı bir anlatımı var(dır).
İlk şiirlerinde ‘Arif Hüsnü’ ve ‘Arif Barikat’
mahlaslarını kullanan Arif Damar (d.1925), 1940 sonrası
toplumsal-gerçekçilik anlayışına bağlı
bir şair olarak
“toplum sorunlarına bağlı,
toplumun gelişmesine destek olan, toplum mutluluğu için
savaşan bir sanat” anlayışından hareketle, şiirimizdeki değişimleri
yakından izlemekle, bu
değişimlerden etkilenmeye açık
olmakla birlikte ‘yaşanılan
ortama koşut bir siyasal öz ve bunu yalın, anlaşılır bir dille
şiirleştiren bir biçim bütünlüğü’ taşıyan şiir anlayışını sürdürmü(müş);
eşitlik, özgürlük, işsizlik, ekmek kavgası, siyasal ve bireysel zorbalığa karşı
çıkış, emeğe ve emekçiye saygı
gibi yaşamı doğrudan
etkileyen olguları toplumcu
bir dünya görüşü açısından işle(miştir).
Köy Enstitülü toplumcu gerçekçi şair ve yazarlardan
biri olan Mehmet Başaran (d.1926), Köy Enstitüleri Dergisi’nde şiirler yayımlayarak
edebiyata girmiş, toplumcu bir dünya
görüşüyle şiirlerini ve diğer nesir türündeki eserlerini yayımlamıştır.
Öğrencilik
yıllarında 1942’de şiir
yazmaya başlayan Şükran
Kurdakul (d.1927), vezinli
ve kafiyeli
tarzdaki geleneksel tarzda
kaleme aldığı ilk
şiirlerinden sonra, yeni
şiirin imkânlarından yararlanarak
toplumsal gerçekçi şiire yönelmişve o dünya görüşünün şiirlerini
yazmıştır. “Toplumsal acılar
karşısında duyarlı bir
insanın tepki ve
başkaldırmalarını yansıttığı şiirleri
zaman zaman yüksek sesle ve kalabalıklara okunmaya
elverişli şiirlere de dönüşen” Şükran Kurdakul, şiir yanında edebiyat tarihi alanındaki
çalışmalarıyla da tanınmıştır.
Sonuç olarak ifade
etmek
gerekirse, yukarıda da
değinildiği gibi, Sosyalist
veya bir başka ifadeyle Marksist şiir hareketi, başta Nazım Hikmet
olmak üzere ilk temsilcilerin gayretiyle kökü dışarıda bir dünya
görüşüne dayandığı halde
kendilerine 1940 kuşağı adı
verilen şairler sayesinde bu yıllardan
sonra, 1950-1960 yılları
arasında kısa süreli
kabuğa çekilmelere rağmen,
daima ele geçen fırsatlar iyi kullanıldığı için, bilhassa 1960’lı yıllardan itibaren
etkisini genişleterek Türk şiirini nüfuzu altına alacak diğer toplumcu
şairlerle 1980’li yıllara kadar güçlü bir biçimde dairesini genişleterek gelir. Ancak, 12 Eylül 1980 askerî darbesinin oluşturduğu
ortamda gerilemeye başlar, 1990’lı yılların başında Rusya’da başlayan demokratikleşme hareketleri ile
asıl kaynağını kaybederek etkinliğini kaybeder.
1950
Kuşağı: 1950’den sonra
girilen demokratik dönemde
memlekette fikirler çoğalır
ve çeşitlenir. Buna bağlı olarak, muhtelif karakterli
edebî topluluklar ve edebî verimler
doğar... Reaksiyon edebiyatları
ve reaksiyon edebî
toplulukları, akımları görülür.Kısaca ifade
etmek gerekirse, Cumhuriyet devri Türk şiiri bu tarihlere ulaştığında
önemli şiir akımlarını oluşturan edebî kuşaklara şahit olur. Bunlardan biri
Hisarcılar, diğeri Maviciler’dir.
(a)Hisarcılar (1950-1980):
Çeşitli
vesilelerle 1948 yılından
itibaren Ankara Halkevi’nde
(şimdiki Türk Ocağı
binası) toplanarak
edebiyat sohbetlerinde bulunan
ve halkın teveccühlerini kazanan
gençler, Garipçilerin veya
Birinci Yenilerin ‘yeni şiir’
olarak niteledikleri anlayışın
başlangıçta dikkatleri üzerlerine
çekmelerine rağmen bu tarihlerde
tamamen çığırından çıktığını
ve dejenere olduğunu
kabul ederek bu
anlayışa ve sosyalist şiire bir
reaksiyon olarak yoksunluğunu hissettikleri bir dergi çıkartmak ve etrafında
toplanmak isterler. Bu konuda
Behçet Kemal Çağlar’ın özel
bir gayret gösterdiği
ifade edilir.Mehmet Çınarlı tarafından 1949
yılında ilk dergi
çıkartma teklifi ileri
sürülmüştür. Bu nedenle, “yabancı
taklitçiliğine karşı millî sanatı,
ideoloji baskısına karşı
hür düşünceyi, dilde
tasfiyeciliğe karşı yaşayan
Türkçe’yi savunmasını”
arzuladıkları derginin adı
konusunda, başlangıçta “Kale”
denilmesi düşünülmüşse de “telaffuz
bakımından ‘e’ sesinin
bir düşüş göstermesi
ve ağzı doldurmaması”
gibi nedenlerden ötürü bundan
vazgeçilerek, yine bahsi
geçen ilkeleri savunmada
kale vazifesi göreceği
anlayışıyla “Hisar” adında görüş
birliğine varılır. Dergiyi çıkarma
kararı veren sekiz
şair [İlhan Geçer, Mehmet
Çınarlı, Gültekin Samanoğlu, Mustafa Necati Karaer, Yahya
Benekay, Fikret Sezgin, Hasan
İzzet Arolat ve Fehmi
Özçelik, bir de Munis Faik Ozansoy], Ankara’da Ulus
Meydanı’ndaki Atatürk heykeline çok yakın bir yerdeki İstanbul Pastanesi’nde
bir araya gelerek derginin yönetim kadrosunu gizli oyla seçerler ve süreç
başlar. Adı geçen şairlerden Fikret Sezgin, Hasan İzzet Arolat
ve Fehmi Özçelik belli bir
süre sonra dergiden ayrılırken, Nevzat Yalçın gruba katılır.
Hisar [Fikir ve Sanat Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1] 16
Mart 1950’de yayın hayatına başlar, 1957-1964 yılları arasında yayımını durdurur, 1964’ten
itibaren fasılalarla neşredilir ve neticede 30 yıl 10 ay devam ettikten sonra, [Sayı: 277] Aralık 1980’de yayın
hayatına son verir.
Cumhuriyet devri Türk şiirinde Münis Faik Ozansoy
(ö.1975), Mustafa Necati Karaer (ö.1995), Nüzhet Erman
(ö.1996), Mehmet Çınarlı
(ö.1999), Gültekin Sâmanoğlu
(ö.2003), İlhan Geçer (ö.2004), Yahya Benekay
(d.1925) ve Nevzat
Yalçın (d.1926)’dan oluşan
şairler grubuna çıkartmış
oldukları dergiye nispetle Hisarcılar adı verilir. Edebiyat
ve sanat dünyasına
atılan her edebî
nesil gibi derginin
ilk sayısıyla birlikte
niçin çıktıklarını,
neye karşı olduklarını
ve neyi savunacaklarını dile
getirecek poetika niteliğinde
bir yazı Mehmet Çınarlı tarafından
yazılır, fakat Munis Faik
Ozansoy’un “Bunu doğru
görmüyorum. Herkes çok lâf ediyor,
bir iş ortaya
getirmiyor. Şunu yapacağız,
bunu yapacağız demektense
eserlerimizle ne olduğumuzu gösterelim.
Yazılarımızı, şiirlerimizi neşredelim,
herkes bizim ne
olduğumuzu görsün. Başlangıçta
böyle bir manifestoya lüzûm yok” demesi üzerine neşredilmesinden vazgeçilir. Bu
nedenle, Mehmet Çınarlı bir bildiri ile ortaya çıkmadıklarından, zamanla değerlendirmelerde
bir takım yanlışlıklar yapıldığını bizzat söyler. Bu eksikliği kaleme aldıkları
yazılarda ve çeşitli vesilelerle kendileriyle yapılan röportajlarda gidermeye
çalışmışlardır. Örneğin, 1967
yılında Hisarcıların katıldığı
ve H. Rıdvan Çongur’un hazırlayıp
sunduğu “Anadilimiz” adlı
Türkiye Radyolarında sunulan
bir programda Hisarcılar’ın sanat
anlayışları, Hisar dergisinin yayın ilkeleri ve tarihçesi anlatılır.Hisar dergisinde
de yayımlanan ve kaynaklarda
kullanılan bu metinden
hareket edilerek Hisarcıların
Ortak Amaçları dört ilke halinde şöylece sıralanabilir:
1-Sanat hiçbir ideolojinin veya siyâsî görüşün
propaganda aracı yapılamaz. Sanatçı eserini yaratırken tamamıyla hür ve bağımsız olmalıdır: “...Bu ilkelerin başında sanatın bağımsızlığı gelir. Bize göre şairin
veya yazarın kalemini herhangi bir ideolojinin hizmetine
vermesi onun bir
sanatçı olarak ölümü
demektir. Sanat eserinin
bir propaganda vasıtası haline
getirilmesinin kesinlikle karşısındayız.” 2-Batıyı taklit veya kopya ederek, millî bir sanat
yaratılamaz. Türk sanatı
kendi rengi, havası
ve özellikleri içinde
geliştirilebildiği takdirde bir
değer kazanır ve Batı sanatıyla boy ölçüşmek imkânını bulur: “... Hisar’ı çıkaranların
üzerinde birleştikleri ikinci ilke, modern
Türk edebiyatının Batı’nın
bir kopyası olmaktan
çıkarılıp millî bir
karaktere kavuşturulmasıdır...
Batı edebiyatı iyice
incelenip, bu edebiyatın
ürünlerinden faydalanılması elbette lüzumludur. Ama
bu faydalanma hiçbir
zaman taklitçilik ve
kopyacılık şeklinde olmamalıdır.
Biz bir milletin edebiyatının,
o milletin edebiyatının,
o milletin ruhunu,
mizacını, özelliklerini aksettirmesi gerektiğine inanıyoruz. Kısacası sanat
eseri millî bir karakter
taşımalıdır.”
3-Sanatın
sürekli olarak değişmesi,
yenileşmesi esastır. Fakat bu değişme ve yenileşme eskiyi red ve inkâr ederek, eskiyle bütün bağları kopararak, sağlıklı ve
tutarlı bir şekilde
gerçekleştirilemez. Yeni eskiye dayanmalı, eskiden güç almalıdır: “... Bize
göre sanatta yenilik,
eskiyle bütün bağları
koparıp soysuzlaşmak demek
değildir. Yeni mutlaka eskiye dayanacak eskiden kuvvet alacaktır. Yahya
Kemal bunu; “Ne harâbî ne harâbâtîyim /
Kökü mâzide olan
âtîyim” beytiyle ifade
eder... Biz bu
anlayışla, Hisar’da, kökümüzden
kopmadan bugünün sanatını vermeye
çalışıyoruz. Şiirde yenilik
yapmak için vezni
veya kafiyeyi atmayı
zarurî görmediğimiz gibi, yeterli
de görmüyoruz. Hisar’da
aruz, hece, serbest
her üç şekilde
de şiirler yayınlanıyor. Ama
bunların hepsinin de yeni bir ruh ve anlayışla yazılmış olmasına elden geldiği
kadar dikkat ediyoruz.”
4-Edebiyatın
dili, yaşayan, konuşulan, canlı dildir. Konuşulan dilde Türkçe karşılığı bulunan yabancı kelimelerin yazı dilinden
çıkarılması yerinde olmakla birlikte, kelimelerde bir ırk ayrımı yapılarak,
halkın kullanıp durduğu
ve kendi hançeresine uydurduğu
kelimelerin, asılları Arapça
veya Farsça’dır diye dilimizden
atılıp yerlerine “öztürkçe”
adıyla yeni kelimeler
uydurulması, özellikle,
“Öztürkçe” sayılan bir
kelimeye çeşitli kavramları
karşılama görevi verilerek
nüansların ortadan
kaldırılması, dilin fakirleştirilmesi doğru
değildir: “Bizim üzerinde
titizlikle durduğumuz ve birleştiğimiz
dördüncü nokta da
dil konusudur... Yalnız
şunu tekrarlayayım ki biz yaşayan
canlı Türkçe’nin
edebiyat dili olmasına
taraftarız. Halkın konuştuğu dilden
ayrı bir yazı
dili, adeta yeni
bir divan dili yaratılmasını son derece zararlı buluyoruz.” Edebiyat
tarihinde ‘Hisarcılar’ olarak yer
alan bu edebî topluluk için merhum Mehmet Kaplan, “Çoğu
Hisar dergisinde toplanan
bir şairler grubu,
... her biri
kendisine has bir
üslup ve tutumla materyalist-marksist dünya
görüşüne karşı milliyetçi
ve memleketçi hayat
görüşünü savunurlar” değerlendirmesinde
bulunmuştur. Şimdi Hisarcılar üzerinde kısaca duralım.
Şairliğe
ilk adımını 1930’larda
daha Galatasaray Lisesi
öğrencisiyken yayımladığı şiirleriyle adımını atan Münis Faik Ozansoy (ö.1975), dönemin
çeşitli dergilerinde şiirlerini yayımladıktan sonra, 1950’de Hisar dergisinin kuruluşuna ve çevresinde
toplanan Hisarcılar grubuna katılmıştır. Aruz ve hece veznini kullanan şair
vezinli kafiyeli tarzdaki şiirleriyle Yahya Kemal tarzına bağlı bir şair olarak
politika ve ideolojiden uzak sade ve açık konuşma dili ile şiirler yazmıştır.
Şiirlerinde ‘zaman ve ölüm,Tanrı’ya yöneliş, yakınlarının kaybından
duyduğu ızdırap, aşk ve tabiat, millî ve kültürel değerler ...
vb.’ işlediği konular arasındadır.
Şiir yazmaya
ilkokul sıralarında (1938) başlayan, Kayseri Gazetesi’nde 1942 yılında
neşredilen ‘Türk’
adlı şiirinin dışında,
aynı yıl “ortaokul
birinci sınıfta iken” bir
edebî dergide de
“Yurdumun Dağlarına” adlı şiiri yayımlanarak şairliğe adımını atan Mustafa Necati Karaer (ö.1995), bu tarihten
itibaren dönemin çeşitli dergilerinde şiirlerini yayımladıktan sonra, 1950’de
Hisar dergisinin kuruluşuna ve
çevresinde toplanan Hisarcılar
grubuna katılmıştır. Şiirinde
çocukluğunda dinlemiş olduğu
halk hikâyeleri ve ninnilerinin tesiri büyüktür. “Şiirin kaynağı sevgi
ve güzelliktir” iddiasında bulunan şair, ‘aşk ve kadın, ölüm ve mistisizm ...
vb.’ konuları işlemiştir. Arkadaşları gibi sosyalist şiir ve İkinci Yeni
şiirine karşı tezlerle Hisarcıların sanatta ileri sürdükleri ilkelere uygun
tarzda şiirler kaleme almıştır. Şiirlerini 1942 yılından itibaren başta Yedigün
dergisi olmak üzere çeşitli dergilerde yayımlayan Nüzhet Erman (ö.1996), 1950
yılında çıkan Hisar dergisi etrafında şekillenen Hisarcılar grubuna dahil
olarak derginin sürekli
yazan şairlerinden olmuştur.
Geleneksel Türk şiirinin
biçim, dil ve
üslûp özelliklerini yansıtan şiirlerinde memleket ve Anadolu insanının problemlerini ele almış ve kendi
şiirini “yüzdeyüz hürriyet ve
sosyal güvenlik içindeki
tok, sağlıklı ve
okumuş insan özlemişle
dolu olan eserlerimle onun,
akvaryum aydınlarının keyfini
kaçıran sanat anlayışının
tam bir kesitini,
özellikle epeski ve taptaze Anadolu’yu bulmak mümkündür” cümleleriyle
anlatmıştır.
İlk şiirlerini lise talebesi iken 1941’den itibaren
başta Antalya Gazetesi olmak üzere devrin diğer dergilerinde
yayımlayan ve bilhassa
Çınaraltı dergisinde çıkan
şiirleriyle tanınan Mehmet
Çınarlı (ö.1999),
1950 yılında Hisar dergisinin
kurucuları arasında yer
alır ve bu
dergi etrafında kümelenen Hisarcılar grubunun
en güçlü ve
adı dergiyle özdeşleşen
bir siması olarak
dikkati çeker. Gerek Hisar
dergisinde ve gerekse
diğer dergilerde grubun
sanat ve edebiyat
anlayışını gündeme getiren
derginin teorisyen şahsiyetlerinden biridir. Türk şiirinin geleneksel
değerlerine bağlı kalarak aruz ve hece vezniyle kaleme aldığı
şiirlerinde şekil ve
muhteva mükemmelliği dikkati
çeker. Fakat kendisinde
“geleneğe uymakla beraber, onu aşan bir
taraf”ın var olduğu söylenir.
Şiirlerinde şekil, ahenk ve manayı ihmal etmeyen şair, dil konusunda da
hassastır ve bir kuyumcu titizliğiyle kelimelerini seçer. Vezinli ve kafiyeli
tarzdaki şiirlerinde ‘gazel, yeni mesnevi, dörtlük ve beşlik, vb.’ gibi nazım
şekillerini kullandığı görülür.
İlk şiir tecrübelerini
değişik mahlaslar kullanarak
Konya’da neşredilen gazeteler
ve başta ‘Bayrak, Nilüfer, Güney, vb.’ dergiler olmak üzere
devrin çeşitli dergilerinde
yayımladıktan sonra, asıl soyadı
‘Samancı’ olmasına rağmen,
1948 yılında ‘O
Kadın’ adlı şiirinin
‘Sâmanoğlu’ imzasıyla ‘Çınaraltı’ dergisinde çıkışıyla dikkatleri üzerine çeken Gültekin Sâmanoğlu (ö.2003), 1950-1957 ve 1964-1980 yılları arasında bilhassa bir teğmen
olarak kurucuları arasında bulunduğu Hisar dergisinde ve diğer çeşitli
dergilerde yazarak tanınmıştır.
“Yaşantının dağınık duyularla
idrakine dayanan şiirlerinde, saadeti ve güzelliği arar.
Hatıraların, esrarlı müphem duyguların anlatıldığı bu şiirlerde, şair dıştan
gelen etkilerin ortadan kaldırılmasıyla mutluluğa ulaşır.” Vezinli (hece) ve kafiyeli şiirlerinde sade, açık ve
konuşma dilini kullanan şair, politik fikirlerden uzak kalmasına rağmen, dinî
ve millî duygulara bağlıdır.
Şiir yazmaya öğrencilik yıllarında yazmasına rağmen
ilk şiirini 1934 yılında Vakit
gazetesinde yayımlayarak
şairliğe adımını atan
İlhan Geçer (ö.2004),
dönemin çeşitli edebiyat
dergilerinde yazarken
1950 yılında kuruluşuna
katıldığı ve idari
görevlerinde bulunduğu Hisar dergisinde
şiirlerini yayımlar. Hece vezni
ve serbest tarzda
kaleme aldığı şiirlerinde
bir duygu ve
hüzün şairi olarak görünür.Hisarcılar içinde
‘sanat sanat içindir’ görüşünü
savunan ve şiir hakkındaki görüşlerini
‘Şiire Dair’adlı yazısında dile
getiren şair, şiirlerinde
“aşk ve hüzün,
karamsarlık, yalnızlık, geçip
giden yılların özlemi, anılar” vb. konu ve temleri işlemiştir.
İlk şiirlerini 1941 yılından itibaren Çınaraltı ve
1949’da Şadırvan dergisinde yayımlayan Yahya Benekay (d.1925), Siyasal Bilgiler
Fakültesi öğrencisi olarak 1950 yılında çıkan Hisar dergisi etrafında şekillenen
Hisarcılar grubuna dahil
olarak derginin şairleri
arasına girmiştir. Şiirlerini
henüz kitaplaştırmamış olan şairin, Hisar’da yazıları hariç,
toplam 19 adet şiiri yayımlanmıştır. İlk
şiirlerini Kıbrıs’ta Nevzat
Yalçın (d.1926), 1950
yılında çıkan Hisar
dergisi etrafında şekillenen Hisarcılar grubuna 4.sayıdan itibaren
dahil olarak derginin idarî görevlerini de üstlenen bir şair olarak tanınmış
ve edebî şahsiyetini
bu dergide bulmuştur.
“Edebiyat ortamına aruz
vezniyle yazılmış şiirlerle giren Nevzat Yalçın, Hisar’da ağırlıklı
olarak hece vezniyle
ve serbest tarzda
yazılmış şiirler yayınlar.” İngiltere
tecrübesi olan şair,
Hisarcılar içinde Batı
şiirine en fazla
tanıdık ve bağlı
olan Nevzat
Yalçın, eserleri, sanat
ve dil hakkındaki
poetik görüşlerini Ahmet
Kabaklı’ya yazılı olarak açıklamış, şiirlerinde ‘Kıbrıs Türklerinin dramı,
aşk, yurt özlemi, toplumsal sorunlar ve anarşi, vb.’ gibi konu ve temleri işlemiştir.
(b)Maviciler (1952):
Teoman Civelek’in sahipliğinde Ankara Atatürk Lisesi
öğrencileri Ülkü Arman, Ümran Kıratlı, Bekir Çiftçi ve Güner Sümer tarafından çıkartılan ve
daha sonra dönemin yazar ve şairlerini de çevresinde toplayan Mavi [Aylık Fikir
ve Sanat Dergisi, Sayı: 1-24, 1 Kasım 1952 - 1 Ekim 1954; bir aylık aradan
sonra devamı mahiyetinde Son Mavi, Sayı: 1-8, 1 Aralık 1954 - 1 Nisan 1956]
adlı dergi, Cumhuriyet devri Türk
şiirinde Mavicilerveya Mavi Hareketi
diye bilinen yeni
bir edebî topluluğun
oluşumuna ortam hazırlar.
(a)İkinci Yeniler veya Anlamsızlar (1955):
Cumhuriyet
devri Türk şiirinde Garipçiler ile başlayan
şiir anlayışının tüm yenilik
iddialarına rağmen zamanla eskimeye yüz tutması ve geçmişi
toptan inkâra kalkması üzerine, 1950’lere gelindiğinde ‘Hisar’ dergisi
etrafında toplanan şairler grubu olan Hisarcılar, 1952 yılına gelindiğinde ise
‘Mavi’ dergisi etrafında toplanan, özellikle
Attila İlhan’ın yönlendirici
olduğu Mavi hareketi
taraftarlarının şiddetli
eleştirileri devam ederken,
önceleri 1953 yılından
itibaren Yeditepe, Yenilik, A,
İstanbul ve Şiir
Sanatı gibi dergilerde, 1956’dan sonra
ise Pazar Postası dergisi başta olmak üzere dönemin diğer dergilerinde
şiirlerini neşreden Turgut Uyar
(ö.1985), Edip Cansever
(ö.1986), Cemal Süreya
Seber (ö.1990), Ece Ayhan
(ö.2002), İlhan Berk
(d.1916), Ercüment Uçarı
(d.1928), Kemal Özer
(d.1935), Ülkü Tamer (d.1937) ve dünya
görüşü itibariyle farklı
bir şahsiyet Sezai Karakoç
(d.1933) gibi şairler,
İkinci Yeni hareketi olarak daha farklı bir şiir anlayışıyla ortaya
çıkarlar. Edebiyat
teorisi açısından bakıldığında
edebiyat araştırmacısı ve
incelemecileri tarafından bu şiirin
başlangıcı, bitişi, akım
olup olmadığı, adı,
ömrü ... vb.
pek çok konu
üzerinde tartışmaların
yapıldığını kabul etmek
gerekir.İkinci Yeni’nin bir ‘akım’
olup olmadığı konusunda
farklı görüşler ileri
sürülmüştür. Örneğin, Asım Bezirci, Attila İlhan, Edip Cansever, Ramazan Kaplan
ve Memet Fuat dahil bu bağlamda yazı yazanların pek çoğuna göre İkinci Yeni akım değildir, fakat
İlhan Berk, Cevdet Kudret, Mehmet Kaplan, ve Muzaffer İlhan Erdost ise
bu şiir hareketinin bir akım olduğu
görüşündedirler.
Yine “bu hareketle
ilgilenenler, İkinci Yeni’nin
ömrü konusunda genellikle
birbirine yaklaşan ifadeler kullanır. Gerek araştırmacılar, gerekse
içinde yer alanlar, hareketin ömrünün ‘5-6 yıl’lık kısa bir
zaman dilimini kapsadığı,
öyle ki, bu
sürecin ‘ilk ve
kesin belirtileri’nin 1955-56
yıllarında Yeditepe dergisinde görüldüğü, ‘gelişmesi, dal budak
salması, tartışmalara konu olması’ ise 1956-1958 yıllarında Pazar
Postası’nda olduğu ve bu tarihlerden,
özellikle de ‘1960’tan
sonra’ kendi derinliğine çekildiği yolundadır.” Ramazan Kaplan da,
“Sınırlı bir kadroya
sahip olmayan bu
hareket, pek çok taraftar
bulmuş, pek çok
tenkide uğramış ve
nihayet 1960’a doğru
gücü zayıflamaya başlayarak kendisiyle birlikte oluşan canlı
şiir ortamı da sönmüştür.”cümleleriyle benzer bu görüşü paylaşmıştır.
Dönemin edebiyat çevrelerinin
etkin dergisi Varlık,
bu şairler grubunun
eserlerini yayımlamamakla onların bir karşı grup olarak Ankara’da
neşredilen Pazar Postası ve diğer dergilerde bir araya gelmelerinde etkili
olmuştur.
İkinci
Yeni’nin isim babası
Muzaffer Erdost’tur. Onun,
Akis’in edebiyat sayfasında
çıkan “Şiirimizin Kaderi” adlı imzasız bir yazıya cevap
olarak kaleme aldığı “İkinci Yeni”adlı yazısı, bu şiir hareketine
ad olarak benimsenmiştir. Ancak
bu adı da
gerek mantıksal açıdan
ve gerekse pratikler açısından eleştirenler ve doğru
bulmayanlar vardır.Öte yandan, her şiir hareketi gibi İkinci Yeni’ye de biri
politik diğeri sanatsal olmak üzere başlıca iki açıdan eleştirilerin
yöneltildiği, hatta bu şiir hareketinin özelliklerinin tespitinde
bu iki yaklaşımın
belirgin olduğunu belirtmekte
yarar vardır. Örneğin,
olaya politik bir açıdan yaklaşarak Garip şiirini ‘İnönü Diktası’nın şiiri” olarak gören
Attila İlhan için “İkinci Yeni ise Menderes Diktası’nın”
şiiridir.
İkinci Yeniler’e “anlamsızlar”, şiirine ise “anlamsız şiir” de denilmektedir. Bunun
şiirde anlam konusundan
hareket edilerek yapılan
bir adlandırma olduğunu
unutmamak gerekir. Cevdet
Kurdet’in dediği gibi, “İkinci
Yeni, figürlü resme
tepki olarak doğan
soyut resmin yaptığı
işi edebiyatta şiire uygulayarak, anlamlı şiire karşı bir
soyut şiir kurma çabası gibi görünmektedir; buna ikinci bir ad olarak “anlamsız
şiir” denmesi de buradan geliyor.”Sezai Karakoç istisna edilecek olursa, Mehmet
Kaplan’ın tespitine göre, “Bizde İkinci Yeni adı ile anılan akım,
Gerçek-üstücülük, İmgecilik (imagisme) akımı
ile Marksist ideolojinin bir karışımıdır.”
Görüldüğü
üzere, dünya görüşü,
inanç, felsefî, sosyal,
siyasal ve estetik
anlayış bakımından karışık bir grup olan İkinci Yeniler edebiyat ortamına belli bir
manifesto yayımlayarak çıkmamışlardır. Bu nedenle İkinci Yeni şiir hareketinin özellikleri
belli bir ortak poetik görüşü yansıtan metinlerden değil, bu hareket
içinde eser veren
şairlerin bizzat şiirleri,
röportajları, şiir üzerine
yazıları, hatıraları ...
vb. materyaller üzerinde inceleme
ve araştırma yapan
eleştirmenler ve akademisyenlerce tespit
edilmeye çalışılmıştır. Kaynaklara
bakıldığında İkinci Yeni şiirinin
özellikleri verilirken edebî,
siyâsî ve içtimâî sayılabilir. İkinci
Yeni Şiirinin Özellikleri’ni şöylece
sıralamak mümkündür: Asım Bezirci
tarafından bu konu üç kategoride ele alınır:
(a)Birinci Yeniye Karşı:
1-İmgeye (sembole) kapılarını yeniden ve sonunakadar
açmak.
2-Edebî
sanatlara özgürlük tanımak.
3-“Basitlik,
alelâdelik ve sadelik”ten
ayrılmak.
4-Konuşma diline, ortak dile sırt çevirmek.
5-Halkın hayatından ve kültüründen uzaklaşmak.
Folkloru şiire düşman bellemek.
6-Şehirli “küçük adam”a tip çizmeğe boş vermek.
7-Nükte, şaşırtma ve tekerlemeden kaçmak.
8-Şiiri ustan ve anlamdan kaydırmak.
9-Duyguya ve çağrışıma yaslanmak.
10-Konuyu, hikâyeyi, olayı atmak.
11-“Fakir ekseriyete”e değil, “aydın azınlığa”
seslenmek.
(b)Birinci Yeni’ye Yakın:
1-Garip akımı
gibi, İkinci Yeni
de Türk şiiri
geleneğiyle bağını koparır.
Biliyoruz: Garipçiler, “vezniyle, kafiyesiyle, kitaplardan
öğrenilmiş çeşitli sanatlarıyla bütün bir geleneğe” savaş açmışlardı. Gerçi,
İkinci Yeniler böyle bir savaşa
kalkışmazlar, ama gelenekle bir ilişki de kurmazlar.
2-Garip akımı
gibi İkinci Yeni de gözlerini çokluk
Batı’ya çevirir; modern şairlere (özellikle de Gerçek-üstücülere) ilgi
gösterir.
3-Garip
akımı gibi İkinci Yeni
de “dizeci (mısracı)
şiir”e karşı çıkar.
4-Garip
akımı gibi İkinci Yeni
de ideolojik “bağlalanma”ya yanaşmaz...
“Salt şiire, arı
şiire” varmaya çalışır.
Bu yüzden de
Nazım Hikmet’in başlattığı ve öbür ülkücülerin sürdürdüğü
Toplumsal/Toplumcu Gerçekçi akıma uzak durur.
5-Garip akımı gibi İkinci Yeni de biçime öncelik
tanır, içeriği gereğince önemsemez. Bundan dolayı, çoğun biçimciliğe kayar.
6-Garip akımı
gibi İkinci Yeni
de toplumsallık, sınıfsallık
ve tarihsellik bilincini taşımaz.
7-Garip akımı
gibi İkinci Yeni de “siyaset dışı”
kalır.
(c)Birinci Yeni’nin Dışında:
1-İçerik ve biçimce Türk şiir geleneğinden bağları
koparmak: Hatta, bu yolda Garipçileri bile geride bırakır.
2-Biçimi içerikten üstün ya da ayrı görmek, ona
öncelik tanımak: Şiirde anlamı, düşünceyi, demeci, konuyu, temi, hikâyeyi, tasviri –dolayısıyla içeriği- ya önemsemez ya da dıştalar.
3-Dilde değiştirimlere (deformation) gitmek: Bunun
için konuşma diline,
yaygın/ortak dile sırt
çevrilir, soyut bir
dile ulaşmaya çalışılır, Türkçe’nin yapısı
zorlanır, gramer kuralları
az-çok çiğnenir: Sözdizimi
bozulur, seslerle hecelerin, sıfatlarla fiillerin yerleri
değiştirilir ya da saptırılır, öznesi olmayan ya da anlamı tamamlamayan
tümceler düzenlenir, birbiriyle
ilgisiz ya da az
ilgili sözcükler yan yana getirilir vb...
4-Anlatımda karıştırımlara (synaesthesia) başvurmak: Bunun için
duyular ya da
algılar birbirine karıştırılır: Bir duyunun,
algının yerine öbürü konulur; değişik izlenimler, karşıt duyumlar ve
imgeler arasında eşitlik kurulur; duyulardan (göz, kulak, burun, dil, deri)
birine ilişkin algılar ya da sıfatlar başka bir duyuya mal edilir vb...
5-Özgür çağrışım yöntemini kullanmak. Bunun için
ırak ya da kopuk çağrışımlarla çalışılır: Çağrışımlar arasındaki bağ ya iyice
gevşetilir ya da kesilir; birdenbire bir çağrışımdan, bir imgeden, bir dizeden
ötekine atlanır. Hatta, bazan –anlamı bozmak ya da kaldırmak için- ‘karşıt
çağrışım’lara başvurulur; çağrışımların birlik ve uyumuna
bakılmaz.
6-Soyutlamaya yönelmek. Bunun için
parça bütünden, tekil
çoğuldan koparılır: Gerçekte birbirine
bağlı olan nitelikler
yahut nesneler tasarım
yoluyla birbirinden ayırılır;
varlıkların birçok özelliklerinden yalnızca
bir ikisi öne
sürülür; insanlar hem
birbirlerinden, hem de
kendilerini belirleyen çağ, çevre,
yer ve toplumdan
soyularak sunulur; sözden
(dolayısıyla anlamdan, konudan, düşünceden) kaçmaya eğilimli
soyut bir dil kullanılır vb...
7-Anlamdan uzaklaşmaya yönelmek. Bunun
için anlam bazan ya geriye itilir ya da atılır: Bir şeyi doğrulamak, anlatmak,
tasvir etmek gibi işlemlerden, konu,
olay ve hikâyeden
sıyrılmaya uğraşılır. Bu
uğraşma İkinci Yeni’nin
“anlamsız şiir” diye adlandırılmasına yol
açar. Gerçi şairlerin
hepsi tümüyle bu
ada uygun ürün
vermez, ama hiçbiri
de tümüyle ona sırt çevirmez. Her şair az ya da çok ona yakınlık duyar.
8-İmgeyi
içeriğin üstüne çıkarmak ya
da dışına kaydırmak.
Bunun için imge
anlamın önüne ya
da yerine geçirilir,
gerçeklikle imgenin
bağlantısı gevşetilir ya da koparılır,
karşıt ya da
uzak çağrışımlı imgeler
kurulur.
9-Us
(akıl) dışına yönelmek.
Bunun için –seyrek
de olsa- usun
kuralları, mantığın ilkeleri aşılır
yahut çiğnenir, gerçeğin niteliği bozulur
yahut düzeni yıkılır...
10-Kapalı
olmak... Değiştirim, karıştırım,
soyutlama, sıçrama,
geleneksizlik, anlamsızlık, usdışılık vb. edimler şiirleri az ya da çok örtülü,
güç anlaşılır, hatta bazan hiç anlaşılmaz kılarlar...
11-Okurdan uzaklaşmak (yahut mutlu, aydın azınlığa seslenmek)...
‘Kapalı olmak’ gibi ‘okurdan uzaklaşmak’
ve az okunmak da İkinci Yeni’nin her
zaman geçerli bir ilkesi değildir.
12-İkinci Yeni ... okurları umursamadığı gibi halkı
da umursamaz. Hatta, halka seslenmeye, konuşma diline yaslanmaya karşı
çıkar.
13-Çevreden
ayrılmak. Bunun için
ortak dilden, konuşma
dilinden kaçılır. Yalnızca şiirimizin
(geleneğimizin) değil, toplumumuzun,
ulusumuzun da tarihiyle
bağlar çoğun ya gevşetilir ya da koparılır. Hatta, daha
ileri gidildiği de olur: Toplumsal/ulusal çevre gibi doğal çevreyle de pek ilgilenilmez.
Eğer arada sırada
toplumdan, doğadan söz
açılırsa, bu da
genellikle parçalayıcı, soyutlayıcı,
değiştirici bir biçimde yapılır. Bunları
pekiştirmek ve örneklendirmek gerekirse,
şu cümlelere yer
vermek gerekli olacaktır.
Cevdet Kudret’e göre, “Sürrealist şiire uygulanan
bilinçaltını kurcalama yöntemlerinden de yararlanılarak kurulan bu
yeni akım, soyutluğu
sağlamak için, alışılmadık
yeni sözcükler üretme
(canlamak, gecemsizlik,
çınsızlık), hatta anlamsız
sözcükler uydurma (üvercinka),
yeni tamlamalar kurma
(tenha boyun, kolay köşe,
ham Cuma, çınsızlığın
güvensizliği, vb.), yeni
anlatım biçimleri deneme
(gidip gelmemek biçimindeki oda, vb.), gramer kurallarını bozma (siz git
ey, siz bak ey! –yüpyürek- dükkânlarsız, kahvelersiz sokaklar,
vb.), yeni mecazlar kurma
(çıplak ayaklı camlar,
vb.), cümle içinde
sözcüklerin düzenini bozarak gerçeğin
alışılmış düzeni alt-üst
etme (Bekle ki
soğanlar salatalar yağsın,
/ Nisan yağmuru yeşersin),
yeni görüntüler arama
(telgraf tellerinde gemi
leşleri, vb.), birbiriyle ilgisiz
öğeleri yanyana getirme (A
harfinden bir çarşı
güneşi gözünüzde, -Geri
rahvanımda ön akşam
tülü) vb. gibi yollara
başvurulmuştur... İkinci
Yeni akımı, böylece,
konuşma dilinden ayrı
bir dil kurarak ve gerçeğe aykırı
görüntüler icat ederek “anlam” ile ilişkisini koparma yoluna girmiş; bunun
sonucu olarak, topluma dönük olma yerine çok dar bir aydın azınlığına
seslenmiş; bir şey anlatma (hikâye etme, tasvir etme, vb.) yerine uzak
çağrışımlarla yetinmiş; hatta
herhangi bir çağrışım
yapmadan da, sözcükleri
alışılmadık biçimlerde istif etmeyi
yeterli görmüş; bütünüyle
de, şiirde alışılmış her
şeyi (anlam da
içinde olmak üzere) atma, bozma yolunu seçmiştir.”
İkinci Yeni şiiri ile Divan şiiri arasında sathî de
olsa benzerlik kurulduğu iddia edilir. Hatta Asım Bezirci
bu konuda fikirlerini maddeler halinde
sıralar, fakat objektif
bir yaklaşımla olaya
yaklaşılırsa, benzerlik veya
ilişki denilen şeyin
Divan şiirinin ruhu
ile uzaktan yakından
bir ilişkisinin olmadığı anlaşılır. Bu şiirde
serbest nazım, mensur şiir,
dörtlük veya sone gibi nazım şekillerinin yanında Divan edebiyatı nazım
şekillerinin [örneğin, gazel, kaside (münacat, naat), rubâî, mesnevî, şarkı,
terkîb-i bend, tercî-i bend, müstezad
... vb.] kullanılması
bu görüşü çürütmüş
sayılamaz. Bu tavır ve
algılama biçiminin İkinci Yeni
şiirinin Birinci Yeni’ye
tepki olarak doğmasından,
tez olarak onun
ilkelerinin zıddını savunma çabasından kaynaklandığı ileri
sürülebilir.
İkinci
Yeni şiirinde Batı
edebiyatında da önemsenen
şairler izlenmiştir. Bu
bağlamda Batı şiirinde etkin olan
Sürrealizm, Egzistansiyalizm, Dadaizm ve Letrizm gibi akımların İkinci Yeni şairleri ve şiiri üzerinde
etkileri vardır.
....
Şairliğe ilk
adımını 22 Haziran 1947’de
Yedigün (Sayı: 46)
dergisinde yayımlanan ‘Yol’
adlı şiiriyle adımını atan ve ‘Arz-ı Hal’ şiiriyle
1948’de Kaynak dergisinin açtığı şiir yarışmasındaki ikinciliği paylaşmasıyla
Nurullah Ataç’ın takdirini
kazanarak tanınan Turgut
Uyar (ö.1985), Garip
şiirinin etkileri bulunan ve 1952 yılına kadar devam eden
vezin ve kafiyeye yer verilen ilk şiirlerinde aşk, ayrılık, ölüm gibi
bireysel konuları işlemiştir.
1952-1954 yılları arasında
toplum kuralları ve
törelerle çatışma temine önem
veren Uyar, 1954’te İkinci Yeni
hareketine katılarak topluluğun
önemli simalarından biri haline gelmiş,
dolayısıyla önceki konu ve temalarla birlikte vezinli kafiyeli şiirden
vezinsiz, kafiyesiz ve ‘anlamsız’ bir şiire yönelmiştir. ‘Divan’ adlı eseriyle
gelenekle bağ kurmaya çalıştığı iddia
edilmişse de sathî bir çaba olmaktan ileri gidememiştir. Genel anlamda şiiri
İkinci Yeni şiirinin özelliklerini gösterir. Mehmet Kaplan’a göre,
“Turgut Uyar’ın yaratıcı kabiliyeti
Cemal Süreya’dan ve
İkinci Yeni akımını benimseyen diğer
şairlerden daha kuvvetli ve zengindir.”
Öğrencilik yıllarında Mart 1944’te İstanbul
dergisinde yayımlanan bir şiiriyle şairliğe ilk adımını atan ve
ilerleyen süreç içinde bazısının kuruluşuna katıldığı pek çok
dergide şiirlerini yayımlayan Edip Cansever
(ö.1986), bir arayış içinde olduğu ve Birinci Yeni tesirindeki ilk şiirlerinden
sonra, 1954’ten itibaren İkinci
Yeni ilkeleri doğrultusunda vezinsiz,
kafiyesiz anlamsız bir şiire yönelir. Dönemin moda fikirlerinden Marksist dünya
görüşü ve Varoluşçuluk
akımının etkisindeki şiirleri
yanında, kaleme aldığı yazılarıyla poetik
görüşlerini de açıklamaya
çalışmıştır. Edip Cansever,
“çok deneme yapan,
en yeni akımları izleyen,
her yıl değişik
şiirlerle ortaya çıkmaya
çalışan, fakat (Hüseyin
Cöntürk’ün hükmüyle) “çok arayıp az bulan” bir şair” olarak
değerlendirilmiştir.
Edebiyat dünyasına 1947-1950 yılları arasında daha
Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciyken aruzla birtakım şiirler yazarak giren ve ilk şiiri ‘Şarkısı
Beyaz’ 1953’te Mülkiye dergisinde yayımlanan Cemal Süreya Seber (ö.1990),
1955 yılından itibaren kurucuları arasında olduğu İkinci Yeni
hareketinin en güçlü şairi
olarak şiirlerini yazmaya başlamış,
hayatı boyunca çok
çeşitli dergilerde eleştiri
yazıları da dahil ürünlerini
yayımlamaya devam etmiştir. Biçim kaygısı ağır basan, duyguyla çağrışımlara
yaslanan ve aydın azınlığa
seslenen ilk şiirlerinden
sonra, 1953’ten itibaren
kaleme aldığı şiirlerini
topladığı Üvercinka adlı ilk şiir kitabı, İkinci Yeni şiirinin en güçlü eserleri
arasında kabul edilmiştir. Kendisine ödül
kazandıran Göçebe’de “tarihin
derinliklerine ve Anadolu
insanına ayna tutan”,
Beni Öp Sonra Doğur’da “evrensel konulara uza(nan) ve
yaşadığı çağı geniş bir görüngü içinde ele alan” Cemal Süreya, “Uçurumda Açan
adını verdiği son
dönem ürünlerinde ise
bakışlarını yeniden kendisine
ve yakın çevresine çevir”miştir.“Türk ve
Batı Şiirinin zenginliklerinden yararla(nan)” Cemal Süreya,
ilk eserlerinden sonra, “insanî
öze, yeni söyleyişlere,
diplerde belirginleşen tarih
içindeki uygarlıklara ve varoluşlara” yönelmiş,
“insanın kurtuluş ve mutluluğunu,
erotik ve Freud’a yönelik
ilişkilerde” aramıştır. Bütün şiir kitaplarında çok bergin, çarpıcı ve
abartılı bir biçimde bütün boyutlarıyla dişilik yönü vurgulanmış kadın
dünyası ortaya konmuştur. Öte yandan,
“İslâmî mukaddesler, Türk tarihi,
ahlâk ve aile”ye karşı
tavrı olumsuz olan Cemal Süreya genel
olarak şiirlerinde, “günlük
yaşamayı, toplumu, kadını,
maddî hazları, açlığı,
basit gerçekleri, sevişmeyi,
tutsaklığı, hürlüğü...
Kısacası hareket halinde olan
ve yaşayan insanı” konu
edinmiştir. Dil konusunda
İkinci Yeni’nin genel
tavrını benimseyen Cemal Süreya, “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı”
cümlesiyle başlayan “Folklor Şiire Düşman” ve “Şiir
Anayasaya Aykırıdır”adlı yazılarında
olduğu gibi diğer
deneme ve eleştiri
türündeki eserlerinde şiir görüşlerini teorik olarak ortaya
koymuştur. Şiirlerini
Şubat 1954’te Türk
Dili dergisinden başlayarak
devrin diğer edebî
dergilerinde yayımlayarak
şairliğe adımını atan Ece Ayhan
(ö.2002), İkinci Yeni akımının
uzun soluklu şiirleriyle dikkati çeken “eytişimsel özdekçi düşünceye bağlı”
en önemli şairlerinden biridir. “Ece Ayhan’ın şiiri, ...
kendisinin oluşturduğu bir
dünya içerisinde denklemlerini
iyi kuran, kendinden
emin, yoğun, her kelimesinin bedeli
fazlasıyla ödenmiş gibi
duran, ama diğer
taraftan da anlamı
çok derinlerine çeken, okuru umursamaz görünen estetik bir
şiirdir. Ece Ayhan, şiiri bütün
fazlalıklardan arındırarak şiirde bir safiyet denemesi
yapmak ister gibidir. Bu
nedenle onun şiiri
geniş bir kitle
tarafından okunma imkânı bulamamıştır.”
“Geleneksel
sanatları mollaların lakırdısı” olarak gören,
“Türkçeyi garip ve
kasti bozmalar, (meselâ ‘debelenmiş’
yerine ‘gebelenmiş’ gibi)
kelimeleri, cümleleri ters
yüz etme gibi oyunlarla kullanan
ve hemen bütün
‘orijinalliği’ bundan ibaret
olan ve ‘görüntücü
imge ustası’ gibi övgüleri de bundan ötürü kazanan Ece Ayhan için 2.Yeni’nin ilkelerine olduğu gibi bağlı ve bu grubun ‘en fazla sözü edilen şairi’ denilmiştir.” Öte
yandan, toplumsal adalet ve maddî aşk şiirlerinde işlediği temalar olarak dikkati çeker.
Şairliğe
ilk adımını Manisa
Halkevi’nin yayın organı
olan Uyanış dergisinde
1935’te çıkan şiiriyle adımını atan ve bu çabasını “çağdaş şiirimizin hep babası gibi gördüğü” Ahmet
Haşim etkisine bağlayan
İlhan Berk (d.1916),
aynı yıl ilk
şiir kitabı Güneşi Yakanların
Selamı’nı da yayımlayarak bunu adeta pekiştirir.
Geleneksel vezinli-kafiyeli tarzdaki ilk şiirlerinden sonra, “sürekli bir
arayış içinde olmuş, sonunda kendine has
bir şiir dili oluşturarak İkinci Yeni’nin öncülerinden olmuştur. İlhan Berk, Türk şiirinde
‘çok deney yapan, şiire yeni
yapılar arayan’ bir şair olarak
bilinir.”
İlhan Berk, Güneşi ,
“zamanla kendine aklın
ve hayal gücünün
soyutlamalarına yaslanan bir
duygu evreni kur(muş)” ve İkinci
Yeni çizgisinde yazdığı şiirleriyle tanınmış bir şairdir. Bir ara hikâye de
yazmasına rağmen şiirde karar kılan,
izlenimci, yer yer Gerçeküstücü anlaşılması zor şiirler yazan ve şiir
hakkında “Şiir benim için bir kaçıştır. Kendimden, çevremden, kozmozdan. Ve
onlara koşarak yeniden varmaktır.” diyen Ercüment Uçarı, şiirlerinde çoğunlukla
kendini konu edinmiştir.
Şiire
öğrencilik yıllarında Harika
dergisinde yayımlanan şiirleriyle
başlayan Kemal Özer (d.1935),
İkinci Yeni şairleri
arasında yer almış,
bir ara hikaye
de yazmış olması
hareket içinde kendisini geri
plana itmiştir. İmgeye ağırlık veren, ferdiyetçi, soyut bir anlatıma yaslanan
ilk şiirlerinden sonra, 1963-70 arası
şiirden uzaklaşmasına rağmen,
1970’lerin ortamında günlük
olaylardan hareketle Marksizm
veya toplumsal gerçekçilik perspektifinden okura mesaj verme eğiliminde şiirler
yazmıştır. Öte yandan, “İkinci Yeni’leri toplayan ‘a’ dergisini 1956-1960
arasında çıkaran ve şiir üzerinde denemeleri de olan Kemal Özer, kuşaktaşları
arasında biçime, mısra kuruluşuna, kelime seçimine, iç âhenge, kafiyelere ve iç
bütünlüğe önem veren şairlerdendir.” denilmiştir.
Şairliğe
ilk adımını 1954
yılında Kaynak dergisinde
çıkan şiiriyle atan
ve şiirlerini dönemin başta
Pazar Postası olmak
üzere çeşitli dergilerinde
yayımlayan Ülkü Tamer (d.1937),
İkinci Yeni akımının
atmosferindeki ilk şiirlerinden
sonra ustalık döneminin
eserlerini vermiştir. “Ülkü
Tamer, Nazım Hikmet nevinden kendini Marksist ideolojiye adamış bir şair
intibaı vermekle beraber, şiirlerinde çağdaş politik, sosyal hadise ve ideolojilerle
ilgili unsurlara sık sık
rastlanır... Ülkü Tamer, kelimelerle oynamasını, onlarla güzel hayaller,
vehimler, görüntüler yaratmasını bilen bir şairdir. ‘Şiir İçin Cevaplar’ şiiri,
onun hakim olan sanatçı yönünü gösteren
güzel bir örnektir.” Şiirlerinde
çocuk duyarlığını öne alan bir kimlikte
görünür... Şekil bakımından
düzyazıya yatkın örneklere,
halk şiiri türlerine
ve başka biçimlere ilgi duysa da bu çeşitlilik içinde kendi şiirinin
sesini her zaman korumayı başarmıştır.
Cumhuriyet devri Türk edebiyatında ilk şiiri ‘Sabır’
1950 yılında Büyük Doğu’da yayımlanan ve sanat
hayatına İkinci Yeni
şairleri ile birlikte
atıldığı için onlarla
birlikte anılan, fakat
dünya görüşü açısından onlardan
bütünüyle ayrı bir
yelpazede bulunan Sezai Karakoç
(d.1933), başlangıçta İkinci Yeni şiirinin imkânlarından yararlanarak şiire başlamasına
rağmen, gittikçe kendine özgü bir şiir kainatı kurmuştur. İkinci
Yeni şiiri ile
biçimsel benzerlikler taşıyan
şiirlerinde muhteva bambaşka
bir hüviyettedir. Çünkü, “Sezai
Karakoç’un şiiri sadece
İslâmî niteliğiyle değil,
Asur’dan Hıristiyan
kültürünü de içine
alacak şekilde çok
zengin muhtevası ve
anlatım özellikleriyle değişik
çevrelerin değişik yorumlarıyla değerlendirilmektedir.” İkinci Yeni
önemini yitirdiği zamanlarda kendisi daha da belirgin bir hale gelmiş, 1960’lı
yıllardan sonra ise olgunlaşmaya başlamıştır. ‘Diriliş’
tezi ile aynı
adı taşıyan dergisi ve
yayınevi sayesinde geniş
bir tesir sahası
yaratarak edebiyat tarihimizde
kendisine önemli bir yer edinmiştir. Kullanmış olduğu kapalı dil, deneme
ve eleştirileri hariç tutulursa, şiirlerinin kalabalık halk
kitlelerinden daha ziyade
usta okur kategorisine
dahil edilebilecek entelektüel
kesim tarafından okunma gibi
bir sonucu doğurmuştur
denilebilir. Varoluşçuluk akımının
bir sonucu olarak İkinci
Yeni şiirinde “her
şey insanda başlar
ve biter”, fakat
o, şiirini metafizik alana
açarak bunu dönüşüme
uğratır. “Sanat tutumum, genel dünya görüşümün bir bölümünden
başka bir şey değildir”diyen Sezai
Karakoç’ta “Sanat, kaçsa da, inkâr etse
de, ‘Tanrı’ya doğru’dur hep.” O’na göre,
“şair, milletin sözcüsü, yorumcusu
ve gerekirse yol
gösterenidir. Şair
milletinin kalbidir. Atan nabzı,
çarpan yüreğidir.”Sezai Karakoç, Gün Doğmadan adlı şiir
kitabında toplanan şiirleri, sanat, edebiyat, deneme ve eleştiri konularında yazdığı makaleleri ile
‘diriliş tezi’ şeklinde dillendirdiği yeni yeşermekte olan bir edebiyat
uğruna çabalarından ötürü,
1960’lardan sonra oluşacak
Yeni İslâmî Akım’ın
öncü şahsiyeti olarak kabul
görecektir.
SONUÇ
Türk Edebiyatı’nın
en son evresi
olarak Cumhuriyet devri Türk edebiyatı
1923’ten günümüze kadar
uzanmaktadır. Bu devir
Türk şiirinin 1960’lı
yıllara kadar gelişen
evresini konu eden
bu çalışmamızda
görülmüştür ki, bu
şiir, geçmişe uzanan
bağları olmakla birlikte
büyük ölçüde çehresini Batı’ya çevirmiştir. Bu
dönem şiiri, ilgili
tarihler arasında değişik
edebiyat topluluklarınca
yine değişik sanat
ve estetik anlayışlara bağlı sanatçılarca çoğunlukla birbirine karşıt
eğilimler halinde devam etmiştir. Bu devir sonrasında olduğu
gibi bu tarihler
arasında toplumun içinde
bulunduğu siyasal, sosyal
ve ekonomik olaylar şiirde
yansımasını bulduğu gibi, ülke dışı sanat, edebiyat ve düşünce akımları da
kendisine taraftar bulabilmiştir. Cumhuriyet’in kurucu gücü şu veya bu şekilde
bu dönem boyunca şiir ve şairler üzerinde varlığını hissettirmiş, hangi
kesimden olursa olsun öngörülen çizgiyi aştığı
iddia edilen eser ve sahipleri kovuşturmaya uğramıştır. Tatlısu gerçekliği
ile hareket etmek isteyenler
toplumsal ve düşünce temlerinden
uzak durarak şiirin
sanatsal ve estetik
boyutları üzerinde yoğunlaşmışlar veya
şiirin iç sorunları
üzerinde durmuşlar veyahut da
kapalı ve anlaşılmaz bir üslûp
benimsemişlerdir. Bu arada bu tutum bağımsız sanatçılar ve şairler dediğimiz
kesimin oluşmasına da
sebep olmuştur. Bu şairler,
topluluklar halinde değil,
bireysel olarak başarılı ve orijinal
eserler vermeyi kendilerine
ilke edinmişlerdir. Bu dönem
Türk şiirinde genel olarak, “en
çok rağbet gören
konular, şahsî duygu
ve hayallerden, metafizik
mes’elelere, çocukluk yıllarına duyulan
özlemlere, şuuraltı hayata,
Atatürk ve yurt
sevgilerine, Türk Yunan
ve Lâtin mitolojilerine kadar
uzanır.”Öte yandan, eski şiir neyi savunmuş, inanmış ve saymışsa, yeni şiir onu
red ve inkâr etmiş, alaya almıştır. Şiir ve şiirin tanımının ortaya çıkan yeni
anlayışlar ve pratikler gereği genişletilmesi zorunluluğu doğmuştur. Daha
önceleri, “vezinli ve kafiyeli söz”
olarak tanımlanan şiirin, bu devirden itibaren artık “duygu ve düşüncelerin insan
ruhunda ürpertiler uyandıracak biçimde ölçülü - ölçüsüz, kafiyeli-kafiyesiz, genellikle
nazım halinde anlatılan
biçimine şiir adı
verilir”şeklinde tanımlanması bu görüşümüzü
doğrular. Öte yandan Tanzimat
devri Türk şiirinde
Recâizâde Mahmûd Ekrem Bey’in
“zerrâttan şümûsa kadar”
genişlettiği şiir konuları
bu devirde daha
da genişler. Bu şiir büyük konulara yüz çevirip silik
konuları, küçük tasaları ve küçük sevinçleri ele alır. Eskiyi alaya alan bu
şiir, ‘zamandan kaçış’ gibi bazı
eski temalara yeni bir ruh kazandırmış, ‘öte’ duygusu kaybedildiği için tam zıddı olan ‘yaşama sevinci’ gibi
yeni temalar edinmiştir. İnsan gibi eşya da yer değiştirmiştir. Şiirin
felsefesine ve iddialarına uygun insanlar, önceki mekânlara benzemeyen yeni
yerler şiirlerde arzı endam eder. Şiirin şeklinde olduğu gibi muhtevasında
değişiklikler yapılmaya çalışılmıştır. Kuramsal düşünenler ve poetikalar kaleme alanlarca muhtevadaki
değişiklik, beraberinde zevklerde değişikliği yaratacağı için önemli
sayılmıştır. Yapı değişikliği ile
Türk şiir geleneğinde
–çoğunlukla mazi ile
ilişkiyi kesmeyi amaçlayan yabancı
düşünce ve sanat
anlayışlarının öngörüleri doğrultusunda- bir
kırılmanın gerçekleştirilmesine
uğraşılmıştır. Gerek bireysel
ve gerekse edebî
topluluklar tarafından şiir
sanatı üzerine toplu görüş
ve düşünceleri içeren
poetikalar ve manifestolar hazırlanıp
yayımlanmış, müstakil kitaplar ve yazılar kaleme alınmıştır. Kuşkusuz
bunlar, bu devir Türk şiiri için son derece önemli kaynak niteliği de
taşımaktadır. Bu devir Türk
şiirini besleyen kaynaklar
içinde gelenek, nesilden
nesile aktarılmak istenilen değerler ve miraslar,
egemen temayül gereği
eleştirel yaklaşımın bir
yansıması olarak büyük
bir şair kitlesi tarafından
‘terk edilmesi gereken
şeyler’ olarak algılandığından, dışarıdan
ve yabancı olanı dönüştürüme uğratarak
millileştirme işlevini görememiştir.
Ortaya çıkan ve
yeri doldurulamayan bu boşluk,
yabancı düşünce akımlarının
güdümündeki şiir anlayışlarına
davetiye çıkarmıştır. Böyle
bir ortamda, Cumhuriyet öncesinden devralınan düşünce akımları yanında
dışarıdan Toplumsal-gerçekçilik / Marksizm, Gerçek-üstücülük, Varoluşçuluk ve
Dadaizm gibi akımlar bu devir Türk şiire girmiş, serbest çağrışımlara dayanan
anlaşılması güç şiir akımı yapay ve taklit niteliği taşısa da moda haline gelmiştir.
“Bu akım aslında şuur-altı psikolojisinin estetik
bir ifadesi olmakla beraber, bazıları onu sosyal ve politik fikirleri
telkin maksadıyla bir vasıta olarak kullanmışlardır.” Bunun sonucunda
gerek kendini koruma refleksi
ve gerekse Cumhuriyet’in
kurucu felsefesi bir
denge unsuru olarak müdahil olmuşsa
da sözü edilen bu boşluk
genellikle millî bünyeye karşıt düşünce
akımlarının şiiri ile doldurulurken, kendimize özgü olan
cılız kalmıştır. Zamanla
bu, kaygan bir
zemin üzerinde birbiriyle
çelişen sanat ve
şiir anlayışlarının ortaya atılması
şeklinde kendini göstermiştir.
Toplumun siyasal ve
sosyal yapısı ile paralellik gösteren bu atmosferde egemen
hale gelen şiir, “Okuyucuyu şaşırtma,
ironi ve kelime oyunu, modern
şiirin özelliklerindendir. Her şair
kendi mizaç ve gayesine
göre bu teknikten
yararlanmıştır.
Modern şiirin özelliklerinden birisi (de) duyguları
bütün karışıklığı ile ifade etmektir. Bundan dolayı ona, hayatın kompleksliğini, anlaşılmazlığını, hatta
bazen abesliğini hissettiren teferruat da karışır.” Görülen o ki, her yeni eskiyor, her doğan ölüyor. Bu durumu,
“Cumhuriyet devrinde, özellikle şiir alanında, hiçbir akım uzun
ömürlü ve sürekli
olmamış, aşağı yukarı
her beş yılda
bir yeni bir
kuşak, yeni bir
şiir estetiğiyle ortaya çıkmıştır”tespiti çok güzel bir
biçimde açıklar. Aslında
bütün bunlar, 1960’tan günümüze uzanan
süreçte Türk şiirine
rengini verecek farklı
damarlara işaret etmektedir.
İnceleme konusu edilen dönemde bazı şairler, bu dünyaya gözlerini
yumarken büyük bir çoğunluğu eserlerini 1960 sonrası yıllarda vermeyi
sürdürürler.
Tanzimat’tan beri
devam eden medeniyet
değiştirme sürecinin canlı
bir biçimde yaşandığı, keskin ayrımlarının ve
pratiklerinin sergilendiği bu devir Türk şiiri, 1960’lı yıllardan sonra mevcut
edebî akımlar
yanında yenileriyle birlikte
daha da hareketli ve
eser açısından verimli
bir döneme girer, belirginleşen düşünce ve sanat
akımlarına göre farklı damarlar ve kümelenmeler halinde günümüze kadar gelir.
Bu günden o yıllara bir bakıldığında
‘maziyi reddeden şair ve
entelektüellerimizin yanlış bir yolu yürüme adına kendilerini harcamış
olduklarını görmek’ insanımız açısından bir kayıptır denilebilir.
Son
olarak şunu ifade
etmek gerekir ki,
kuruluş devrinin belli
başlı heyecanlı dönemleri
ve anlarını bünyesinde barındıran, tarihin ve zamanın
eleştiri süzgecinden geçen bu devir Türk şiiri, edebiyat biliminin kuralları
bağlamında yeniden değerlendirilerek nesnel
bir biçimde ortaya
konmalıdır.
Bu devir
edebiyatı ve şiiri,
bazı duyarlılıkların vurgulu,
bazılarının silik takdimi
biçiminde değil, bizi
biz yapan değerlerin ne olduğuna artık karar vererek ve maziyle hesaplaşmadan
vazgeçilip onunla barışarak kendimize
özgü bakış açımızla
bir bütün olarak
sunulmalıdır. Artık kendimizden
uzaklaşarak ve başkalarını örnek
alarak kendimiz olamayacağımız bilinmelidir. Başkalarının dünya görüşü, sanat,
kültür, edebiyat ve şiir anlayışı benimsenerek, kendi dünya görüşümüz, sanat,
kültür, edebiyat ve şiir anlayışımız reddedilerek Türk milletinin tümünün sesi
olan bir şiir oluşturulamaz. Şiirimiz dahil diğer edebî türleri de kapsayacak
şekilde edebiyatımızın bir felsefesi ve teorisi ortaya konmalıdır. Bu alandaki
gecikme, telafisi mümkün olmayan sonuçlar
doğuracaktır. Bugün kendi
kültür ve edebiyatını
bütün yönleriyle ortaya koyup
takdim etmeyenler, takdim
edilen başka kültür
ve edebiyatlar karşısında
mukavemet gösteremeyerek çok geçmeden
topyekûn bir asimileye uğrayacaktır. Bu problemin çözümünde edebiyat
araştırmacıları ve eleştirmenlerine son derece büyük görevler düşmektedir.
Unutulmamalıdır ki her ağaç kendi özsuyu ile beslenir. Cumhuriyet devri Türk
şiirinin 1960’a kadar olan sürecini bir bütün olarak ele alan bu uzun soluklu
makalede böyle bir görevi üstlenme çabası söz konusudur.
Yorumlar
Henüz yapılmış yorum yok
|
|