|
Mehmet Akif Ersoy ve Asım’ın Nesli / Doç. Dr. Asım YAPICI
Osmanlı Devletinin çöküş sürecine girdiği ve
durumun gittikçe kötüye gittiği açıkça fark edildiği zaman sanatçıların,
edebiyatçıların, bilim adamlarının ve düşünürlerin “Osmanlı nasıl kurtulur?”
sorusuna cevap aradıkları ve üç temel çözüm reçetesi ileri sürdükleri
bilinmektedir. Bunlar: İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılıktır.
İslamî düşünce ve yaşam tarzını
ön plana çıkaran Mehmet Akif Ersoy toplumu ayakta tutan dinî değerlerin erozyona
uğradığı kanaatindedir. Dolayısıyla Osmanlının kurtulabilmesi için öncelikle
hurafelerden arınmış İslamî bir anlayış ön plana çıkarılmalı ve halkın
vurdumduymazlık, tembellik, cahillik ve korkaklıktan arındırılması
sağlanmalıdır. Osmanlı bilim ve teknolojide geri kaldığı için gerilemiştir. Bu
sebeple Batının öncülüğünü yaptığı ilmî gelişmelere vakit kaybetmeden hemen ayak
uydurmak gerekir. Fakat onların ahlakı, kültürü, âdeti ve gelenekleri asla
benimsenmemelidir. Öte yandan Osmanlıyı oluşturan farklı etnik gruplar
bağımsızlık arzusuyla çeşitli yörelerde, özellikle Balkanlarda isyanlar
çıkarmakta, böylece onlar Hıristiyan-Batının rüyalarını süsleyen Osmanlının yok
olması arzusuna hizmet etmektedirler. Akif’e göre bu yapı içerisinde Müslüman
halkları İslam dini çerçevesinde, Hıristiyanları ise Osmanlılık ruhunda
birleştirmek gerekmektedir. Bu bağlamda onun kısmen Osmanlıcılık fikrine de
sıcak durduğu söylenebilir. Batıcılık akımına gelince burada çözümün
Avrupalılaşmak olduğu hususunda ısrar edilmektedir. Özellikle Tevfik Fikret bu
fikrin öncülerinden birisidir. Ona göre Batı ilerlerken Osmanlı sürekli
gerilemiştir. Şu anda Avrupa her açıdan üstünlüğü temsil etmektedir. O halde tek
çıkar yol sadece teknolojik alanda değil, kültür dâhil her alanda
Batılılaşmaktır. İşte bu noktada Mehmet Akif ile Tevfik Fikret’in ciddi biçimde
farklılaştığı görülür. Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden Ziya
Gökalp ise meseleyi Türk dünyası açısından değerlendirmekte ve Turancılık
fikrini işlemektedir. Gerçi o, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” isimli
çalışmasında kurtuluşun hem Türk milletinden, hem Muhammed ümmetinden hem de
Avrupa medeniyetinden olmakla sağlanabileceğini belirtmektedir. Ancak onun temel
vurgusu Türklük olduğu için ezanın ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi, böylece
halkın duyduğunu ve okuduğunu anlaması, neticede İslam’ın Türklük kapsamında
yorumlanması arzulanmaktadır. Mehmet Akif bu fikre de karşıdır. Bu noktada
Akif’in Türklüğü, dolayısıyla ırk ve milliyet kavramlarını reddetmediğini, ancak
Osmanlıyı dağılmaktan kurtarmak için bunları yeterli görmediğini söylemek
gerekir. Esasen onun karşı olduğu husus kavmiyetçiliktir. Zira Hıristiyanlar
kendi kavmiyetçiliklerini ön plana çıkararak Osmanlıdan kopmuşlardır. Bu sebeple
eğer resmi siyaset kavmiyetçilik üzerinden şekillenirse devlet daha da küçülecek
ve geri dönülemez bir çöküşe maruz kalacaktır. Anlaşılan Osmanlı devleti
yıkıldıktan ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Akif bu fikirlerinde
revizyona gitmiş ve “özü sağlam, sözü sağlam adam ol ırkına çek”, “Kahraman
ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celal” vb. ifadelerle adeta Türk-İslam
sentezcisi bir düşünceye doğru kaymıştır. Mehmet Akif’in gerek kişisel dinî
yaşantısı ve din algısı, gerekse dinin bireysel ve toplumsal hayattaki yeri ve
değeri ile ilgili görüşlerini hem Safahat’ında yer alan şiir ve manzumelerinden
hem de Sebilu’r-Reşat’taki nesirlerinden çıkartabilmek mümkündür. Mehmet Akif
dürüst kişiliği, ahlakı, karakteri, İslamî duyarlılığı, millî değerlere
bağlılığı ile ön plana çıkmış bir kişiliktir. Onu istiklal savaşımızın hemen her
safhasında halkı bilinçlendirmek için kürsüde vaaz eder bir halde bulmaktayız.
“Doğduğumdan beridir aşığım istiklale, bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale”
derken Türk milletinin tam bağımsız olmadan yaşayamayacağını açıkça
haykırmaktadır. İşte bu noktada onun Müslüman Türk gencinin nasıl olması
gerektiği üzerinde durduğunu görmekteyiz. Burada o, ideal bir gençlik
arzulamakta ve bu gençliği “Asım’ın nesli” diye adlandırmaktadır. Asım
Kimdir? Safahat’ın altıncı bölümüne de ismi verilen Asım aslında Köse
İmam’ın, yani Ali Şevki Hoca’nın oğludur. Köse İmam ise Akif’in babası Tahir
Efendi’nin eski bir öğrencisidir. Akif onu çok sevmekte ve sosyal sorunlar,
siyaset, din, ahlak, kişilik, vatan sevgisi, tarih şuuru, teknolojik ilerleme,
bilim, medeniyet vb. hususlardaki fikirlerini Asım’la özdeşleştirmektedir. Bu
sebeple edebiyatımızda Asım, Mehmet Akif’in manevî oğlu olarak bilinir.
Safahat’ın Asım kısmı incelenecek olursa, onun nasıl bir gençliği temsil
ettiği daha rahat anlaşılabilir. Asım’da dört kişi, yani Hocazâde (Mehmet Akif),
Köse İmam (Ali Şevki Hoca), Asım (Köse İmam’ın oğlu) ve Emin (Akif’in oğlu)
arasında geçen konuşmalar yer almaktadır. Aslında Emin’in konuşmada aldığı rol
pek azdır. Asım’ın konuşmaya katılması da eserin sonlarına doğru gerçekleşir.
Asıl söyleşi Hocazâde ile Köse İmam arasındadır. Eser manzum hikâye tarzında
konuşma üslubuyla kaleme alınmıştır. Akif’in belirttiğine göre konuşmalar I.
Dünya Savaşı olanca hızıyla devam ederken ve Fatih yangınından önce Hocazâde’nin
Sarıgüzel’deki evinde geçmektedir. Eserin özeti şu şekildedir: Köse İmam
hocasının (Tahir Efendi) oğlunu (Akif) ziyarete gider. Bu iki arkadaş enfiye
çeker, çay içer. Söz Akif’in babasından açılır. Tahir Efendi kendini yetiştirmiş
ve geliştirmiş iyi bir insandır. Ama oğlu tabir-i caizse “zübbe”dir. Bu sebeple
de hiçbir işte gereği gibi başarılı olamamıştır. Köse İmam onun şiirle
uğraşmasından hoşlanmaz. Zira şairler eyyamcıdır. İyi gün dostudur. Gününü gün
edip yaşamaya çalışır. Üstelik onlar edebiyatı da edepsizleştirmişlerdir. Bir de
tasavvuf adıyla dünyanın boş olduğunu söylemişler, rakı ve şarap peşinde
koşmuşlardır. Hem ehl-i tasavvuf hem de şair olarak Sadi, Attar ve Süleyman
Çelebi bu söylenenlerden istisnadır. Esasen Hocazâde’ye (Akif) şair diyen de
yoktur. Ona kimileri “mevlitçi”, kimileri “bidatçi” kimileri de “baytar”
demektedir. Sohbet devam ederken çaylar gelir, fakat şeker olmadığı için çaylar
üzümle içilir. Söz savaşa gelir dayanır. İngilizlerin aç gözlülüğü şiddetli bir
biçimde eleştirilir. Bu arada Köse İmam oğlu Asım ile ilişkili bir hususta
Hocazâde’ye dert yanmak ister, lakin önce anlatacağı bir başka konu vardır hemen
ona geçer. Köse İmam semtlerine emekli bir paşanın yerleştiğini, bunun kimde
satılık bir mal varsa hemen kapattığını, beleşten sekiz ev, dört arsa sahibi
olduğunu aktarır. Bu adam bir gün Köse İmam’a gelerek hanımını boşayıp
hizmetlisi Eleni ile evlenme ilmühaberi yazdırmak ister. Köse İmam bu teklifi
kabul etmez, fakat zaman o kadar kötüdür ki parayı gören hemen ona ilmühaber
yazıverir. Neticede emekli paşa hanımını boşar ve Rum kızıyla evlenir. Tüm
malını mülkünü de onun üstüne yapar. Hocazâde ile Köse İmam bir olup mahkemeye
durumu bildiren bir dilekçe yazarlar. Manzumenin devamında Köse İmam
vaziyetin çok kötü olduğunu, kendisinin de bunaldığını aktarır. Hocazâde ise bir
kır düğünü tasviri yapar ki, burada halkın yaşadığı sıkıntılar, yokluklar,
sefillikler, ahlakî ve dinî erozyon göz önüne serilir. Halbuki 30-40 yıl öncesi
işler daha farklıydı diye yakınan Hocazâde’ye Köse İmam; “Geçmişe mazi derler,
sen gelecekten haber ver” der. Bunun üstüne Hocazâde Ramazanda oruç tutmamak
için sefere çıkan “Kır Ağasının Rüyası”nı anlatır. Aslında rüyada görülen şey o
kadar bulanık ve o kadar belirsizdir ki, bu durum tam da milletin içinde
bulunduğu hali yansıtmaktadır. Köse İmam yaşananlardan ziyadesiyle
şikâyetçidir. Millet kötürüm olmuştur. Ayağa kalkamamaktadır. Kalkanların da
gittiği yer belli değildir. Bugünkü nesil sarıklı birini görse onu hemen
“ıskatçı”, “çerçi” ve “leşçi” diye aşağılamaktadır. Bu şu anlama gelmektedir:
Geleneksel değerlere sahip çıkanlar dışlanmaktadır. Bunun üstüne Hocazâde; “Siz
de o sağmal ineği asırlardır sağdınız.” itirazında bulunarak bir kısım hacının
hocanın gerçekten de menfaatperest olduğunu vurgular. Konuşma bu noktaya gelince
Osmanlı Devletinde uzun yıllar tartışılan mektep-medrese ikiliği gündeme gelir.
Köse İmam medreseyi, Hocazâde ise medresenin ıslah edilmesinin gerekliliğini
savunur. Aslında Hocazâde medresenin köylüye yaptığı hizmeti inkâr etmemektedir.
Köse İmam’ın ağzından sistemin nasıl tıkandığını, eğitimde nasıl bir ikilik
yaşandığını göstermeye çalışır. Hocazâde Konya’da yaşanan bir hadiseyi nakleder.
Köylüler öğretmeni köyden kovmuşlardır. Çünkü öğretmen köylüye yabancı
durmaktadır. Namaz kılmamakta, oruç tutmamakta, gusül abdesti almamaktadır.
Aslına köylünün isteği pek fazla değildir. Köyü için bir mektep bir de yol talep
etmektedir. Bu onun bilgiye ve okumaya çok fazla değer verdiğini gösterir. Fakat
bu tür öğretmenlerin elinde okumaktansa çocuğunun cahil kalmasına razıdır. Köse
İmam köylünün kanaatini paylaşmaktadır. Köylüyü kimin adama edeceği meselesine
gelince Köse İmam sırasıyla önce “medrese” sonra “mektep” der. Hocazâde ise her
iki eğitim kurumunda da bir hayır kalmadığı, bunlarla işin yürüyemeyeceği
düşüncesindedir. Gerçektende medreselerin enkazından mektepler kurulmak
istenmiş, fakat bu hususta pek başarılı olunamamıştır. Köse İmam: “Yıkmak
kolaydır, lakin yapmak zordur.” diyerek gereğince düşünmeden, üstünkörü bir
şekilde gerçekleştirilen değişim ve dönüşüm çabalarını açıkça, bu arada
inançsızlık ve kayıtsız şartsız Batıcılık anlayışını üstü kapalı bir şekilde
eleştirince Hocazâde onu sakacıktan “mürteci” diye nitelendirir. Bunun üzerine
Köse İmam şöyle der: “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem; Gelenin
keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı hatta
boğarım… —Boğamazsın ki! —Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üç buçuk
soysuzun ardında zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem
tapamam. Dolduğumdan beridir âşığım istiklale; Bana hiç tasmalık etmiş
değil altın lale. Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyumun Kesilir belki,
fakat çekmeye gelmez boynum. Kanayan bir yara gördün mü yanar ta
ciğerim. Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim, Adam aldırmada geç
git diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım. Bu
dizeler aslında Akif’in kendi kanaatleridir. Fakat o bunu Köse İmam’ın ağzından
aktarır. Aslında burada Asım’ın neslinin nasıl olması gerektiğinin ilk ip uçları
da ortaya çıkmaktadır. Buna göre Asım öncelikle tarihiyle, kültürüyle,
toplumuyla ve diniyle barışık olacaktır. Bunlarla birlikte o ürkek, korkak ve
çekingen değil, mücadeleci bir karakter gösterecektir. Dahası Hıristiyan Batının
baskı ve tahakküme karşı milletin ve dinin istiklâlini savunacak, namusunu
koruyacak, gerekirse bunlar için canının bile feda edebilecektir. Köse İmam
ile Hocazâde arasındaki konuşma olanca hızıyla devam ederken, pek çok konu
işlenmekte, arada fıkralar anlatılmakta, espriler yapılmaktadır. Türkçülük akımı
da eleştirilerden nasibini almaktadır. Osmanlıcılık-İslamcılık fikrini politik
alanda hayata geçirme projesinin mimarı II. Abdulhamid’in istibdadı eleştirilir.
Halkın İslamî yaşantısı da bin perişandır. Yaşanan dini İslam’la bağdaştırmak
oldukça güçtür. Bununla birlikte Köse İmam’a nispetle Hocazâde geleceğe daha
iyimser ve umutlu bakmaktadır. Çünkü eğer Kur’an doğru dürüst anlaşılıp
yaşanabilirse sıkıntıları aşmak daha kolay bir hal alacaktır. Hocazâde bunu
şöyle özetler: “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine
söyletmeliyiz İslam’ı. Kuru dava ile olmaz bu, fakat ilim ister Ben o
kudrette adam görmüyorum, sen göster? … Beşerin hakka refik olmak için
vicdanı Beşeriyetle birlikte yürümektir şanı, Yürümez dersen eğer, ruhu
gider İslam’ın; O yürür, sen yürümezsen ne olur encamın.” Burada da
Asım’ın neslinin Kur’an’ı hurafelerden arınmış bir şekilde anlaması, bu
anlamanın statik değil, gelişen bilgiyle yoğrularak dinamik bir karakter arz
etmesi istenmektedir. Asım Kur’an’a sadık, İslam’a gönülden bağlı olmalıdır. Ama
Kur’an sadece mezarlıklarda ölülere rahmet için ya da fal tutmak için
okunmamalıdır. Kur’an’ın gayesi insanları hidayete erdirmekse onun bir yaşam
şekline dönüştürülmesi gerekmektedir. İşte bu noktada genelde İslam dünyasının,
özelde Osmanlı devletinin geri kalmasında dinin ne kadar etkili olduğu
tartışması tezahür etmektedir. Batıcıların büyük bir kısmı geri kalmanın asıl
sebebi olarak İslam’ı gösterirlerken Akif bu hususta Kur’an’ı anlamamak ve
İslam’ı yaşamamak başta olmak üzere cahillik ve tembellik üzerinde durur. Buna
göre Asım’ın nesli Kur’an’ı doğru dürüst anlamak ve hakkıyla yaşamak zorundadır.
Köse İmam ile Hocazâde arasındaki konuşma devam ederken toplumsal kurtuluş
için Hz. Ömer’in adaleti ön plana çıkarılır. (Esasen Mehmet Akif “Kocakarı ile
Ömer” isimli manzumesinde bu hususu açıkça ilan etmektedir.) Ancak gerek II.
Abdülhamit gerekse ondan sonra yaşananlar Köse İmam’a göre iç karartıcı
gelişmelerdir. Hocazâde ise Asım’ın nesline güvenmektedir. Hatta Hocazâde Köse
İmam’a; “Bugünlerde oğlanın yaptıklarına fazlaca kızdığın için ona haksızlık
ediyorsun.” diyerek Asım’ı savunur. Çünkü istikbal Asım’ın nesline boyun
eğecektir. Köse İmam Hocazâde’ye Asım ile ilgili bazı şikâyetlerde de
bulunmaktadır. Bu noktadan sonra konuşmalar şu şekilde devam eder: Köse
İmam’ın aktardığına göre Asım oruçla alay edenleri dövmüştür. Bu sebeple o,
Hocazâde’den Asım’a nasihatte bulunmasını ister. Kendisinin oğluna
söylediklerini ve onun bunlara nasıl cevap verdiğini anlatır. Zira Asım
meyhaneleri basmakta, kumarbazları tehdit etmekte, gece toplanıp cümbüş edenleri
hırpalamaktadır. Köse İmam ise tüm bunların onun görevi olmadığını söyler.
Babasının naklettiğine göre Asım kendini şu şekilde savunur: İnsanlar aç ve
yoksulluktan bin perişanken meyhanelerde, kumarhanelerde yapılanlara nasıl göz
yumulacaktır? Cümbüş yapanlar efendice eğlenseler kimsenin bir şey demeye hakkı
yoktur. Fakat onlar komşuların matemine, “Susunuz!” ihtarına uymamaktadırlar.
Dahası Asım kumarbazlardan zorla para almakta ve öksüzlere dağıtmaktadır. Hatta
o, daha ileri giderek Bab-ı Aliyi basmayı planlamaktadır. Babası (Köse İmam)
Asım’ın kendini bu şekilde savunmasını haklı bulmaz ve “Memlekette huzurun kaba
kuvvetle değil, kanunla gerçekleşebileceğini” söyler. İşte bu noktada Köse İmam
oğlunun bu deli düşüncelerden vazgeçmesi için Hocazâde’nin Asım’a nasihatte
bulunmasını ister. Bu sırada Emin, Asım’ı getirir, Köse İmam dışarı çıkar.
Hocazâde Asım’ı karşısına alır, önce biraz edebiyattan konuşurlar. Sonra
hafifçe Köse İmam’ı çekiştirirler. Ama Hocazâde’nin Asım’a asıl söyleyecekleri
başkadır. Hocazâde Muhammed Abduh ile Afganî arasındaki bir tartışmayı
Asım’a aktarır. Olay şu şekildedir: Afganî öğrencisi Abduh’tan hızlı bir şekilde
inkılâp yapılmasını istemektedir. Zira artık nazariyatla uğraşma devri
geçmiştir. Abduh ise yeni bir medrese kurmayı, buradan yetişecek yeni Cemalattin
Afganilerin çeşitli yerlere gönderilerek önce zihniyette inkılâp yapılması
taraftarıdır. Afganî bunun 20 yıl alacağını, hâlbuki kendisinin 20 gün beklemeye
tahammülü olmadığını söyler. Fakat Abduh bu düşüncede değildir. Hocazâde bu
olaydan bir ders çıkararak der ki; “İnkılâp istiyorum ben de, fakat Abduh
gibi… Yoksa, ellerde kör alet efeler tertibi, Bab-ı Alileri basmak, adam
asmakla değil, Çek bu işten bütün ihvanını, kendin de çekil.” Bunun için
Asım vakit kaybetmeden hemen Avrupa’ya tahsile gitmelidir. Doğuyu uyandırmak ve
kalkındırmak için Avrupa’nın bilimini öğrenmelidir. Gençlerin beyni Avrupa’nın
müspet bilimlerini Doğuya aktaran kanallar haline dönüşmelidir. Neticede Asım
ikna olur ve öğrenimini tamamlamak üzere Berlin’e gitmeye söz verir. Çünkü
milletin ikbali için hem fazilet hem de marifetin birlikte bulunması gerekir.
Yani hem İslami kültüre sahip çıkılacak hem de Avrupa’nın bilim ve
teknolojisinden uzak durulmayacak. Mehmet Akif manevi oğul edindiği Asım’ı
sevmekte ve beğenmektedir. Hedeflerini ve yetiştirmek istediği nesli onunla
sembolleştirmektir. Bu sebeple de o, Asım’a ziyadesiyle güvenmektedir. Asım ise
özellikle Çanakkale Savaşı’nda onun bu güvenine layık olduğunu açıkça
göstermiştir. “Asım’ın nesli diyordum ya… nesilmiş gerçek İşte çiğnetmedi
namusunu çiğnetmeyecek.” Asım’ın nesli Çanakkale’de muhteşem bir destana imza
atmıştır. Şanlı Türk tarihinin altın sayfalarına öylesine muazzam bir zafer daha
eklenmiştir ki, Hz. Peygamber bu zaferi kendisine armağan edenleri kucağı açık
bir halde beklemektedir. Bu durum Akif’i daha da ümit var
kılmaktadır. Asım’ın neslinin hem savaşlarda gösterdiği üstün başarı, hem de
ilim ve İslam’la yoğrulmuş zihinsel yapısı tarihte yaşanan ihtişamlı günlere
yeniden geri dönüşün müjdecisidir. Ancak bu yol oldukça meşakkatli ve çok
çalışma isteyen bir yoldur. Tevekkül etmek tembellik yapmak değildir. Eğer ecdat
böyle düşünseydi şimdi elde ne vatan kalırdı ne de din. Azim ile çalışmak,
ümitsizliğe kapılmamak, Allah’ın yardımından ümit kesmemek, Kur’an’ı benliğe
sindirerek yaşamak, Avrupa’nın kötü olan örfünü, inancını ve ahlakını değil,
sadece ilmini almak Asım’ın temel vazifesidir. Türk edebiyatında dine bağlı
modernleşme düşüncesini Asım’ın şahsında ortaya koyan Mehmet Akif’in hemen hemen
tam karşısında yer alan Tevfik Fikret ise oğlu Haluk’a “Avrupa’ya gitmesini ve
orada ne bulursa almasını” tembihlemektedir. Akif’in Asım’ı zulme ve
emperyalizme karşı çıkarken, dinî ve kültürel değerleri öncelerken, Batının
sadece ilmini alırken, üstelik bunu Doğunun uyanması ve kalkınması için yaparken
kimliği, kültürü ve tarihiyle barışık bir genç portresi çizmektedir. Ancak
Tevfik Fikret’in Haluk’u Batı kültüründe ne bulduysa aldığı için sonunda İslam
dininden de vazgeçerek Hıristiyan olmuştur. Yani irtidat etmiştir. Batı’nın
bilgisini doğuya taşıyamadığı gibi, kendi kimliğine ve kültürüne de bütünüyle
yabancılaşmıştır. Üstelik ne I. Dünya Savaşında ne de Kurtuluş Savaşında sesi
sedası çıkmamıştır. Sorgusuz sualsiz Batılılaşmak sadece Müslümanlıktan değil,
Türklük başta olmak üzere sosyo-kültürel değerlerden de vazgeçmeyi beraberinde
getirmiştir. Özetle Akif Asım’ın nesli derken iman, irfan, fazilet ve bilgi
ile donanmış; karakterli, ahlaklı, kişilikli; vatanına, milletine ve dinine
sahip çıkan, dahası bunları yüceltmek için tüm imkânlarını seferber eden bir
gençliğin hayalini kurmaktadır.
Yararlanılan Kaynaklar Alperen,
A. (2003). Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslam ve Modernleşme: Çağımız İslam
Dünyasında Modernleşme Hareketleri ve Türkiye’deki Etkileri. Adana: Karahan
Yay. Ersoy, M. A. (2007). Safahat. İstanbul: Boğaziçi Yay. İmamoğlu, A.
(1996). Mehmet Akif ve İnanan İnsan. İstanbul: Ulusal Kitap Sarıhan, Z.
(1966). Mehmet Akif. İstanbul: Kaynak Yay. Şengüler, İ. H. (1990-1992).
Açıklamalı Mehmet Akif Külliyatı. İstanbul: Hikmet Neşriyat. Tansel, F. A.
(1991). Mehmet Akif Hayatı ve Eserleri. Polat Ofset. Timurtaş, F. K. (1962).
Mehmet Akif ve Cemiyetimiz. İstanbul: Yağmur Yay.
..
Doç. Dr. Asım YAPICI
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|