|
Şeyhî / Hayatı
Şeyhî’nin mahlası
hakkında fikir yürüten bir kısım kimseler, şâirin şeyh olabileceği yönünde
açıklamalarda bulunuyorlarsa da bu görüş ilim dünyasında pek itibar
görmemiştir. Esasen tabiplik ve attarlık mesleğiyle iştigal edip, maişetini bu
yolla kazanan Şeyhî’nin şeyh olması da akla uzak bir ihtimaldir.
On beşinci asrın en önemli edebî kişiliklerinden birisi olarak kabul edilen
Şeyhî, Germiyanoğulları Beyliği’nin sınırları dâhilinde yetişmiş, etkili bir
şâir ve büyük bir sanatkârdır. İsmi hakkında kesinleşmiş bir malûmat
bulunmamakla birlikte, birçok kaynakta adı “Yusuf” olarak kabul edilmektedir.
Lâkin bunun yanında isminin “Sinan” olarak zikredildiği kaynaklar da azımsanmayacak
kadar çoktur.
Kaynakların büyük çoğunluğu, Çelebi Mehmed’i tedavi ettiği yıllarda şâirin
kırklı yaşlarda olduğu hususunda hemfikirdir. Bu tahmine göre şâirin 1370’li
yıllarda doğmuş olabileceği sonucu ortaya çıkmaktadır.
Tabib olması münasebetiyle “Hekim Sinan” olarak anıldığı da kesinleşmeyen
söylentiler arasında bulunan Şeyhî, ilk eğitimine devrinin kültür merkezlerinin
başında gelen Kütahya’da başlamış ve rivayetlere göre bu arada kendisi gibi
meşhur bir şâir olan Ahmedî’den ders okumuştur. Mevcut tezkirelerin
bildirdiğine ilk eğitimini tamamladıktan sonra ilmini artırmak ve öğrenimini
tekmil etmek için genç yaşta İran’a hicret etmiştir. Uzun bir müddet burada
kalıp tıp, tasavvuf, ecza ve hikmet gibi ilim dallarında eğitim alan Şeyhî,
Sehî Bey tezkiresine göre bu yıllarda Seyyid Şerif-i Cürcânî ile sınıf arkadaşı
olmuş, ondan istifade etmiştir.
İran dönüşü sırasında, Şeyhî’nin Ankara’ya uğrayarak Hacı Bayram-ı Velî’ye
intisap ettiği ve bu münasebetle “Şeyhî” lâkabını aldığı, kendisi hakkında
kaynaklarda geçen rivayetler arasındadır. Memleketine döndükten sonra
Germiyan’da bir attar dükkânı açıp tabipliğe başlayan şâir, evvelâ Germiyan
Beyi 2. Yakub’un hizmetine girmiş, daha sonra Süleyman Şah’ın saltanatı
döneminde, Germiyan’ın Osmanlılara düğün hediyesi olarak verilmesi üzerine
Çelebi Mehmet ve daha sonra 2. Murad’a intisap etmiştir. Fakat onun en fazla
temasta bulunduğu şahıs, şüphesiz Germiyanlı Yakub olmuştur. Germiyanlı Yakub’a
tercî-i bendler sunduğu bilinen şâirin Yakub Bey’in tabibi olduğu konusunda
bütün kaynaklar hemfikirdir.
Çelebi Mehmed döneminde, Karaman seferi sırasında sultanın Ankara’da
rahatsızlanması üzerine çağrılarak tedavisinde başarı göstermesi üzerine
Şeyhî’ye Tokuzlu köyü tımar olarak verilmiş ve bir başka rivayete göre sultanın
hususi tabipliğine tayin edilmiştir. Bu yüzden Şeyhî, Osmanlı kaynaklarında,
Osmanlı Devleti’nin ilk “Reisü’l Etibbâ”sı, yani hekimbaşısı olarak kaydedilir.
Sultan 2. Murad’ın 1421 yılında tahta geçişinden sonra, onu ziyaret için
Edirne’ye giden Şeyhî’nin 2. Murad’ın emriyle Hüsrev ü Şîrîn mesnevisini
tercümeye başladığı kaydedildiğine ve bunu müteakip Hüsrev ü Şîrin’den
nazmettiği bin beyti 2. Murad’a teslim edip tekrar Germiyan’a döndüğü
belirtildiğine göre Şeyhî’nin sarayda uzun müddet kalmamış olması lâzım gelir.
Şeyhî’nin ölüm tarihi, henüz kesinlik kazanmış değildir. Sehî Bey, Âşık Çelebi
ve Kınalızâde Hasan Çelebi gibi tezkire müellifleri Şeyhî’nin vefatı hakkında
sadece “Hüsrev ü Şîrin’i tamamlayamadan hayatı hitam buldu.” kanaatine yer
verirler. Riyâzi ve Fâizi Tezkireleri de bu bilgilere ek olarak şâirin 2. Murad
devrinde ölmüş olduğu malumatına değinirler. Çalışmalarının mühim bir bölümünü
Şeyhî’ye hasretmiş olan Faruk Kadri Timurtaş, onun 1431 yılında ölmüş olabileceği
ihtimali üzerinde durmuş ise de, yukarıda da görüldüğü üzere şâirin ölüm tarihi
hakkında tezkirelerin rivayetleri muhteliftir.
Şeyhî’nin kabri Kütahya’da, Yoncalı yolu üzerinde, bir adı da Dumlupınar olan
Çiftepınar köyündedir. 1961 senesinde kendisine plânı Oktay Aslanapa tarafından
çizilen eski tarz mimarî üslûpta bir kabir inşa edilmiştir.
Şeyhî’nin mahlası hakkında fikir yürüten bir kısım kimseler, şâirin şeyh
olabileceği yönünde açıklamalarda bulunuyorlarsa da, bu görüş ilim dünyasında
pek itibar görmemiştir. Esasen tabiplik ve attarlık mesleğiyle iştigal edip,
maişetini bu yolla kazanan Şeyhî’nin şeyh olması da akla uzak bir ihtimaldir.
Faruk Kadri Timurtaş’a göre Şeyhî, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’ne ve onun
halifelerinden olan Akşemseddin’e bağlılığı sebebiyle bu mahlası almış olsa
gerektir. Üstelik Şeyhî, mutasavvıf bir şâir olmaktan ziyade, tasavvufa ait
unsurlardan istifade yolunu seçen bir şâirdir. Kaldı ki bu, hemen hemen bütün
divân şâirlerinde görülen bir hususiyettir.
Edebî Şahsiyeti
On dördüncü asrın sonu ile on beşinci asrın ilk yarısında yaşamış olan
Şeyhî’nin, dönemin diğer şâirleri gibi İran mutasavvıflarının etkisinde
kaldığını söylemek mümkündür. Bu durum İslâmiyet’i kabul eden Türkler arasında
19. ve 20. asırlardan itibaren tesirini artırarak devam eden bir cereyandır.
Şeyhî’nin de eserlerinden yola çıkarak gittikçe genişleyen bu tasavvuf
cereyanlarına yabancı kalmadığını söylemek mümkündür. Nitekim 14. ve 15.
asırlarda Anadolu’da yetişen Türk şâirlerinin pek çoğunun eserleri tetkik
edildiğinde, bu sanatkârların İran mutasavvıflarının kullandıkları remizlerle
terennüm ettikleri açıkça görülür.
Bilindiği gibi önce tasavvufî nazariyeleri Senâi, Feridüddîn-i Attar tarzında
açık ve kısmen remizsiz yazan Türk şâirleri, zamanla bu felsefî görüşü mecazî
aşk ile karıştırmışlardır. Kemâl-i Hocendî, Selmân-ı Savecî, Hafız-ı Şirâzî
gibi büyük şâirler tarafından kullanılan bu üslûp, muasırları gibi Şeyhî’yi de
cezbetmiştir. Bunun tabiî neticesi olarak da İranlı şâirlerin elinde ince ve
akıcı bir yapı kazanan tasavvuf, Şeyhî sayesinde bizim klâsik edebiyatımıza da
girmiştir.
Birçok vadide eser vermiş olan Şeyhî’nin en ziyade muvaffak olduğu saha,
şüphesiz şiir olmuştur. Özellikle divânı ve Hüsrev ü Şîrin tercümesi, hem Türk
dili hem de Türk edebiyatı açısından üstün bir kıymet taşımaktadır. Onun şiir
sahasındaki inceliklerini en bariz şeklinde gösteren eseri divânıdır. Muhtelif
nazım şekilleriyle kaleme aldığı şiirlerini bir araya topladığı bu eserde,
şâirin kullandığı bütün şekillere kolayca intibakı, oldukça dikkat çekmektedir.
Bu husus, divân edebiyatının mahdut yapısı göz önünde bulundurulduğunda daha
fazla önem kazanmaktadır. Üstelik Şeyhî nazım şekillerini ustaca kullanmakla
kalmamış, en ince edebî sanatları, mazmunlarla birlikte başarılı bir şekilde
kullanmıştır.
Şeyhî’nin bir diğer özelliği de Anadolu sahasında klâsik edebiyatı genel
hatlarıyla ortaya koyan ilk şâirlerden olması hususiyetidir. Her ne kadar
kendisinden önce bu vadide şiir söyleyenler olduysa da onun derecesinde güçlü
bir olgunluk sergileyememişlerdir. Hattâ kendisinden ders okuduğu hocası Şâir
Ahmedî dahi onun kadar incelikler ortaya koyamamıştır. Bunun en temel
kanıtlarından birisi Şeyhî’nin Anadolu şâirleri arasında “Peşterîn-i Şûâra-yı
Rûm” yahut “Şeyhü’ş-şûâra” olarak anılmasında saklıdır.
Şeyhî’nin dikkat çekici bir diğer yanı da şiirlerinde kullandığı vezinlerdir.
Onun en çok kullandığı vezin “mefûlü / fâilâtü / mefâîlü / fâilün” gibi karışık
vezinlerdir. Şiirlerinin büyük çoğunluğu bu vezinle yazmıştır. Sıkça kullandığı
ikinci bir vezin ise “mefâilün / fâilâtün / mefâilün / feilün”dür. Şâirin
vezinler hususundaki bu tercihi, özellikle devri dikkate alındığında ayrı bir
önem kazanmaktadır. Zîrâ bu devirlerde daha çok basit vezinlere rağbet edildiği
bilinen bir gerçektir. Şâirin monotonluktan uzak vezinleri seçmesi, onun âhenk
yönünden de ince bir zevke sahip olduğunun en bariz göstergesidir. Bu durum
aynı zamanda, mevcut dilin imkânlarını sonuna kadar zorlamayı göze almak
anlamına da gelmektedir. Her ne kadar tezkireciler Şeyhî’nin gazel ve kasidede,
mesnevide olduğu kadar başarılı olamadığı görüşündeyseler de, gazelleriyle
mesnevileri arasında kıymet bakımından büyük bir fark olmadığı da bir
gerçektir. Şeyhî için yöneltilen eleştirilerden bir diğeri de onun şiirinde
İran şâirlerinden izler ve ilhamlar bulunması, bazen de bunların aynen
benimsenmesi hususudur.
Bütün bu eleştiri ve tenkitlere rağmen klâsik şiirimizin kurucularından birisi
olarak kabul edilen Şeyhî’nin şöhreti ve tesiri sonraki asırlarda da devam
etmiştir. Nitekim ondan sonra gelen şâirler kendilerini Şeyhî ile mukâyese
ihtiyacı hissetmişler ve ona ulaştıklarını yahut geçtiklerini söylerken onun
üstatlığını tescil etmişlerdir.
Kaynak : Şeyhî Hayatı Sanatı ve Eserleri / Ahmet Ali Özer
Kaynaklar
ALİ NİHAT, “Şeyhi’nin Dili Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, S. 4, s. 49–61,
İstanbul 1934.
ATMACA, Ruşen, Şeyhi’nin Hayatı, Yayımlanmamış Lisans Tezi, Uludağ
Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, 1994.
BURSALI MEHMET TAHİR, Osmanlı Müellifleri, [haz.] İsmail Özen, Meral
Yayıncılık, İstanbul 1975.
ÇULHAOĞLU, Gülşen, “Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin Mesnevisindeki Aşk İlişkileri”,
Doğu-Batı, c. 7, s. 151–176, Ankara 2004.
ESİR, Hasan Ali, “Şeyhi Divanı’nda Geçen Yiyecek ve İçecek Adları Üzerine”,
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, [Zeki Başar Özel Sayısı], c. 12,
s. 95-116, Erz. 2006.
İSEN, Mustafa, Latifi Tezkiresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.
İSEN, Mustafa, Sehî Bey Tezkiresi “Heşt-Behişt”, İstanbul 1980.
SUNGUR, Necati, “Divan Şairlerinin Birbirlerine Yönelik Tenkitlerinin İlk
Örneklerinden Biri: Cafer Çelebi’nin Şeyhi ve Ahmed Paşa’yı Tenkidi”, Bilig:
Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, S. 17, s. 71–79, Ankara 2001.
Şeyhi Divanı / Yusuf Sinan Şeyhi, [Haz.] Cemal Kurnaz, Mustafa İsen, Akçağ
Yayınları, Ankara 1990.
TARLAN, Ali Nihat, Divan-ı Şeyhi, Tarama Sözlüğü ve Nüsha Farkları, TDK, Ankara
1942.
TARLAN, Ali Nihat, Şeyhi Divanı’nı Tetkik / Yusuf Sinan Şeyhi, İstanbul 1934.
TARLAN, Ali Nihat, Şeyhi Divanını Tetkik, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları, İstanbul 1964.
Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, [haz.] Haluk İpekten, Mustafa
İsen, Recep Toparlı, Naci Okçu, Turgut Karabey, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Ankara 1988.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, Şeyhi ve Hüsrev ü Şirin’i: İnceleme – Metin, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1980.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, Şeyhi: Hayatı ve Eserleri, İstanbul Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 1982.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, Şeyhi ve Çağdaşlarının Eserleri Üzerinde Gramer
Araştırmaları, İstanbul 1958.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, Şeyhi’nin Eserleri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 11, s. 99–108, İstanbul 1961.
TOLASA, Harun, Sehî, Latifî ve Aşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda
Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, İzmir 1983.
ULUOCAK, Fatma, Şeyhi Divanı’ndaki Tevhid ve Na’tlarda Bulunan Manevî Unsurlar,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi,
İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, İstanbul 1994.
OLGUN, Tahir, Germiyanlı Şeyhi ve Harnamesi, Yeşil Giresun Matbaası, Giresun
1951.
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|