|
Divan Şiirinin Soyutluğu Üzerine / Prof. Dr. Mine MENGİ
Tanzimat’tan günümüze, geçmiş bir dönemin şiiri olarak divan şiirine
eleştiriler yöneltilmiş; onun hakkında yargılara varılmıştır. Divan şiirinin
soyut bir şiir olduğu görüşü bu yargıların en bilinenlerindendir. Gerçekten
divan şiiri soyut mudur? Eğer soyutsa niçin soyuttur? Hangi özellikleri onu
soyut şiir yapmıştır.? Divan şiirine hangi bağlamlarda soyut diyebiliriz? Bu
soruları; soyut kavramından yola çıkarak yanıtlamaya çalışalım.
Soyuta ilişkin akla gelen
özelliklerin belki de ilki; soyutun, somutun karşıtı
olarak varlığı gözle görülmeyen, elle tutulmayan oluşudur. Soyut açık değil
gizlidir; kapalıdır.. Fizik ötesini, sonsuzu, imgeseli çağrıştırır. İçte ve
derindedir. Bağlantısı biçimle değil özledir; anlamladır. İnsanı, anlatmaya
değil sezdirmeye, keşfetmeye yönlendirir.Bu özelliklerinden , soyutun
anlaşılmasının güç olduğu düşüncesine ulaşırız.
Soyutun kavramsal
özelliklerine ilişkin bu söylenenlerin bir kısmı divan şiirinin bazı
nitelikleriyle uyuşur. Örneğin divan şiirinin de kendine özgü, hemen içine
girilemeyen bir dünyası vardır. Şiirde anlam önemlidir. Çoğunlukla görünen
yüzeysel anlam söylenmek istenen , verilmek istenen anlam değildir. Esas anlam
içte, derindedir. Sözcüklerin arka planda sezdirdikleri şiiri güçlü kılar.
Şiirin söz konusu güçlülüğü zorluğu da birlikte getirir. Bu söylenenler ve başka
özellikleri divan şiirini okuyucusu için güçleştirir; şiirin anlaşılmasını
zorlaştırır. Ama onun soyut şiir olarak eleştirilmesinin nedenleri arasında
soyutla özdeşleşen bazı özellikleri nedeniyle zorluğundan başka; içinde insanın
yer almadığı ve bu bağlamda toplumdan kopuk kapalı bir dünya içinde dönüp
dolaştığı görüşleri de bulunmaktadır.
Her dönemde her şairin
esinlendiği kaynaklar, her şiirin beslendiği toplum ve kültürle tarihsel arka
plan vardır. Bununla birlikte edebiyat ve şiir; gösterdikleriyle,
gösterdiklerinin arkasına sakladıklarıyla içinde yaşadığımız dünyaya farklı bir
bakışın iletişim aracıdır. Divan şiiri de esinlendiği kaynakları, beslendiği
kültürü iletir. Bu bağlamda da kendine özgü bir dünya içinde dönüp dolaşır.
Ama nasıl? Bunu geçmişin estetik anlayışına , daha çok şiir estetiğine bağlı
olarak, aşağıda anlatmaya çalışacağız.
İslam estetiğinin, onu önemli ölçüde
etkileyen inanç sistemi ve dünya görüşüne bağlı olarak hemen sanatın bütün
kollarında görülen bilinen özelliklerinden biri, gerçekten kaçıp, nesneleri
gerçek görünüm ya da durumlarından farklı anlatmasıdır. Bu durum, yani
nesneleri oldukları gibi göstermek yerine, onları değişikliğe uğratarak
yorumlayarak , üsluplaştırarak ya da figürleri saklayarak gösterme düşüncesi
özgün bir islam süsleme tarzının doğmasına zemin hazırlamıştır.Böylece gerçeğin
sınırlarını fizik ötesine taşıyan, seyredenleri sonsuzluk düşüncesine götüren
bir sanat anlayışı elde edilmiştir. Bu bir bakıma ; sanatı gerçeğin değişken ve
ideal olmayan görünümünden ayırıp değişmez ve ideal olana taşıma işidir. Çünkü
sanat mutlak arayışı içindedir. Mutlak ise değişmez ve ideal olandır.
Sanatın özünde olan bu değişmezi, değişmez ve
ideal güzeli arayışı; dolayısıyla sanatın gerçeğini farklı kılma uğraşını
kuşkusuz yalnızca sanatın amacıyla bağlantılı görmek yeterli değildir. Anılan
özelliğin İslam düşüncesi ve onu önemli ölçüde etkileyen inanç sistemiyle olan
bağlantısını da dikkate almak hatta bu bağlantıya öncelik vermek gerekir. İslam
estetiğinde sanatçının gizli olana, soyuta yönelişinde İlahi güce yönelişinin
ifadesi olduğu unutulmamalıdır. Yüce olana yöneliş ; figürü, görüneni, geçici
ve değişken olanı önemsememeye, onları dışlamaya neden olmuştur.
Ayrıca, İslamiyetin tasvir yasağının sanatı
görünenin göründüğü gibi tasvirinden uzaklaştırdığı, değişik hatta çarpık
olarak anlatmaya ve bu bağlamda soyutlamaya yönelttiği de dikkate alınmalıdır.
Gene tasvir yasağıyla bağlantılı olarak; söz konusu anlayışın , nesneleri
görünen nitelikleriyle değil daha çok özelden genele dönüştürerek temsili yani
simgesel biçimde hatta klişe kalıba sokarak çizdiğini, anlattığını
belirtelim.Başlangıçta dini inanç gereği figürün görünen biçimini çizmekten
kaçınan bu amaçla da onun gerçek görünüşünü değiştiren daha doğrusu görünenden
soyutlayan , cansızlaştıran sanatçı;giderek bezeyerek süslemeyi,yani tezyini
sanatı yaratır. Gerçeğin
doğrudan tasviri yerine, süslemeciliğe, ince işçiliğe yöneliş, sanatın her
dalında kendine göre etkisini ve varlığını gösterir. Örneğin üç boyutlu resim;
yerini hacimden, perspektiften yoksun iki boyutlu minyatüre ya da süsleme
amaçlı tezhibe, hat sanatına, çini ve halı süslemeciliğine vb. bırakırken, şiir
de gerçekten alegoriye, simgeye, çeşitli söz sanatlarıyla yapılan dolaylı
anlatıma yönelir. Şiirin bu dolaylı anlatımında, tıpkı minyatürde olduğu gibi,
arkada görünen önde görünene göre daha küçük, daha önemsiz değil, onunla aynı
boyutta hatta anlam ve önem bakımından arkadaki öndekinden daha büyüktür; daha
öndedir. Bu, şiirin içte görünmeyene, alttaki anlama, mazmunculuğa
yönelmesidir. Dışta, görünürde ise estetik amaçlı sanatın dil, sözcük düzeni ,
istifi aracılığıyla güzeli arayışıdır. Güzelin, güzelliğin aranışında ise
eskilerin icaz dedikleri şaşırtma, hayran bırakarak şaşırtma önemlidir.
Hayranlık, içte olanın , gizli olanın , imgesel olanın, soyut olanın sezilerek
keşfiyle doğacaktır. Bu nedenle, divan şiirinde büyük şair, derine gizleyerek
söyledikleriyle şaşırtan , hayran bırakan sanatçıdır.
Öte yandan özellikle şiirde önemli olan güzellik
idee’ sına, soyut olan mutlak güzelliğe, güzele geçişte de, Müslüman sanatçının
İlahi güce yönelişinin ve bununla bağlantılı olarak görünenin tasvirinden
kaçınılmasının yanı sıra , sanatın söz konusu soyutlamasının, özelden genele
dönüştürme, ideal bir kalıba sokma amacı da olmalıdır. Böylece önce Eflatun’un
estetik anlayışında dile gelen ve mutlak olan değişmez güzellik yani güzellik
idee’ sı İslam sanatında da önem kazanır. Bu bağlamda divan şairi; artık
yüzyıllarca yüzü ay, beli kıl, boyu servi, saçı sünbül vb. özellikleri olan
güzeli, ideal ve mutlak güzel olarak görünenden değişik ama kendince değişmez
klişe bir kalıp içerisinde çizecek; kendine kurmaca bir güzel
yaratacaktır.
Çok zengin bir kültür varlığından ve çok sayıda
kaynaktan esinlenmiş olan divan şiirinde de söz konusu gerçekten kaçışı ,
gerçeğin değişikliğe uğratılarak edebi metinde yer alışını ya da gerçeğin fizik
ötesinde, sonsuzda, soyutta aranışını geleneğin şiire yansıması olarak bulmamız
söz konusudur. Aslında başta da belirtildiği gibi edebiyat ve şiir kurmacadır.
Edebi metinlerin dili ise bir üst dildir. Bu dili kullanan sanatçının yarattığı
dünya da edebiyatın ya da şiirin kendine özgü dünyasıdır. Divan şiiri açısından
bu üst dil ve bu dili kullanan sanatçının kurduğu dünyanın içine girebilmek ayrı
bir önem taşır. Çünkü bu dilin özelliklerinin bilinmemesi, söz konusu
kaynaklara dayalı yapılan söz ve anlam sanatlarını, mecazları, benzetmeleri,
telmih, tevriye ve hüsn-i talil vb. anlamakta güçlük çıkaracağı gibi edebi
metinlerin de soyut kabul edilmesine, anlaşılmaz, hatta çoğunlukla bilmece
olarak kalmasına neden olur. Buraya kadar söylediklerimizden sonra şimdi de
söylediklerimizle kısmen bağlantılı oldukları için onların anlaşılmasına katkı
sağlayabileceğini sandığımız şu örnek beyitlere bakalım.
Öykündi gerçi leblerüne ey nigâr la’l
Sonra yüzi kızardı
olup şermsâr la’l
Mesîhî
Bu sıradan beyti ; ey sevgili yakut senin dudaklarına
öykündü, onlara benzemek istedi. Ama sonra böyle olmayacak bir isteği olduğu
için utandı ve yüzü kızardı, biçiminde günümüz diline çevirebiliriz. Burada
hemen ilk bakışta, öykündü, leb, la’l sözcüklerinin varlığı beytin söyleniş
amacının; sevgilinin dudağını övmek olduğunu sezdirmektedir. Övgü için; şiir
dilinde dudağın benzetmesi olan la’l yani yakutun gerçek nedeni değişikliğe
uğratılarak dışlanmış, şiirin dünyasına uygun başka bir neden söylenmiştir.
Böylece hüsn-i ta’lil aracılığıyla dudağın klişe benzetmesi olan la’l yani
yakut öne çıkarılarak sevgilinin dudaklarının yakuttan daha güzel, daha değerli
olduğu; yakutun ona benzeyemeyeceği arka planda anlatılmıştır. Ancak beytin
hemen görünmeyen gerideki anlamı beyte estetik değerini kazandıran esas anlamı
da bu anlamdır. Bu estetik anlamın arkasında da geleneğin gizlenmiş olan güzele
bakışını o güzelin bilinen her nesneden daha güzel yani ideal olduğu
düşüncesini buluruz. Nitekim geleneğin bu ideal güzelini,değişik nesnelerle
hatta kişilerle karşılaştırma ilişkisine dayandırılarak ama kalıp anlatım
tekniği içinde veren birçok beyitte görebiliriz. Bir de söz konusu anlayışın
değişik biçimde yer aldığı, ama daha ustaca söylenmiş ve estetik söylemi daha
ince ve güçlü olan aşağıdaki beyte bakalım:
Seni Yûsufla güzellikde sorarlarsa bana
Yûsufu bilmezin ammâ seni ra’nâ
bilürüm
Bâkî
Bâkî’nin bu beytini de günümüz diline şöyle aktarabiliriz.
Senin mi yoksa Yusuf’un mu daha güzel olduğunu bana sorarlarsa; Yusuf’u
bilmiyorum, tanımıyorum ama senin ne denli güzel, nasıl güzel olduğunu iyi
bilirim. Baki’nin bu beytinde beyti arkasında taşıyan iki önemli sözcük Yusuf
ve ra’nadır. İkisi de güzeli, güzelliği çağrıştırmak için vardır. Gene ideal
güzel olan sevgilinin güzelliğinin vurgulandığı beyitte; bu sefer karşılaştırma
kültürde güzelliğin, güzel insanın simgesi olan Yusuf Peygamber’le yapılmıştır.
Ancak bu özelliğine rağmen Yusuf güzellikte geri planda bırakılmış , beyitte
ön sıraya şairin ideal güzeli sevgili konmuştur. Sağlanan telmih ve ra’na
sözcüğündeki tevriye sanatlarıyla çok sözden arındırılan ya da soyutlanan beyit
vermek istediği mesajı vermiş, sevgilinin güzellerin en güzeli olduğunu
anlatmış ve şairin amaçladığı estetik etkiyi yapmıştır. Ancak bu etkileyici
estetik gücün sağlanmasında ra’na sözcüğünün varlığı ve konumu önemlidir. Ra’na
bilmek, burada iyi bilmek, çok iyi tanımak anlamı verilerek sevgiliyi bütün
yönleriyle, bütün özellikleriyle-yalnız fiziksel güzelliğiyle değil; kurnazlığı,
cilvesi, işvesi vb. özellikleriyle de- bilmek, tanımak anlamını çağrıştırmakta
böylece güzellik dendiğinde şair ya da aşık için Yusuf’un değil; daha çok
özelliği ile daha yakından tanınan sevgilinin anımsandığına dikkat
çekilmektedir.
Görülen ya da daha doğrusu doğal olan gerçek;
sanatta değişikliğe uğrayarak edebi eserin dünyasına değişik yollarla girer ya
da başka anlatım biçimlerine girer, girmektedir; dedik. Buradan, yukarda da
söylendiği gibi yaşamın gerçeği ile sanatın gerçeğinin birbirine benzemezliği
ortaya çıkmaktadır. Sanatın gerçeğinin daha doğrusu sanatın kurmaca gerçeğinin
yaratılmasında da tecridin önemi büyüktür. Doğu , gerçeği soyutlayarak, kurmaca
dünyayı yaratmakta tecritten önemli ölçüde yararlanır. Tecritten yararlanma
işini Doğu estetiği, simgelerden ya da daha doğrusu alegoriden yararlanarak
yapar. Simgelerin arkasında ise dış âlemdeki varlık ve olaylar vardır. Böylece
görünenden görünmeyene , imgesel olana geçme fırsatı doğmakta, bu yapılırken de
tecrit yani dışlama, önemsiz ya da ayrıntı sayılanı dışlama, ayıklama anlamına
gelen uygulama ortaya çıkmaktadır.
Tecrit bu bağlamda, sanatın kendine göre önemsiz ya da ayrıntı
sayılanı ayıklaması, dışlaması, görünenden görünmeyene geçmesi demektir. Doğu
sanatı yaşanan gerçeği dışlayıp kurmaca dünyayı kurarken ya da yaratırken de
çoğu zaman tecritten yararlanır dedik. Şair tecrit yaparken kendini
dışlar, adını
dışlar, başka nesne , durum ya da olayları dışlayabilir. Örneğin şairin adını
dışlayıp yerine mahlasını koymasında tecrit vardır. Aslında tecridin en
bilineni, en çok rastlananı şiirde şairin mahlas kullanmasıdır denilebilir. Esas
anlatmak istediğini dışlayarak ya da gizleyerek , başka nesne, durum ve
olaylara, simgelere yer vererek de tecrit yapılır. Çünkü sanat yukarda da
belirtildiği gibi simgelerle anlatır; alegoriden yararlanır. Mecazlar,
özellikle mürsel mecaz ve kalıp istiareler divan şiirinin kendine özgü
dünyasını yansıtan simgelerdir bir bakıma… Örneğin kalıp istiareler olarak
nergis gözün, servi boyun , lale ya da gül yanağın simgeleriyken, kalıp mürsel
mecazlar olarak da Monla-yı Rum Mevlana’nın , Mağz-ı Kur’an terkibi
Mevlana’nın Mesnevi’sinin kendisi tarafından yazılmış olan ilk on sekiz beyitlik
bölümünün, Dürr-i Yetim Hz.Muhammed’in simgesi olarak şiir dilindeki yerlerini
alırlar. Sözü edilen alegoriyi, daha çok anlatı türünün divan şiirimizdeki
başlıca örnekleri olan mesnevilerde görürüz. Örneğin
dini-tasavvufi mesnevilerde seyr-i süluk yani tasavvufta aşk aracılığıyla
insanın olgunlaşması konusu alegorik olarak birçok mesnevide işlenir.
Alegori, simgeye göre daha geniş kapsamlı dolayısıyla daha genel bir terimdir.
Eski dilde temsili istiare denilen alegoriyi biraz daha açacak olursak; alegori
bir duygunun, düşüncenin anlatımında, kavram ya da varlıkların başka
varlıklar yardımıyla simgesel olarak gösterme işini daha uzun ve kapsamlı tutma
sanatıdır diye tanımlanabilir. Alegoride teşhis ve intak sanatları önemlidir.
Örneğin Hüsn ü Aşk’ta aşk yolunda olgunlaşma konusu, teşhis ve intak sanatları
aracılığıyla anlatılmıştır.Gerek simge gerekse alegori , imgeyle birlikte
ikincil anlama yer verirler ya da tersinden söylersek; simgelerin ya da
alegorinin arkasında başka kavram, varlık ve olaylar vardır. Değişik edebi
sanatlar özellikle mecaz sanatları aracılığıyla yapılan bu ilk anlamı ya da
görüneni dışlama, gerçeğin soyutlanması, şiirde sık karşımıza çıkar.
Ammâ ne kabîle kıble-ı derd
Bi’l-cümle siyâh-baht u rû-zerd
Giydikleri âfitâb-ı temmûz
İçdikleri şu’le-i cihân-sûz
Vâdîleri rîk u şîşe-i
gam
Kumlar sagışınca hüzn ü mâtem
Hargehleri dûd-ı âh-ı
hırmân
Sohbetleri ney gibi hep
efgân
Satdıkları hep metâ’-ı
cândır
Aldıkları sûziş-i
nihândır
Şeyh
Galip
Alegoriyle ilgili olarak sözünü
ettiğimiz Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ına ait olan yukardaki beyitlerde eserin iki
ana kişisi Hüsn ile Aşk’ın kabileleri, Beni Muhabbet’in tanıtımı yapılmaktadır.
Ancak kıble-i derd, âfitâb-ı temmûz, şîşe-i gam hargehleri dûd-ı âh-ı hırmân,
satdıkları metâ’-ı cândır , aldıkları sûziş-i nihândır benzetmeleri biri
ötekinin ardından arka arkaya sıralanarak alegori amacıyla kullanılmışlar; bize
seyr-i sülukta çekilmesi gereken güçlük ve sıkıntıları yani ilahi aşkla insanın
iç dünyasında çektiği çile ilişkisini teşhis sanatı aracılığıyla dolaylı yoldan
anlatmak için metinde yer almışlardır . Bir de aşağıdaki beyte bakalım:
Halka agzın sırrını her dem kılur
ızhar söz
Bu ne sırdur kim olur her lahza yokda
var söz
Fuzûlî
Fuzuli’nin bu beytinin günümüz diline
aktarımı şöyle olabilir. Söz, sürekli, insanlara ağzının, söylediklerinin
sırlarını açıklar. Bu ne anlaşılmaz , ne şaşılacak durumdur ki her an yoktan söz
var olmaktadır. Beyit var /yok tezatı üstüne kurulmuştur. Varla yokun hatta
varlıkla yokluğun birlikte olduğunu anımsatır. Sır bilinmeyendir; soyuttur.
Ağız ise görülen, bilinen. İkisi arasındaki bağlantı söz aracılığıyla kurulur.
Söz ağızdan çıkar ve bilinmeyeni yani sırrı açıklar. Ancak divan şiiri
geleneğinde sır mecaz yoluyla başka bir anlam kazanmıştır. Çünkü sır şiirde aynı
zamanda ağzın simgesidir yani sırla kastedilen ağızdır; dudaktır. Bunun
nedeni, divan şiirinin estetik anlayışında, ağzın çok küçük olanının , hatta
görünmeyecek kadar küçük olanının güzel sayılmasıdır. Böylece şiirde ağız ve
sır; ikisi de yokta birleşir , soyutu anlatır. Beytin anlam ibresi de yoktan ,
soyuttan yana kaymakta; beyitte yok/ yokluk anlamı ağırlık kazanmakta , var ise
yoka, yokluğa bağlı olarak varlık göstermektedir…Beyitte varlık tecrit edilirken
, yok, yokluk, fizik ötesi ya da soyut olan önem kazanır. Ayrıca var etmenin
soyut olanda , tasavvufi anlam açısından bakıldığında da İlahi güçte olduğu
düşüncesi arka planda sezdirilmekte, anımsatılmaktadır.
Öte yandan tecrit ya da soyutlama
istiflemeyi beraberinde getirir.Sanatta bilinen adı stilizasyon olan istifçilik,
şiirde sözcük, anlam düzeni, geometrisi ve yoğunluyla gerçekleşirken beraberinde
edebi sanatların istifini de getirmektedir. Şiirdeki soyutlamaya bağlı
olarak; sözcük ve anlam istifiyle birlikte ortaya çıkan edebi sanatların nasıl
düzenlendiğini göstermek için de aşağıdaki beyte bakalım.
Sünbülünden sanemâ şemme-i bûy almak
içün
Müşg sevdâya düşüp külbe-i attâra
gider
Ahmet Paşa
Ahmet Paşa’nın bu beytini günümüz diliyle şöyle söyleyebiliriz:
Ey tapılacak kadar güzel olan sevgili, misk senin sümbüle benzeyen saçından bir
koklamalık koku alabilmeyi o denli ister ki o arzuyla yani senin saçının
kokusunu alabilmek için aktara gider. Burada şair, sevgilinin saçının
kokusunun güzelliğini, etkileyiciliğini anlatmak için beyti söylemiştir. Ancak
bu amaca bağlı olarak söylenmek istenen anlam yani sevgilinin saçı çok güzel
kokmaktadır anlamı öneminden dolayı gizlenmiş;ön planda dışlanmıştır; görünmez.
Esas söz konusu olan saç söylenmemiş, tecridedilmiştir ama; yerine açık istiare
yoluyla onun kalıp benzetmesi olan sünbül, saçın simgesi olarak
yerleştirilmiştir. Beytin estetik söylemi ve etkisi ise miskin aktar
dükkânında bulunuş nedeninin hüsn-i ta’lile dayalı anlatımıyla
sağlanmış; bu arada da sevda sözcüğünde sözcüğün aşırı sevgi, tutku anlamı öne
çıkarılırken siyah renk anlamı müşkle olan ilişkisi nedeniyle ima yollu
anımsatılmış; sezdirilmiştir. Miskin satıldığı yer olan aktar dükkânındaki
varlığı, esas bulunuş amacından soyutlanırken ayrıca, sünbül, şemme-i buy,
müşg, sevda , attar sözcüklerinin istifiyle koku sözcüğünün anlamı
güçlendirilmiş, pekiştirilerek verilmiştir. Sözcük ve beyit bağlamında yapılan
anlam soyutlaması, bu amaçla gerçekleştirilen istif ; sözcük seçimi ve
sağlanan anlam zenginliği aracılığıyla tenasüp, teşhis, istiare, kinaye ve
hüsn-i ta’lil sanatları da biraraya toplanarak beyit etkileyiciliğini
kazanmıştır. Anlatım ve anlam gereği yapılan tecrit aracılığıyla da istiare,
mecaz, mecazla sağlanan kinaye ve özellikle hüsn-i ta’lil vb. sanatlar topluca
bir arada yer almışlardır.
Öte yandan, tecrit bir söz sanatıdır..
Tecrit, bir söz sanatı olarak, sanatçının edebi metinde özellikle şiirde
kendini dışlaması ya da yaptıklarını başkasının eliyle yapması,
söylediklerini başkasının dilinden söylemesi demektir.Yani sanatçının , şairin;
kendisini başka insan ya da varlık yerine koyarak kimi zaman kendisine, kimi
zaman da gönlüne seslenişidir.
Âb-ı hayat olmayıcak kısmet ey
gönül
Bin yıl gerekse Hızr
ile seyr-i Sikender et
Zeynep
Hatun
Ey gönül, Hızr ile İskender’in
ölümsüzlik suyunu aradıkları gibi istersen sen de bin yıl dolaş , bengi suyu
ara; eğer kısmetinde yoksa ona ulaşamazsın. Esas olarak âb-ı hayat, Hızr ve
İskender sözcükleri arasındaki telmih ilişkisine dayandırılan ve insanın ancak
kaderinde bulunanı elde edebileceğini anlatan bu beyitte de şaire; ortaya,
herkese seslenişini kendini dışlayıp gönlü aracılığıyla yapmıştır.
Kan yeter kim dem-be-dem gözden inip örter
tenim
Dest-i gam Mecnûn’uyam ben kandan u kandan
libâs
Fuzûlî
Sürekli gözümden akan kan, bedenimi kana
bular ve gam çölünün çılgın aşığı için bu kandan ibaret olan giysi uygundur.
Çünkü ben kan içindeyim , giysim de kandan yapılmıştır. Ya da ben gam çölünün
çılgın aşığı nerede, giysi nerede. Giysi ona gerekmez. Burada da görüldüğü
gibi, şair kendini gam çölünde yaşayan âşığa , Mecnun’un yerine koymuş kendini
dışlamış, tecridetmiş ve Mecnun’un ağzından konuşmuştur.
Leb u miyândan idi bahsiniz Nedîm ile
hep
Dahi miyânede
ey dil o kîl u kâl midir
Nedîm
Ey gönül, Nedim’le konuştuğun hep
sevgilinin dudağı ve beli hakkındaydı. Konu değişmedi mi? Hâlâ ortada konuşulan
hep o dedikodu mudur? Burada da şair kendisini dışlarken hem mahlasına hem de
gönlüne seslenmiş, onları özne yaparak ön plana koymuştur. Ama beytin güzelliği
tecahül-i arifane sanatı yapılarak sağlanmakta, sorulan sorunun arkasındaki;
evet hâlâ o güzelin dudağı ve beli konuşulmaktadır; anlamı sezdirilmektedir.
Ayni biçimde şairin sözünü ettiği , üzerinde durduğu ya da gönderme yapmak
istediği birini tecrit yoluyla anlatması da olasıdır. Aşağıdaki beyitte olduğu
gibi:
Yakar mı nâme berin yohsa yâre degmez
mi
Niyâz-nâmemiz ol gam-güsâra degmez mi
Nâ’ilî
Sevgiliye gönderdiğim mektup; mektubu koynunda götürenin
koynunu yakar da acaba içinde (aşk) derdimizin anlatıldığı mektup, o gam
ortağımız olan sevgiliye ulaşmaz mı ? Bu beyitte de ta’riz amaçlı tecrit
söz konusudur. Sevgiliye ilgisizliğinden dolayı sitem edilmektedir ama
sevgilinin ilgisizliğinin nedeni hüsn-i ta’lil aracılığıyla sevgiliyle
bağlantılı değilmiş gibi gösterilmekte, mektubun içindekilerin etkileyiciliği ön
plana çıkarılıp vurgulanırken, esas söz konusu olan sevgili tecridedilmekte,
dışlanmaktadır.
Yukardaki örnek beyitte olduğu gibi, içinde bir
başkasına sesleniş olan tecritlerde şair kendini dışlayarak; ruhsal durumunu
okuyucuya daha rahat ve açık biçimde sunabilmektedir. Tecrit sanatının ortaya
çıkması insanın ya da sanatçının kendini başka varlık, kişi ya da durumların,
olayların, nedenlerin arkasından anlatabilmesinin daha kolay, rahat olması
ile bağlantılıdır. Ayrıca şairin cansız varlıkları kişileştirerek tecrit
yoluyla onlara seslenmesi de heyecana bağlı olarak gelişir ve şairin o varlık
ya da canlı üzerindeki duygularını daha rahat anlatmasına olanak sağlar. Böylece
tecritin ortaya çıkış nedeninin de; icaz yani şaşırtmakla , hayranlık
uyandırmakla bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Söze zariflik ve tatlılık
kazandırmak için yapılır. Bu amaçla da şair kendini dışlamakta daha doğrusu yok
saymaktadır. Aslında soyutlama ya da yok saymadan çok burada yapılan, şairin
söylemek istediğini kendisinde bulunan başka organları kullanarak onlar
aracılığı ile söylemesidir. Böylece şair, kendini soyutlarken , aklını ve
mantığını kullanarak nefsini ya da gönlünü ortaya çıkararak onlara kişilik
kazandırmakta hatta konuşma özelliği vermektedir. Burada yeri
gelmişken, mutasavvıf şairlerde tecrit sanatının daha yoğun kullanımda
olduğunu da söyleyelim.Çünkü tecridin öncelikli anlamı tasavvufla bağlantılı
olarak dünya işlerinden el etek çekip yalnızca Allaha yönelmektir
Bu bağlamda tecriti anımsatan başka bir söz
sanatının tecahül-i arifane olduğunu söyleyelim. Çünkü tecritle tecahül-i
arifanenin çıkış noktaları birbirine benzer. Birinde kişilik değiştirme ya da
kişiliği gizleme, tecahül-i arifanede ise bilineni bilmiyor görünerek bilineni
ya da gerçeği gizleme amaçlanmaktadır. Ya da sanatçının bildiğini, bir nükteyle
yani incelikle bilmiyormuş gibi söylemesidir. Yani bu sanat ne hiç bilmemektir,
ne de bildiğini saklamaktır. Bilinenin türlü nedenlerle bilmezlenerek , dolaylı
yoldan anlatımıdır.
Necâtî vasf-ı la’lin mi yazar kim
Kalem zâr oldu kan aglar elinden
Necâtî
Necâtî sevgilinin dudağını mı anlatıyor ki kalemi
inlemekte, kan ağlamaktadır. Bu beytin ince anlamı, güzelin dudağının çok güzel
olması nedeniyle anlatımının ne denli güç bir iş olduğunu ima yoluyla
anlatmakta yoğunlaşmaktadır. Burada Necati , kendini tecrit yoluyla gizlemekte,
dudağın güzelliğini anlatma işini de kaleme bırakmakta ama kalem bu işi
yaparken zorlanmaktadır. Vasf-ı la’lin mi yazar sorusu aslında bizi, yazar mı
yazmaz mı ikilemiyle karşı karşıya bırakmak için sorulmamış ince anlamın bir
parçası olarak tecahü’l-i arifane yoluyla Necati’nin güzeli nasıl özel
anlattığını vurgulamak için beyitte yer almıştır. Kısacası övgü, hem güzelin
dudağına hem de Necati’nin onu anlatışına yönelik olup dolaylı yoldan
yapılmıştır.
Edebi sanatlardan tecrit ve tecahül-i arifaneden başka
sanatlar da gerçeği dışlar, gizler; başka bir deyişle gerçeği boyar, ona
değişik görünüm kazandırır. Örneğin hüsn-i ta’lil, mecaz sanatları, mübalağa bu
tür edebi sanatlardandır. Mübalağa sanatının tecritte önemli yeri vardır. Çünkü
sanatta abartma esastır. Bir nesneyi göstermek için daha önceki görünümünü
bozmak, onu olduğundan büyük ya da küçük göstermek söz konusudur. Böylelikle
nesne esas görünümünden soyutlanarak farklı görünüm , biçim kazanır. Bu da
sanatın etki gücünü artırır.
Örneğin Nedim’in aşağıdaki ünlü beytinde; güzelin boyu ile
yanağı abartılarak anlatılmış; gerek boyun gerekse yanağın çiziminde
soyutlamaya, soyuta yönelinmiştir. Nezaket incelip senin boyun posun olmuş;
şarap da şişeden süzülüp yanağın olmuş anlamındaki beyitte; güzelin uzun ve ince
boyu ile lekesiz, duru parlak yanağını anlatmak isteyen şair ; betimlemeyi
soyut bir kavram olan nezâket yani davranış inceliği ve aslen süzülerek
yapılmış olan içkiyi tekrar süzerek yapmış ve aşırı mübalağaya yer vermiştir.
Buradaki alışılmamış benzetmeler ve abartılarak yapılan anlatımın amacı
kuşkusuz güzelin güzelliğinin benzersizliğini, eşsizliğini vurgulamak, böylece
onu başka güzellerden ayırmak, soyutlamaktır.
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş
sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl olmuş
sana
Nedîm
Yukarda değindiğimiz kültürel nedenleri olan ve
yapısındaki bazı özelliklerden kaynaklanan divan şiirindeki soyutlamayı, edebi
sanatlarla ilişkisini de dikkate alarak tanıtmaya çalıştık. Ancak onun soyut
olmasıyla bağlantılı olan başka özelliklerden de söz edilebilir.
Divan şiirinde, nazım birimi beyit önemlidir. Hatta divan
şiirine beyit edebiyatı dendiği de bilinmektedir. Gazel ya da kaside söylerken
şairin üzerinde önemle durduğu nokta beytü’l-gazel ya da beytü’l-kasit yani
gazelin ve kasidenin en güzel, en etkileyici , icaz açısından en güçlü beyitini
söyleyebilmektir. Dolayısıyla, divan şairinin güzel beyit söylemek için
harcadığı çaba ile divan şiirinin beyit edebiyatı olması arasında bağlantı
kurulabileceği gibi bu şiire soyut şiir denmesinin nedenlerinden biri de onun
beyit üzerine kurulmuş olması, beyitlerden oluşmasıyla bağlantılı
düşünülebilir.Çünkü, söylediklerinin birbirinden ayrı olması , değişik
düşünceleri çağrıştırması, farklı motifleri bulundurması nedeniyle her biri ayrı
bir dünyaya kapı açan beyitler; bir manzume içinde kendi başlarına, biri
ötekinden dışlanmış, soyutlanmış konumdadır. Öyleyse, yukardan beri üzerinde
durduğumuz divan şiirinin söz konusu özelliğiyle onun beyitler üzerine kurulan
beyit edebiyatı olması arasındaki ilişkinin varlığı düşünülmelidir. Çünkü
kendine özgü bir ya da birkaç anlam birimine, kendisini dilde gerçekleştiren
tek başına bir dünyaya açık olan beyit , kendi başına bir soyutlamadır. Ve
bir beyti anlamak o beytin kendini soyutladığı dil, insan ve kültür
bağlantılarıyla bütünleşmeyi gerektirmekte olup bu bütünleşmenin her beyitte
ayrı ayrı gerçekleşmesi, hiç şüphesiz manzumudeki genel bütünleşmeyi
engellemektedir.Bunun sonucunda mesnevi dışındaki öteki nazım biçimleriyle
yazılmış manzumelerde daha çok kültür bağlantılarının ön plana çıktığı
görülmektedir.
Öte yandan konuyla bağlantılı olarak divan şiirindeki aşk
anlayışında da dışlamaya, soyuta, soyutlamaya yöneliş olduğunu düşünebiliriz.
Çünkü divan şairinin aşkı kavuşmayı, birlikteliği değil, ayrılığı amaçlayan
aşktır. Tasavvuf söylemli şiirde de durum değişmez. Nitekim mutasavvıf şair,
Tanrı’dan ayrı düşmenin yani kesretin acısından yakınır; vahdetin özlemini dile
getirir; ama vahdete yani Tanrı’ya ulaştığına dair söz söylemez .
Buraya kadar söylediklerimizle, divan şiirinin zihinsel ,
zekaya ve hayale dayalı, sezdirme ve hayal ettirme amaçlı yorumcu bir yapıya
sahip olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu amaca bağlı olarak örnek beyitlere yer
verdik. Gerçekten söz konusu zihinsel, sezdirmeye dayalı bu yorumcu yapı;
minyatür, nakış ve öteki bezeme sanatlarında olduğu gibi divan şiirine de
damgasını vurarak, ona kendi içine kapanan arabesk bir görünüm kazandırmıştır.
Bu arabesk yapı içinde hayal ve anlam şiirin aslını oluştururken ; hayale dayalı
anlamı süsleyerek , etkileyici kılarak anlatan dil olmuştur. Gerçek, görünen
, yaşanan değişik edebi sanatlar potasındaki simgeler, alegori aracılığıyla
başka bir boyut kazanmış, bütün edebiyatlarda olduğu gibi kurmaca bir dünyaya
kapı açmıştır. İşte bu kurmaca dünya da görünenin arkasına saklanması; hayale,
fizik ötesine yönelik olması ve içte, derinde saklı anlamı vermeyi amaçlaması
v.b. özellikleriyle soyuttur. Kuşkusuz daha önce de belirttiğimiz gibi edebi
sanatlar aracılığıyla yapılan soyutlamanın , gizlemenin, örtmenin amacı da
sanattan beklenen güzeli, güzelliği, duygu yoğunluğunu okuyucuya taşımaktır.
Evet divan şiiri bu özelliklere sahip olduğu için soyuttur. Daha açıkçası, divan
şiirindeki soyutlama, şairin dünyayı başka gözle görme, gerçek olandan farklı
daha karmaşık bir evrene açılma amacının ve uğraşının sonucu olarak vardır.
Yoksa o, Osmanlı toplumunun çeşitli katmanları tarafından kahvehaneden saraya
farklı mekân ve çevrelerde okunmuş, zevk alınmış ve yaşananlarla üretilmiş bir
şiir olarak insan ve toplumla hep birliktedir; insandan ve toplumdan soyutlanmış
değildir.
Dipnotlar:
Beşir Ayvazoğlu (1997), Geleneğin Direnişi,
İstanbul, Ötüken, s.15
Prof. Dr. Mine MENGİ
Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü Eski Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|