Mehmet Akif Ersoy ve Asım’ın Nesli / Doç. Dr. Asım YAPICI


Osmanlı Devletinin çöküş sürecine girdiği ve durumun gittikçe kötüye gittiği açıkça fark edildiği zaman sanatçıların, edebiyatçıların, bilim adamlarının ve düşünürlerin “Osmanlı nasıl kurtulur?” sorusuna cevap aradıkları ve üç temel çözüm reçetesi ileri sürdükleri bilinmektedir. Bunlar: İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılıktır.


İslamî düşünce ve yaşam tarzını ön plana çıkaran Mehmet Akif Ersoy toplumu ayakta tutan dinî değerlerin erozyona uğradığı kanaatindedir. Dolayısıyla Osmanlının kurtulabilmesi için öncelikle hurafelerden arınmış İslamî bir anlayış ön plana çıkarılmalı ve halkın vurdumduymazlık, tembellik, cahillik ve korkaklıktan arındırılması sağlanmalıdır. Osmanlı bilim ve teknolojide geri kaldığı için gerilemiştir. Bu sebeple Batının öncülüğünü yaptığı ilmî gelişmelere vakit kaybetmeden hemen ayak uydurmak gerekir. Fakat onların ahlakı, kültürü, âdeti ve gelenekleri asla benimsenmemelidir. Öte yandan Osmanlıyı oluşturan farklı etnik gruplar bağımsızlık arzusuyla çeşitli yörelerde, özellikle Balkanlarda isyanlar çıkarmakta, böylece onlar Hıristiyan-Batının rüyalarını süsleyen Osmanlının yok olması arzusuna hizmet etmektedirler. Akif’e göre bu yapı içerisinde Müslüman halkları İslam dini çerçevesinde, Hıristiyanları ise Osmanlılık ruhunda birleştirmek gerekmektedir. Bu bağlamda onun kısmen Osmanlıcılık fikrine de sıcak durduğu söylenebilir.
Batıcılık akımına gelince burada çözümün Avrupalılaşmak olduğu hususunda ısrar edilmektedir. Özellikle Tevfik Fikret bu fikrin öncülerinden birisidir. Ona göre Batı ilerlerken Osmanlı sürekli gerilemiştir. Şu anda Avrupa her açıdan üstünlüğü temsil etmektedir. O halde tek çıkar yol sadece teknolojik alanda değil, kültür dâhil her alanda Batılılaşmaktır. İşte bu noktada Mehmet Akif ile Tevfik Fikret’in ciddi biçimde farklılaştığı görülür.
Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden Ziya Gökalp ise meseleyi Türk dünyası açısından değerlendirmekte ve Turancılık fikrini işlemektedir. Gerçi o, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” isimli çalışmasında kurtuluşun hem Türk milletinden, hem Muhammed ümmetinden hem de Avrupa medeniyetinden olmakla sağlanabileceğini belirtmektedir. Ancak onun temel vurgusu Türklük olduğu için ezanın ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi, böylece halkın duyduğunu ve okuduğunu anlaması, neticede İslam’ın Türklük kapsamında yorumlanması arzulanmaktadır. Mehmet Akif bu fikre de karşıdır. Bu noktada Akif’in Türklüğü, dolayısıyla ırk ve milliyet kavramlarını reddetmediğini, ancak Osmanlıyı dağılmaktan kurtarmak için bunları yeterli görmediğini söylemek gerekir. Esasen onun karşı olduğu husus kavmiyetçiliktir. Zira Hıristiyanlar kendi kavmiyetçiliklerini ön plana çıkararak Osmanlıdan kopmuşlardır. Bu sebeple eğer resmi siyaset kavmiyetçilik üzerinden şekillenirse devlet daha da küçülecek ve geri dönülemez bir çöküşe maruz kalacaktır. Anlaşılan Osmanlı devleti yıkıldıktan ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Akif bu fikirlerinde revizyona gitmiş ve “özü sağlam, sözü sağlam adam ol ırkına çek”, “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celal” vb. ifadelerle adeta Türk-İslam sentezcisi bir düşünceye doğru kaymıştır.
Mehmet Akif’in gerek kişisel dinî yaşantısı ve din algısı, gerekse dinin bireysel ve toplumsal hayattaki yeri ve değeri ile ilgili görüşlerini hem Safahat’ında yer alan şiir ve manzumelerinden hem de Sebilu’r-Reşat’taki nesirlerinden çıkartabilmek mümkündür.
Mehmet Akif dürüst kişiliği, ahlakı, karakteri, İslamî duyarlılığı, millî değerlere bağlılığı ile ön plana çıkmış bir kişiliktir. Onu istiklal savaşımızın hemen her safhasında halkı bilinçlendirmek için kürsüde vaaz eder bir halde bulmaktayız. “Doğduğumdan beridir aşığım istiklale, bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale” derken Türk milletinin tam bağımsız olmadan yaşayamayacağını açıkça haykırmaktadır. İşte bu noktada onun Müslüman Türk gencinin nasıl olması gerektiği üzerinde durduğunu görmekteyiz. Burada o, ideal bir gençlik arzulamakta ve bu gençliği “Asım’ın nesli” diye adlandırmaktadır.
Asım Kimdir?
Safahat’ın altıncı bölümüne de ismi verilen Asım aslında Köse İmam’ın, yani Ali Şevki Hoca’nın oğludur. Köse İmam ise Akif’in babası Tahir Efendi’nin eski bir öğrencisidir. Akif onu çok sevmekte ve sosyal sorunlar, siyaset, din, ahlak, kişilik, vatan sevgisi, tarih şuuru, teknolojik ilerleme, bilim, medeniyet vb. hususlardaki fikirlerini Asım’la özdeşleştirmektedir. Bu sebeple edebiyatımızda Asım, Mehmet Akif’in manevî oğlu olarak bilinir.
Safahat’ın Asım kısmı incelenecek olursa, onun nasıl bir gençliği temsil ettiği daha rahat anlaşılabilir. Asım’da dört kişi, yani Hocazâde (Mehmet Akif), Köse İmam (Ali Şevki Hoca), Asım (Köse İmam’ın oğlu) ve Emin (Akif’in oğlu) arasında geçen konuşmalar yer almaktadır. Aslında Emin’in konuşmada aldığı rol pek azdır. Asım’ın konuşmaya katılması da eserin sonlarına doğru gerçekleşir. Asıl söyleşi Hocazâde ile Köse İmam arasındadır. Eser manzum hikâye tarzında konuşma üslubuyla kaleme alınmıştır. Akif’in belirttiğine göre konuşmalar I. Dünya Savaşı olanca hızıyla devam ederken ve Fatih yangınından önce Hocazâde’nin Sarıgüzel’deki evinde geçmektedir.
Eserin özeti şu şekildedir:
Köse İmam hocasının (Tahir Efendi) oğlunu (Akif) ziyarete gider. Bu iki arkadaş enfiye çeker, çay içer. Söz Akif’in babasından açılır. Tahir Efendi kendini yetiştirmiş ve geliştirmiş iyi bir insandır. Ama oğlu tabir-i caizse “zübbe”dir. Bu sebeple de hiçbir işte gereği gibi başarılı olamamıştır. Köse İmam onun şiirle uğraşmasından hoşlanmaz. Zira şairler eyyamcıdır. İyi gün dostudur. Gününü gün edip yaşamaya çalışır. Üstelik onlar edebiyatı da edepsizleştirmişlerdir. Bir de tasavvuf adıyla dünyanın boş olduğunu söylemişler, rakı ve şarap peşinde koşmuşlardır. Hem ehl-i tasavvuf hem de şair olarak Sadi, Attar ve Süleyman Çelebi bu söylenenlerden istisnadır. Esasen Hocazâde’ye (Akif) şair diyen de yoktur. Ona kimileri “mevlitçi”, kimileri “bidatçi” kimileri de “baytar” demektedir. Sohbet devam ederken çaylar gelir, fakat şeker olmadığı için çaylar üzümle içilir. Söz savaşa gelir dayanır. İngilizlerin aç gözlülüğü şiddetli bir biçimde eleştirilir. Bu arada Köse İmam oğlu Asım ile ilişkili bir hususta Hocazâde’ye dert yanmak ister, lakin önce anlatacağı bir başka konu vardır hemen ona geçer. Köse İmam semtlerine emekli bir paşanın yerleştiğini, bunun kimde satılık bir mal varsa hemen kapattığını, beleşten sekiz ev, dört arsa sahibi olduğunu aktarır. Bu adam bir gün Köse İmam’a gelerek hanımını boşayıp hizmetlisi Eleni ile evlenme ilmühaberi yazdırmak ister. Köse İmam bu teklifi kabul etmez, fakat zaman o kadar kötüdür ki parayı gören hemen ona ilmühaber yazıverir. Neticede emekli paşa hanımını boşar ve Rum kızıyla evlenir. Tüm malını mülkünü de onun üstüne yapar. Hocazâde ile Köse İmam bir olup mahkemeye durumu bildiren bir dilekçe yazarlar.
Manzumenin devamında Köse İmam vaziyetin çok kötü olduğunu, kendisinin de bunaldığını aktarır. Hocazâde ise bir kır düğünü tasviri yapar ki, burada halkın yaşadığı sıkıntılar, yokluklar, sefillikler, ahlakî ve dinî erozyon göz önüne serilir. Halbuki 30-40 yıl öncesi işler daha farklıydı diye yakınan Hocazâde’ye Köse İmam; “Geçmişe mazi derler, sen gelecekten haber ver” der. Bunun üstüne Hocazâde Ramazanda oruç tutmamak için sefere çıkan “Kır Ağasının Rüyası”nı anlatır. Aslında rüyada görülen şey o kadar bulanık ve o kadar belirsizdir ki, bu durum tam da milletin içinde bulunduğu hali yansıtmaktadır.
Köse İmam yaşananlardan ziyadesiyle şikâyetçidir. Millet kötürüm olmuştur. Ayağa kalkamamaktadır. Kalkanların da gittiği yer belli değildir. Bugünkü nesil sarıklı birini görse onu hemen “ıskatçı”, “çerçi” ve “leşçi” diye aşağılamaktadır. Bu şu anlama gelmektedir: Geleneksel değerlere sahip çıkanlar dışlanmaktadır. Bunun üstüne Hocazâde; “Siz de o sağmal ineği asırlardır sağdınız.” itirazında bulunarak bir kısım hacının hocanın gerçekten de menfaatperest olduğunu vurgular. Konuşma bu noktaya gelince Osmanlı Devletinde uzun yıllar tartışılan mektep-medrese ikiliği gündeme gelir. Köse İmam medreseyi, Hocazâde ise medresenin ıslah edilmesinin gerekliliğini savunur. Aslında Hocazâde medresenin köylüye yaptığı hizmeti inkâr etmemektedir. Köse İmam’ın ağzından sistemin nasıl tıkandığını, eğitimde nasıl bir ikilik yaşandığını göstermeye çalışır. Hocazâde Konya’da yaşanan bir hadiseyi nakleder. Köylüler öğretmeni köyden kovmuşlardır. Çünkü öğretmen köylüye yabancı durmaktadır. Namaz kılmamakta, oruç tutmamakta, gusül abdesti almamaktadır. Aslına köylünün isteği pek fazla değildir. Köyü için bir mektep bir de yol talep etmektedir. Bu onun bilgiye ve okumaya çok fazla değer verdiğini gösterir. Fakat bu tür öğretmenlerin elinde okumaktansa çocuğunun cahil kalmasına razıdır. Köse İmam köylünün kanaatini paylaşmaktadır. Köylüyü kimin adama edeceği meselesine gelince Köse İmam sırasıyla önce “medrese” sonra “mektep” der. Hocazâde ise her iki eğitim kurumunda da bir hayır kalmadığı, bunlarla işin yürüyemeyeceği düşüncesindedir. Gerçektende medreselerin enkazından mektepler kurulmak istenmiş, fakat bu hususta pek başarılı olunamamıştır. Köse İmam: “Yıkmak kolaydır, lakin yapmak zordur.” diyerek gereğince düşünmeden, üstünkörü bir şekilde gerçekleştirilen değişim ve dönüşüm çabalarını açıkça, bu arada inançsızlık ve kayıtsız şartsız Batıcılık anlayışını üstü kapalı bir şekilde eleştirince Hocazâde onu sakacıktan “mürteci” diye nitelendirir. Bunun üzerine Köse İmam şöyle der:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım…
—Boğamazsın ki!
—Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Dolduğumdan beridir âşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyumun
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördün mü yanar ta ciğerim.
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,
Adam aldırmada geç git diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.
Bu dizeler aslında Akif’in kendi kanaatleridir. Fakat o bunu Köse İmam’ın ağzından aktarır. Aslında burada Asım’ın neslinin nasıl olması gerektiğinin ilk ip uçları da ortaya çıkmaktadır. Buna göre Asım öncelikle tarihiyle, kültürüyle, toplumuyla ve diniyle barışık olacaktır. Bunlarla birlikte o ürkek, korkak ve çekingen değil, mücadeleci bir karakter gösterecektir. Dahası Hıristiyan Batının baskı ve tahakküme karşı milletin ve dinin istiklâlini savunacak, namusunu koruyacak, gerekirse bunlar için canının bile feda edebilecektir.
Köse İmam ile Hocazâde arasındaki konuşma olanca hızıyla devam ederken, pek çok konu işlenmekte, arada fıkralar anlatılmakta, espriler yapılmaktadır. Türkçülük akımı da eleştirilerden nasibini almaktadır. Osmanlıcılık-İslamcılık fikrini politik alanda hayata geçirme projesinin mimarı II. Abdulhamid’in istibdadı eleştirilir. Halkın İslamî yaşantısı da bin perişandır. Yaşanan dini İslam’la bağdaştırmak oldukça güçtür. Bununla birlikte Köse İmam’a nispetle Hocazâde geleceğe daha iyimser ve umutlu bakmaktadır. Çünkü eğer Kur’an doğru dürüst anlaşılıp yaşanabilirse sıkıntıları aşmak daha kolay bir hal alacaktır. Hocazâde bunu şöyle özetler:
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.
Kuru dava ile olmaz bu, fakat ilim ister
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?

Beşerin hakka refik olmak için vicdanı
Beşeriyetle birlikte yürümektir şanı,
Yürümez dersen eğer, ruhu gider İslam’ın;
O yürür, sen yürümezsen ne olur encamın.”
Burada da Asım’ın neslinin Kur’an’ı hurafelerden arınmış bir şekilde anlaması, bu anlamanın statik değil, gelişen bilgiyle yoğrularak dinamik bir karakter arz etmesi istenmektedir. Asım Kur’an’a sadık, İslam’a gönülden bağlı olmalıdır. Ama Kur’an sadece mezarlıklarda ölülere rahmet için ya da fal tutmak için okunmamalıdır. Kur’an’ın gayesi insanları hidayete erdirmekse onun bir yaşam şekline dönüştürülmesi gerekmektedir. İşte bu noktada genelde İslam dünyasının, özelde Osmanlı devletinin geri kalmasında dinin ne kadar etkili olduğu tartışması tezahür etmektedir. Batıcıların büyük bir kısmı geri kalmanın asıl sebebi olarak İslam’ı gösterirlerken Akif bu hususta Kur’an’ı anlamamak ve İslam’ı yaşamamak başta olmak üzere cahillik ve tembellik üzerinde durur. Buna göre Asım’ın nesli Kur’an’ı doğru dürüst anlamak ve hakkıyla yaşamak zorundadır.
Köse İmam ile Hocazâde arasındaki konuşma devam ederken toplumsal kurtuluş için Hz. Ömer’in adaleti ön plana çıkarılır. (Esasen Mehmet Akif “Kocakarı ile Ömer” isimli manzumesinde bu hususu açıkça ilan etmektedir.) Ancak gerek II. Abdülhamit gerekse ondan sonra yaşananlar Köse İmam’a göre iç karartıcı gelişmelerdir. Hocazâde ise Asım’ın nesline güvenmektedir. Hatta Hocazâde Köse İmam’a; “Bugünlerde oğlanın yaptıklarına fazlaca kızdığın için ona haksızlık ediyorsun.” diyerek Asım’ı savunur. Çünkü istikbal Asım’ın nesline boyun eğecektir.
Köse İmam Hocazâde’ye Asım ile ilgili bazı şikâyetlerde de bulunmaktadır. Bu noktadan sonra konuşmalar şu şekilde devam eder:
Köse İmam’ın aktardığına göre Asım oruçla alay edenleri dövmüştür. Bu sebeple o, Hocazâde’den Asım’a nasihatte bulunmasını ister. Kendisinin oğluna söylediklerini ve onun bunlara nasıl cevap verdiğini anlatır. Zira Asım meyhaneleri basmakta, kumarbazları tehdit etmekte, gece toplanıp cümbüş edenleri hırpalamaktadır. Köse İmam ise tüm bunların onun görevi olmadığını söyler. Babasının naklettiğine göre Asım kendini şu şekilde savunur: İnsanlar aç ve yoksulluktan bin perişanken meyhanelerde, kumarhanelerde yapılanlara nasıl göz yumulacaktır? Cümbüş yapanlar efendice eğlenseler kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Fakat onlar komşuların matemine, “Susunuz!” ihtarına uymamaktadırlar. Dahası Asım kumarbazlardan zorla para almakta ve öksüzlere dağıtmaktadır. Hatta o, daha ileri giderek Bab-ı Aliyi basmayı planlamaktadır. Babası (Köse İmam) Asım’ın kendini bu şekilde savunmasını haklı bulmaz ve “Memlekette huzurun kaba kuvvetle değil, kanunla gerçekleşebileceğini” söyler. İşte bu noktada Köse İmam oğlunun bu deli düşüncelerden vazgeçmesi için Hocazâde’nin Asım’a nasihatte bulunmasını ister. Bu sırada Emin, Asım’ı getirir, Köse İmam dışarı çıkar.
Hocazâde Asım’ı karşısına alır, önce biraz edebiyattan konuşurlar. Sonra hafifçe Köse İmam’ı çekiştirirler. Ama Hocazâde’nin Asım’a asıl söyleyecekleri başkadır.
Hocazâde Muhammed Abduh ile Afganî arasındaki bir tartışmayı Asım’a aktarır. Olay şu şekildedir: Afganî öğrencisi Abduh’tan hızlı bir şekilde inkılâp yapılmasını istemektedir. Zira artık nazariyatla uğraşma devri geçmiştir. Abduh ise yeni bir medrese kurmayı, buradan yetişecek yeni Cemalattin Afganilerin çeşitli yerlere gönderilerek önce zihniyette inkılâp yapılması taraftarıdır. Afganî bunun 20 yıl alacağını, hâlbuki kendisinin 20 gün beklemeye tahammülü olmadığını söyler. Fakat Abduh bu düşüncede değildir.
Hocazâde bu olaydan bir ders çıkararak der ki;
“İnkılâp istiyorum ben de, fakat Abduh gibi…
Yoksa, ellerde kör alet efeler tertibi,
Bab-ı Alileri basmak, adam asmakla değil,
Çek bu işten bütün ihvanını, kendin de çekil.”
Bunun için Asım vakit kaybetmeden hemen Avrupa’ya tahsile gitmelidir. Doğuyu uyandırmak ve kalkındırmak için Avrupa’nın bilimini öğrenmelidir. Gençlerin beyni Avrupa’nın müspet bilimlerini Doğuya aktaran kanallar haline dönüşmelidir. Neticede Asım ikna olur ve öğrenimini tamamlamak üzere Berlin’e gitmeye söz verir. Çünkü milletin ikbali için hem fazilet hem de marifetin birlikte bulunması gerekir. Yani hem İslami kültüre sahip çıkılacak hem de Avrupa’nın bilim ve teknolojisinden uzak durulmayacak.
Mehmet Akif manevi oğul edindiği Asım’ı sevmekte ve beğenmektedir. Hedeflerini ve yetiştirmek istediği nesli onunla sembolleştirmektir. Bu sebeple de o, Asım’a ziyadesiyle güvenmektedir. Asım ise özellikle Çanakkale Savaşı’nda onun bu güvenine layık olduğunu açıkça göstermiştir.
“Asım’ın nesli diyordum ya… nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.”
Asım’ın nesli Çanakkale’de muhteşem bir destana imza atmıştır. Şanlı Türk tarihinin altın sayfalarına öylesine muazzam bir zafer daha eklenmiştir ki, Hz. Peygamber bu zaferi kendisine armağan edenleri kucağı açık bir halde beklemektedir. Bu durum Akif’i daha da ümit var kılmaktadır.
Asım’ın neslinin hem savaşlarda gösterdiği üstün başarı, hem de ilim ve İslam’la yoğrulmuş zihinsel yapısı tarihte yaşanan ihtişamlı günlere yeniden geri dönüşün müjdecisidir. Ancak bu yol oldukça meşakkatli ve çok çalışma isteyen bir yoldur. Tevekkül etmek tembellik yapmak değildir. Eğer ecdat böyle düşünseydi şimdi elde ne vatan kalırdı ne de din. Azim ile çalışmak, ümitsizliğe kapılmamak, Allah’ın yardımından ümit kesmemek, Kur’an’ı benliğe sindirerek yaşamak, Avrupa’nın kötü olan örfünü, inancını ve ahlakını değil, sadece ilmini almak Asım’ın temel vazifesidir.
Türk edebiyatında dine bağlı modernleşme düşüncesini Asım’ın şahsında ortaya koyan Mehmet Akif’in hemen hemen tam karşısında yer alan Tevfik Fikret ise oğlu Haluk’a “Avrupa’ya gitmesini ve orada ne bulursa almasını” tembihlemektedir.
Akif’in Asım’ı zulme ve emperyalizme karşı çıkarken, dinî ve kültürel değerleri öncelerken, Batının sadece ilmini alırken, üstelik bunu Doğunun uyanması ve kalkınması için yaparken kimliği, kültürü ve tarihiyle barışık bir genç portresi çizmektedir. Ancak Tevfik Fikret’in Haluk’u Batı kültüründe ne bulduysa aldığı için sonunda İslam dininden de vazgeçerek Hıristiyan olmuştur. Yani irtidat etmiştir. Batı’nın bilgisini doğuya taşıyamadığı gibi, kendi kimliğine ve kültürüne de bütünüyle yabancılaşmıştır. Üstelik ne I. Dünya Savaşında ne de Kurtuluş Savaşında sesi sedası çıkmamıştır. Sorgusuz sualsiz Batılılaşmak sadece Müslümanlıktan değil, Türklük başta olmak üzere sosyo-kültürel değerlerden de vazgeçmeyi beraberinde getirmiştir.
Özetle Akif Asım’ın nesli derken iman, irfan, fazilet ve bilgi ile donanmış; karakterli, ahlaklı, kişilikli; vatanına, milletine ve dinine sahip çıkan, dahası bunları yüceltmek için tüm imkânlarını seferber eden bir gençliğin hayalini kurmaktadır.

Yararlanılan Kaynaklar
Alperen, A. (2003). Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslam ve Modernleşme: Çağımız İslam Dünyasında Modernleşme Hareketleri ve Türkiye’deki Etkileri. Adana: Karahan Yay.
Ersoy, M. A. (2007). Safahat. İstanbul: Boğaziçi Yay.
İmamoğlu, A. (1996). Mehmet Akif ve İnanan İnsan. İstanbul: Ulusal Kitap
Sarıhan, Z. (1966). Mehmet Akif. İstanbul: Kaynak Yay.
Şengüler, İ. H. (1990-1992). Açıklamalı Mehmet Akif Külliyatı. İstanbul: Hikmet Neşriyat.
Tansel, F. A. (1991). Mehmet Akif Hayatı ve Eserleri. Polat Ofset.
Timurtaş, F. K. (1962). Mehmet Akif ve Cemiyetimiz. İstanbul: Yağmur Yay.

..

Doç. Dr. Asım YAPICI









Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.


Yorum Yapın

Ad Soyad: Yorumunuz:
E-posta:
Tarih:
23.11.2024 06:19:44
 


 
 

 
 

 
 
 
 
 
 




Bu site Kişisel Yazar Web Tasarım projesi ile oluşturulmuştur.