Şehzâde Bâyezid’in Son Şiiri / Doç. Dr. Âdem CEYHAN


Tanınmış olsun olmasın bütün insanların, ömürleri sonunda söyledikleri sözler,daima dikkat nazarımı çekmiştir benim: Acaba insan oğlu, zamanını bilemediği veya beliren alâmetlere dayanarak az çok sezdiği kaçınılmaz akıbete yaklaştığında, neler duymakta, neler düşünmekteydi? Meselâ, can çekişme hâlindeki bir hasta, dar ağacına çıkacak veya kurşuna dizilecek bir idam mahkûmu, savaşta öldürücü bir darbeye maruz kalan muharip, neler hisseder, neler düşünür? Ve -eğer acı yahut korkudan konuşacak mecali kalmışsa tabiî- neler söylerdi?.. O sırada, bazı ölüm tasvirlerinde belirtildiği üzere, insanın “hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyor” muydu gerçekten?..

Derslerimde öğrencilerle Şeyyad Hamza’nın, vefat etmiş de perdenin öbür tarafına geçtiği için bazı gizli gerçekleri görme derecesinde öğrenme imkânı bulmuş bir bilge tavrıyla yazdığı uyarıcı manzumelerini, Yunus Emre’nin lirik ölüm tasvirlerini veya Bâkî’nin Kanunî Sultan Süleyman mersiyesi gibi edebî metinleri incelerken, zaman zaman “Meşhurların Son Sözleri”inden, alâka çekeceğini sandığım birtakım “son sözler”i de okurum.

Fakat şairlerimizin son sözleri içinde beni ziyadesiyle hüzünlendireni, Şehzâde Bâyezid’in hayatından ümidini kestiği sırada söylediği bildirilen şiir olmuştur: Bir gece, hassasiyetin gündüze göre daha da arttığı geç saatlerde, Bağdatlı şair Ahdî’nin (ö.1002/1593-94) şuara tezkiresini okurken, Kanunî Sultan Süleyman’ın oğullarından Şehzâde Bâyezid’e ait bir gazele rastladım: Bu, samimiyetle ve hissedilerek yazıldığı için, okuyanı da hislendiren, son derece içli ve hüzün verici bir şiir... hayır, “Han Duvarları”nda rastlanan mısralar gibi, “Bu beş beyit değildi, sanki beş damla kandı!..” İstanbul’da doğan bahtsız Şehzâde Bâyezid’e ait mezarın, Sivas’ta, Yukarı Tekke Mezarlığı’nda bulunduğunu biliyor; bir kabir ziyareti sırasında onun ve zavallı çocuklarının ruhu için Fâtiha okuduğumu da hatırlıyordum… İçlenmemde, birkaç yıl önce Almanya’da vefat etmiş olan merhum babamın naaşının yurtdışından getirilip bu mezarlığa defnedilmesinin de payı vardı, zannederim...

Bağdatlı Ahdî, bakın, Şehzâde Bâyezid’in otuz yedi yıllık ilim, sanat, telâş, savaş, hücum, çekilme, hırs, cesaret, korku, endişe ve pişmanlıkla dolu hayat macerasını, üç-beş cümleyle nasıl anlatıyordu tezkiresinde:

“Sultan Bâyezîd, Şâhî mahlas iderdi. Fünûn-ı ma‘ârifle ferîd iken âhirü’l-emr ber-muktezâ-yı mahlas ol nîkû-nijâd emr-i şerîfe inkıyâd itmeyüp eşhâs-ı bed-nihâdun mekr ü hîlesine i‘timâd ve i‘tikād idüp pend-i peder-i ercmendin gūş kılmayup birâder-i hûşmendine ‘adâvet ve husûmet itmiş; hukūk-ı sâbıkayı ferâmûş kılmış. Keyfiyyet-i hâli meşhûr kütüb-i tevârîh-i âl-i ‘Osmânî’de mastûr ve mezârı Sivas’dadur. Ol merhûmdan bu gazel merkūm olundı. Hasb-i hâli oldugı ma‘lûm-ı merdüm-i her merzbûmdur:

N’ideyin zâyi‘ idüp tûl-i emelle nefesi
Kalmadı zerre kadar dilde bu dünyâ hevesi

Kârbân-ı reh-i ıklîm-i ‘adem-menzilinüñ
Tokınur oldu dilâ sem‘ime bang-ı ceresi

Iztırâbı ko gel ey murg-ı revân sabr eyle
Eskiyüp işte harâbe varayor ten kafesi

Gāfil olma gözüñ aç dîde-i hak-bîn olagör
Hor görme has ü hâşâk ile mûr u megesi

Şāhi-i bî-kes ü bîmâr u günehkâre ne gam
Sen olursañ eger ey bâr-ı Hudâ dest-resi.”

[“Sultan Bayezid: ‘Şâhî’ mahlasını kullanırdı. Çeşitli ilim ve hünerlerde eşsizken, işin sonunda mahlasının icabı üzere, o iyi soylu (şehzade), mübarek emre itaat etmeyip kötü huylu şahısların oyun ve hilesine güvenip inanarak muhterem babasının öğüdünü dinlemeyip akıllı kardeşine düşmanlık etmiş; geçmiş hukuku unutmuş... Hâlinin nasıl olduğu, Osmanlı hanedanı tarihlerinde yazılı ve mezarı Sivas’dadır… O merhumdan şu gazel yazıldı. Hasbihâli (dertleşme tarzında kendi hâlini anlatan bir şiir) olduğu her memleket adamının malûmudur:
1. “Aç gözlülükle, makam mevki hırsıyla nefesi tüketip n’ideyim? Gönlümde zerre kadar bu dünya hevesi kalmadı…”

2. “Ey gönül! Varacağı konak, yokluk olan ve yokluk ikliminin yolu üzerinde ilerleyen kervanın çıngırak sesi, kulağıma dokunmaya başladı…”

3. Iztırabı, dövünüp çırpınmayı bırak ey can kuşu!.. Gel, sabret... İşte bak, ten kafesi eskiyip yıkılmaya doğru gidiyor…”

4. Gafil olma, gözünü aç; gerçeği gören göz ol!.. Çer çöple karınca ve sineği bile hor görme!..

5. Ey Allah’ım!.. Eğer kadir ve muktediri sen olursan, kimsesiz, hasta ve günahkâr Şâhî için ne tasa olabilir ki?..”]

Görüldüğü gibi, Ahdî, Şehzâde Bâyezid’in katledilmesinden iki sene sonra, 971/1564 yılında yazdığı tezkiresinde, onun aslında çeşitli bilgileri edinmiş, kabiliyetli ve iyi tabiatlı bir genç olmasına rağmen, babasının emrine itaat etmediğini, bazı kötü huylu devlet adamlarının hilelerine aldandığını anlatıyor; “akıllı kardeşine”, yani Şehzâde Selim’e düşmanlık ettiğini belirterek saltanat davasına kalkışmakla yanıldığını ima ediyor...
“O asrın diğer biyografi ve tarih yazarları, Şehzâde Bâyezid’in şahsiyeti, hayat macerası ve şairliği hakkında neler söylüyor?” diyerek kitaplığımızda bulunan öteki kaynaklara bakıyoruz: Bu devir âlimlerinden Kınalızâde Hasan Çelebi (953-1012/1546-47-1604), 994/1586 yılında yazdığı Tezkiretü’ş-şuarâ’sında, Şehzâde Bâyezid’in ilk zamanlarda ahlâkî güzelliklerinin anılıp duyulduğunu; halk arasında sevildiğini, fakat sonradan saltanat arzusuyla yiğitlik gösterdiğini ifade ederek topladığı askerin çokluğuna ve kendi bahadırlığına güvendiğini, hâlbuki çevresine üşüşen adamların cesur değil, işe yaramaz, hantal takımından olduğunu anlatıyor... Kınalızâde’ye göre, bu iki kardeşin saltanat mücadelesi konusunda kâmil insanların araştırmasının sonucu şudur: “Eğer Şehzâde Bâyezid, ağabeyi Selim’le saltanat kavgasına girmeseydi, halk ona yönelecek; saltanat ve hilâfet, ayağına gelecekti...” Ancak yine Hasan Çelebi’ye göre, bir alay şerli kimse, şehzadenin saadet ağaçlığına yılan gibi sarılarak o saltanat gül bahçesi bülbülünü yuvasından göçürmüş; birkaç kavgacı bedbaht, o saf kalpli sultanı, su gibi istedikleri yere sevk etmekle yardan uçurmuşlardır...

Takdire şayan saydığımız husus, Hasan Çelebi’nin Şehzâde Bâyezid’i tanıtırken, bu yıllarda tahtta oturan Sultan II. Selim oğlu Sultan III. Murad’a yaranma isteğiyle “zebunküşlük” etmemesi; yiğidin hata olarak gördüğü hareketlerini anlattıktan sonra, hakkını da teslim ederek ilim, irfan sahibi, olgun bir kişi olduğunu, bu hâliyle kâmil insanların nezdinde hayli tanınmış bulunduğunu da ifade etmesiydi.

Bilindiği gibi, eski zamanlarda isimlerin, sahipleri üzerinde tesiri olduğu inancı, “İsimler gökten iner ve verildiği kimseye uygun düşer” manasındaki Arapça cümleyle anlatılırdı. Bunun Türkçe’deki karşılığı “Kişiye lakabı gökten iner” sözüdür. Bağdatlı Ahdî, nasıl “Sultan Bâyezid”in baba emrine itaat etmeyişini ve nasihatını dinlemeyişini şiirlerinde kullandığı “Şâhî” isminin tesirine vermişse, Hasan Çelebi de -belki de selefinden ilham alarak- bu mahlasın, şehzade üzerinde şaşılacak bir tesir husule getirdiğini söylüyor: Kınalızâde’ye göre, “Şâhî” mahlasının, şehzadeyi sonunda Şah Tahmasb’a sığınmaya sevk edici oluşu, acayip bir hâl ve garip bir tesadüftür!..

Ancak biz, Şehzâde Bâyezid’in “şaha mensup, şaha ait” manasındaki “Şâhî” mahlasını, hem isimlerinden biri “Sultân” olan Allah’a ve babasına bağlılığını ifade etmek üzere, hem de -belki her şehzade gibi- saltanat muradına erme temennisiyle seçtiğini tahmin ediyoruz. Nitekim şairin, divanının başında yer alan gazel şeklindeki bir tevhidin sonunda, Allah’a hitaben, “Şâhî” adını aldıysam bundan ne çıkar? Ben senin kapında benzeri bulunmayan değersiz bir kulum…” deyişi de bunu gösteriyor:

“Nâmıyle n’ola Şâhi isem lîk kapuñda
Bir bende-i horem ki bulunmaz baña hemtâ.”(2a).

Şair, “Şâhî” mahlasını, divanındaki Türkçe şiirlerin sonunda bulunan mesnevî şeklindeki münacatta da “pâdişâhım” diye dua ettiği Allah’a bağlılık olarak anlaşılabilecek şekilde kullanmaktadır:

“Revâ mı pâdişâhum hazretüñden
Ki mahrûm ola Şâhî himmetüñden” (90b).

[Büyük Sultan’ım! (Zatına bağlı olan) Şâhî’nin, senin rahmet ve yardımından mahrum kalması, hazretinden reva mıdır?..]

Hasan Çelebi Tezkiresi’ni kendisi için kısaltan Beyanî Mustafa Efendi’nin (ö. 1006/1597-98) de Şehzâde Bâyezid’in “Şâhî” mahlasını, padişahlık arzusuyla uğur kabul ederek seçtiğini söylemesi, bizim fikrimizi teyid ediyor: “Ârzû-yı şehinşâhî ile teyemmünen mahlas-ı mezbûrı ihtiyâr itmişdi.”

On altıncı asrın ikinci yarısının en verimli şair ve yazarlarından olan Gelibolulu Âlî (948-1008/1541-1600) de “Künhü’l-ahbâr” (Haberlerin Aslı) adlı tarihinde, Kanunî Sultan Süleyman devri şairlerinden bahsederken, onun oğulları arasında Sultan Bâyezid’i de anıyor. Âlî de Şehzâde Bâyezid’in, cahillerin azdırması ve ahmakların tahrikiyle babasına isyan ettiği ve ağabeyi Sultan Selim’in üstüne asker çekip edebe aykırı fiiller işlediği kanaatindedir. Bununla birlikte, Künhü’l-ahbâr sahibi, Şehzâde Bâyezid’e ait şiirlerin, edebî çevrelerde umulandan fazla bulunarak takdirle karşılandığını belirtir: “Ammâ şâ‘iriyyeti me’mûlden ziyâde idügi beyne’ş-şu‘arâ mezkûrdur.”

Âlî, Şâhî’nin bilhassa “hasb-i hâl” denen, şahsî hâl ve meseleleri dertleşme tarzında anlatan şiirler yazmada, şairlerin çoğundan üstün olduğunu da ifade eder. Aynı yazar, anılan tarihinin başka bir yerinde Şehzâde Cem’le Sultan Süleyman’ın oğlu Bâyezid’i, gerek başlarından geçenler, gerekse şairlik yönünden birbirine benzer bulduğunu beyan eder. Ancak baştan geçen şeyleri nazmetme konusunda Şâhî merhumu, Cem Sultan’dan daha şair gördüğünü, Bâyezid’in muradına eremeyişle alâkalı beyitlerinin önceki şehzadeye ait beyitlerden daha şairane ve nazik olduğunu da belirtir ki, bu, o devrin tanınmış ediplerinden birinin, Şâhî’nin sanatkârlığı lehinde şehadeti ve hakkında verdiği müsbet bir nottur.

Bahtsız şehzâde Bâyezid’in hareketli hayatı hakkında şuara tezkiresi türünden biyografik eserlerle yetinmiyor; daha fazla bilgi edinmek maksadıyla tarihî kaynaklara da bakıyoruz… Bu, genç sayılabilecek yaşta, feci ve üzücü bir şekilde biten trajik ömrü, ana hatlarıyla şöyle hikâye edebiliriz:

Şehzâde Bâyezid (932-969/1526-1562), Kanunî Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan doğan oğullarından biridir. Ağabeyleri Mehmed (928-950/1522-1543)’in genç yaşta vefatı ve Mustafa (921-960/1515-1553)’nın hileyle öldürülmesinden sonra, tahtın namzedi olarak sadece kendisiyle iki-üç yaş büyük biraderi Selim (929-30-982/1523-24-1574) hayatta kalmıştı. En küçük kardeşleri Cihangir (937-960/1531-1560)’in padişah olması ise, sıhhî sebeplerle mümkün görünmüyordu.

Okumayı seven, zeki, mert ve faziletli bir genç olan Şehzâde Bayezid, kendisini, zevk u safaya düşkünlüğüyle bilinen ağabeyi Selim’den üstün görüyor; saltanata daha lâyık kabul ediyordu. Aslında annesi Hürrem Sultan, sadrazam Rüstem Paşa ve hatta bir aralık babası da Şehzâde Bâyezid’i saltanata en uygun namzet olarak görmekteydi... Fakat genç şehzade, ikbal hesapları yapan devlet ricalinin ve menfaatçilerin tahrikleri yüzünden, adam toplamaya başlamış; bu davranışları dolayısıyla asi sayılmış; ulema, kendisi ve taraftarlarının katledilmelerinin caiz olduğu konusunda fetvalar vermişti. Şehzâde Bâyezid, Konya’da Şehzâde Selim’in taraftarı olan düzenli kuvvetlerle savaşmışsa da, adamlarının talim yönünden yetersizliği sebebiyle yenilmiş; Amasya’ya dönmek zorunda kalmıştı.
Burada bir aracı vasıtasıyla babasından af dileyen şehzadenin ricası kabul edilmemiş; sultan onun derhal yakalanmasını emretmişti. Anılan ferman karşısında Şehzâde Bâyezid, yanına oğulları Orhan, Osman, Mahmud ve Abdullah’ı alarak Amasya’dan ayrılmış; Osmanlı topraklarında kalamayacağını anlayınca, 1559’da İran’a sığınmıştı.

İran Şahı, Şehzâde Bâyezid’i törenle karşılamış ve görünüşte Kanunî’den onun affını dilemişti. Fakat Şehzâde Selim, Osmanlı tahtına giden yolda kendisine engel olarak gördüğünden, kardeşinin ortadan kaldırılması için gayret sarf ediyordu. Neticede Osmanlı Devleti tarafından gönderilen bir heyet, Şehzâde Bâyezid ve oğullarının Şah Tahmasb’tan teslim alınıp öldürülmeleri konusundaki hükmü, hemen orada infaz etmiştir...

Kanûnî’nin oğlu Bâyezid vak’ası, tarihçilerimiz tarafından detaylı bir şekilde araştırılarak incelenmiştir… Bizim yazımızın konusu, elbette tesbit edilen bu tarihî hadiseleri, tekrar tafsilâtlı olarak nakletmek değildir. Ancak her ne kadar Şehzâde Bâyezid’le oğullarının öldürülmeleri konusunda ulemadan fetva alınmışsa da müftünün anlatışa göre hüküm vereceği ve yanılabileceği malûmdur... İlmî araştırma ürünlerini bütün olarak göz önünde bulundurduğumuzda, hadiselerin bir trajedideki gibi cereyan ettiğini; neticede Şehzâde Bâyezid’in bilinen üzücü akıbete uğradığını anlıyoruz…

Bazı tarih ve biyografi yazarları, Kanûnî’nin, büyük oğlu Mustafa’yı, Hürrem Sultan’ın büyüsüyle damadı Rüstem Paşa’nın hilesine kanarak haksız yere öldürtmesinde olduğu gibi, Şehzâde Bâyezid hadisesinde de hata ettiğini belirtme veya ima etme lüzumu duyarlar. On altıncı asır şairlerinden olduğu anlaşılan Meşâmî’nin, Bâyezid’in uğradığı acı akıbeti bildiren tarih kıt’asında, Şah Tahmasb’ı itham ederek şehzadeyle dört çocuğunun katledilişini “zulüm” diye vasıflandırması, tezkire yazarı Beyânî’nin Sultan Süleyman’ın bu oğlunu “şehzâde-i saîd ve şehîd” sıfatlarıyla anması, yine tanınmış biyografi âlimi Bursalı Tâhir Bey’in (1861-1925) de Şâhî’nin “sâika-i kaderle…şehîden irtihâl eyledi”ğini söylemesi, kendisine verilen büyük cezanın, maşerî vicdanda isabetli bulunmadığını düşündürmektedir...

Ancak ömrünün son yıllarında –maalesef- bazı yakınları tarafından yanıltıldığı bilinen Kanunî’yi, bu hatalı ve gerçekten ağır kararından ötürü “evlâd kasabı baba” olarak suçlamak, böylece onu merhametsiz bir cani gibi göstermek de -bizce- insafa uygun bir hüküm sayılmaz. Şehzâde Bayezid’in kendisinden af dileyen manzum mektubuna karşı yazdığı meşhur manzum cevap, Kanunî’nin ne kadar acı çektiğini, bir baba ve hükümdar olarak nasıl çelişkili duygular içinde kaldığını gösteren bir vesikadır…

Şehzâde Bâyezid’in güz yaprakları gibi hüzün verici güzel gazeline dönelim biz yine: Şiirin bütünü, bilhassa ikinci ve üçüncü beyitleri dikkatle okunduğunda, şairin bu sözleri, ölüme çok yaklaştığı bir zaman zarfında yazdığı anlaşılacaktır... Zaten Gelibolulu Âlî, Şehzâde Bâyezid’in bahis konusu gazelini, ağabeyi Selim’le savaşıp bozguna uğradıktan sonra Acem diyarına kaçtığında, kendisinin ümitsizlik ve mahrumiyetini bildirmek için söylediğini ifade eder. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, onun “hasb-i hâl nazmında” şairlerin çoğundan üstün olduğunu da belirtme lüzumu duyar. Beyânî de Şehzâde Bâyezid’in söz konusu şiirini, şahın elinde mahpus olduğu sırada, zalim zamaneden şikâyet maksadıyla söylediğini beyan eder.



Bu, gençlik çağının sona ermeye yüz tuttuğunu, vücudunda yer yer ihtiyarlık alâmetlerinin belirdiğini fark edip üzülen şairin, “Otuz Beş Yaş Şiiri” cinsinden bir duygulanış şiiri değildir… Aç gözlülüğe, makam- mevki hırsına, dünya heveslerine kapılmanın faydasızlığını, ömrünün sonuna geldiği bir demde daha iyi anlayan bir şehzadenin, hüzün veren hâllerinin tasviridir. Şu son bir iki yıla ne kadar çok hadise sığmıştı? İkbâl hesapları içindeki ihtiraslı devlet ricalinin tahrik ve hilelerine kanması… Ağabeyi Selim’le Konya ovasında ceng etmesine rağmen mağlûp oluşu… derdini babasına anlatma çabalarının hep engellenişi… af dileyen namelerinin yerine ulaşamayışı ve nihayet oğullarıyla İran’a sığınmak zorunda kalışı… Henüz 36- 37 yaşında, ömrünün genç sayılabilecek bir çağındaydı amma başından geçen bunca hadise, şahit olduğu nice ihanet ve musibet, kendisini âdeta kocaltmıştı... Kaçınılmaz bir âkıbete doğru hızla gittiğini fark ediyordu… İnsan oğlu, ölümle burun buruna geldiği zaman, güvenerek bastığı sağlam zeminin, ayakları altından kaydığını dehşetli bir biçimde fark ediyor… Hem hiç beklemediği, daha otuz kırk sene yaşamayı ümid ettiği bir çağda, yolun sonuna geldiğini görüp hayata dört elle sarılıyor; yaşamak istiyor; hem de dünyadaki bunca didinmenin ne kadar manasız olduğunu anlamaya başlıyordu…

Şiirin -kısmen dördüncü beyti hariç sayılırsa- bütününe, kalbinde hiç bir dünya hevesi kalmamış; bazı alâmetlerden ölüme yaklaştığını hisseden, kendisini kimsesiz, hasta ve günahkâr gören, ancak yine de Allah’tan bağışlanmayı temenni eden bir insanın duyguları hâkimdir. Birkaç yıldır ayakta ve hayatta kalma mücadelesi vermiş olmasına rağmen, muradına eremeyip sona yaklaştığını hisseden şehzadenin bu sözleri, insana gerçekten hüzün vermektedir…

Ümit, insanı yaşatan, onun istikbale ait hayaller kurmasını, hazırlıklar, plânlar, projeler yapmasını ve şevkle çalışmasını sağlayan bir duygudur. Ancak “tûl-i emel” denilen aç gözlülük ve mevki hırsı, şairin mensup olduğu manevî kültürde hoş görülmeyip yerilen bir şeydir. Çünkü “tûl-i emel”, insana bu dünyada devamlı kalıcı olmadığını, “yolcu” gibi bulunduğunu unutturan, böylece onun ölümü ve ötesini düşünmesini engelleyerek aslî vazifelerini ihmal etmesine sebebiyet veren bir duygudur. Okuduğu dinî, ahlâkî ve tasavvufî eserlerden “tûl-i emel”in kötülüklerini öğrenen şair, dünya hayhuyundan uzaklaşıp kendisini dinleme ve dikkatle düşünme imkânı bulunca, “Nefesimi aç gözlülükle tüketip ne yapayım?..” diye sormakta; böylece uzun vadede gerçekleşebilecek emeller peşinde hırsla koşarak geçirilen zamanın, bir kayıp olduğunu belirtmektedir.

Bâyezid, adaşı Bistamlı sufîyi andıracak bir “terk-i dünya” anlayışı içinde, artık gönlünde zerre kadar dünya hevesi kalmadığını belirtmektedir... Malûmdur ki, “dünya hevesi”, dünyaya ait gelip geçici istekler demektir. “Tûl-i emel” gibi, “dünya hevesi” de şehzadenin aldığı terbiyede ve okuduğu türlü eserlerde pek makbul bir şey değildir. Ancak bu cümleden, dünya hayatının ve ona ait bütün isteklerin, ümitlerin, işlerin kötülenmiş olduğu manası çıkarılmamalıdır. İnsan oğlunun hayat yolculuğu sırasında uğradığı menzillerden biri olan dünya, şairin bağlı bulunduğu İslâm dininin öğrettiğine göre, ölümden sonraki ebedî yaşayış için bir hazırlık yeri, bir tarla olması bakımından, son derece mühimdir. Şâhî’nin ait olduğu manevî kültürde yerilen “dünya”, kişinin manevî ve ahlâkî gelişmesini engelleyen, Allah’ı bilmesine, anmasına ve mükellefiyetlerini yerine getirmesine engel olan her şeydir. Yoksa insanın ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması, belirli ölçü ve sınırlar içinde iyi yemek, güzel giyinmek, iyi binek ve mesken sahibi olmak gibi istekleri, kınanmış ve yasaklanmış değildir.
İkinci beyitte şair, ölümün yaklaştığını güzel bir örnekle anlatarak kendisine hitaben diyor ki: “Ey gönül!.. Varacağı konak, yokluk olan ve yokluk ikliminin yolu üzerinde ilerleyen kervanın çıngırak sesi, kulağıma gelmeye başladı…”

Genç şehzade, çevresinde meydana gelen şeylerden, ölüme hayli yaklaştığını anlamakta; “son”a yaklaşmasını, eski zamanlarda yolculuk sırasında asker veya kafilenin göç etme vaktini haber vermek üzere çıngırak çaldırılması âdetine işaret ederek anlatmaktadır. Türklerde istirahat hâlindeki yolculara göçü haber vermek üzere davul çalındığı da bilinir. Nitekim on dördüncü asır şairlerinden olduğu tahmin edilen Ahmed Fakîh, zamanenin vefasızlığını belirterek okuyucuya dinî ve ahlâkî tavsiyelerde bulunduğu Çarhnâme’sinde, ömrün geçişini ve dünyadan göç zamanının gelişini, hayattan aldığı bu misalle anlatmaktadır:

“Gözüñ aç gaflet içre yatma iy dost
Ki göçmege tutupdur yüzi kervân
Yol erenleri göçüp yola girdi
Dögeyorur âhir dünbeki servân”

[Ey dost, gözünü aç, gaflet içinde yatma ki, kervan göçmeye yönelmiştir... Yolun (akıllı, tecrübeli) erleri, göçüp yola girdi... Kervanbaşı son davulu çalıyor!..].

Burada üzerinde durulabilecek şey, şairin ölümü “adem” (yokluk) olarak vasıflandırmasıdır. Bizce bu, Allah ve ahiret inancıyla uzlaştırılması mümkün görünmeyen, korku ve telâş yüzünden manası iyice düşünülmeksizin sarf edilmiş bir sözdür...

Üçüncü beyitte ölüme kaçınılmaz olarak yaklaştığını gören şair, kendisini tecrid ederek ruhuna sabrı tavsiye ediyor: “Iztırabı, döğünüp çırpınmayı bırak ey can kuşu!.. Gel, sabret… İşte bak, ten kafesi eskiyip helâke doğru gidiyor…”

Bedenin kafese, ruhunsa kuşa benzetilişi, çok eski zamanlardan beri görülen bir teşbihtir. Ölümünün iyice yaklaştığını “Ten kafesi işte eskiyip yıkılışa doğru gidiyor” diyerek belirten şair, kendisine telâş, endişe, korku içinde kalmamayı ve sabrı tavsiye ediyor. Hayatının olgunluk çağında bulunan şehzadenin, ten kafesinin eskimesinden bahsedişi, gerçekten hüzün verici bir beyandır… Şâhî, bu beyitte belki uğradığı musibetlerin kendisini ihtiyarlattığına da işaret ederek can kuşunun, yıkılmaya yüz tutan kafesten yakında uçacağını, yani ölüme doğru gittiğini gayet duygulu bir şekilde ifade ediyor: Kafes yıkılıp yok olduğunda, içinde telâşla çırpınıp duran kuş, uçacak ve göklere kanat açacaktır… Bu beyitte kafes içindeki kuşa benzetilen ruhun ıztırabı, her şeye rağmen hayata bağlı kalışı ve yaşama isteği duyuşuyla ölüm korkusundan ileri gelmektedir. Şairi ümitsizliğe sevk eden şeyse, endişe, telâş ve korkuyla beklediği sonucu önlemeye gücünün yetmeyişidir...

Şâhî, gazelin dördüncü beytinde yine kendisine ve dolayısıyla okuyucuya seslenerek gerçeklerden habersiz olmamayı, gözünü açıp hakikati görmeyi tavsiye ediyor. “Gafil olma, gözünü aç; Hakk’ı, gerçeği gören göz ol!.. Çer çöple karınca ve sineği bile hor görme” diyor. Böylece, küçük görülen, değer verilmeyen şeylerin yahut kimselerin bile hayatta mühim bir yer tutabileceğini belirtiyor. Burada Şâhî’nin, saltanat mücadelesine giriştiği ağabeyi Selim’i, kendisinden küçük görmek suretiyle yanılmış olduğunu, dolaylı şekilde, bir örnek vererek ifade ettiği düşünülebilir... Çünkü Şehzâde Bâyezid, okumaya, ilme, fazilete değer veren bir adam olduğu için, kendisini babasının tahtına daha lâyık görüyor; sefahete düşkünlüğünü bildiği ağabeyini küçümsüyor ve sultanlığa uygun bulmuyordu. Ancak bütün gayretine rağmen, kendi istediği gibi cereyan etmeyen hâdiselerin, şehzadeyi, beşerî iradeyi aşan takdirin tesiri üzerinde düşünmeye sevk ettiği anlaşılıyor…

Aslında Şehzâde Bâyezid’in, çevredeki canlı cansız her şeyi, diğer taraftan rakip yahut hasmını küçük görmeme konusunda çeşitli tavsiyeler duyduğunu veya okuduğunu tahmin edebiliriz. Hattâ kendisinin henüz 13- 14 yaşlarında bir çocukken haberdar olabileceğini sandığımız bir hadise, küçük görülen şeylerin, şahsî veya siyasî hayatta bazen büyük neticelere yol açtığını düşündürecek bir örnektir: Bir “kehle”, yani bitin, Rüstem Paşa’nın hayat akışı konusunda oynadığı mühim rolü kast ediyoruz:

Kanunî Sultan Süleyman, daha önce faydalı hizmetlerini bildiği Rüstem Paşa’ya (ö. 968/1561) kızını vermek istedikçe, bu adamın rakipleri, onun cüzzam illetine mübtelâ olduğunu, hastalığın izlerinin yüzünde göründüğünü söyleyerek padişahı niyetinden vaz geçirirler. Bu hastalığın belirtileri kendilerine sorulunca, hekimler “En kuvvetli alâmetlerinden biri, cüzzamlı hastanın vücudunda bitin olmamasıdır” cevabını verirler.

Bu bilgi üzerine, gerçeği araştırıp öğrenmesi için sultanın hekimlerinden Mehmed Ağa, Diyarbekir’e gönderilir. Vazifeli tabib, orada Rüstem Paşa’yla görüşürken, aldığı emir gereğince, fark ettirmeden kendisini gözden geçirirken, onun gömleği üzerinde küçük bir bite rastlar... Böylece iddia edildiği gibi cüzzamlı olmadığı anlaşılan Paşa, Anadolu beylerbeyliğine yükseltilir ve 946/1539 yılında Kanunî’nin kızı Mihrümah Sultan’la evlendirilerek “dâmâd-ı şehriyârî” olur… İşte

“Olıcak bir kişinüñ bahtı kavî tâli‘i yâr
Kehlesi dahi mahallinde anuñ işe yarar…”
[Olunca kişinin bahtı güçlü, talihi yâr/ Onun biti de yerine göre işe yarar!..] beyti bu hadise üzerine söylenmiştir.

Gazelin son beytinde kendisini kimsesiz, hasta ve günahkâr hisseden şairin, Allah’ın rahmetine sığındığını, onun affına ve lûtfuna güvendiğini görüyoruz. Şâhî’nin şimdilik elimizde tek nüshası bilinen divanında, bu beytin ikinci mısraındaki “bâr-ı Hudâ” kelimeleri yerinde “şâh-ı kerem” terkibi var... Anılan ibare, şairin başka manzumelerinde görüldüğü gibi, bahis konusu ettiğimiz gazelinde de babasından bağışlanmayı dilediği yorumunun yapılmasına sebep olmuştur. Ancak Şehzâde Bâyezid’in hayatına yakın zamanlarda yazılmış Ahdî tezkiresinde yer alan “bâr-ı Hudâ” ve Hasan Çelebi tezkiresinde kayıtlı “lutf-ı Hudâ” terkibi, bizce, aslî metne ve tercihe daha uygun görünmektedir. Çünkü gazelin bilhassa ilk üç beytinden, şairin hayatından ümidini kestiğini ve ölümünün iyice yaklaştığına dair işaretler aldığını anlıyoruz…

Bahis konusu terkip, aslî metinde “şâh-ı kerem” olsa bile, biz şairin onunla babası Kanunî Sultan Süleyman’dan ziyade Allah’ı kast ettiğini düşünmenin, hakikate daha uygun düşeceğini sanıyoruz. Bununla birlikte, Şâhî’nin “şâh-ı kerem” terkibini, iki manaya yorulacak şekilde kullanmış olması da ihtimal dahilindedir.

Merhum şehzâde Bâyezid’in bu hisli şiirini okuduktan sonra, “aç gözlülük, mevki hırsı, dünya hevesi, göç zamanını haber veren çıngırak sesi, beden ve ruh münasebeti, gözünü açma ve hakikati gören göz olma…” gibi konularda derin düşüncelere dalıyor… “Keşke insan, hayatının başında ve ortalarında da sonuna geldiğinde erişebileceği o büyük tecrübe ve anlayış seviyesine uygun olarak yaşayabilse!..” demekten kendimizi alamıyoruz…

1. Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, Millet Ktp. Ali Emîrî, Tarih, nr. 774, 12b-13a; Kınalı-zade Hasan Çelebi, a.g.e., I, 121; Beyâni Mustafa bin Carullah, Tezkiretü’ş-şuarâ, (haz. Dr. İbrahim Kutluk), Ankara 1997, s. 17; Tayyarzâde Atâ, Târîh-i Atâ, IV, 95; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333/1915, II, 97; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, İstanbul, ts., II, 752; Dîvân-ı Şâhî , Millet Ktp. A. Emirî, Manzum, nr. 225, 89b; Şehzade Bayezid Şâhî Hayatı ve Divanı, haz. Filiz Kılıç, Ankara 2000, s. 222-223. (Şâhî Dîvânı’ndan yaptığımız iktibaslar, bu metne aittir).

2. Beyâni Mustafa bin Carullah, a.g.e., s. 16.

3. Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı, a.g.e., s. 151.

4. Bu konuda daha fazla bilgi için: M. Tayyib Gökbilgin, “Süleyman I” İslâm Ansiklopedisi, XI, 140-143; Şerafettin Turan, “Bayezid, Şehzade”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1992, V, 230-231.

5. Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi (1131-1202/1719-1788) de Şâhî’nin 969’da Kazvin’de şehit olduğunu yazar. (Mecelletü’n-nisâb…, Süleymaniye Ktp. Hâlet Efendi, nr. 628, 271a). Ziyâ Paşa da Şehzâde Sultan Bâyezid’in incelediğimiz gazelinin matlaını, şairi şu cümleyle takdim ederek Harâbat’a almıştır: “Pederi Sultan Süleymân-ı Evvel emriyle Îran’da şehîd olmuşdur”(Ziyâ Paşa, Harâbât, İstanbul 1292/1875, II, 161). Ali Emîrî Efendi de aynı hadiseden bahsederken “Şehzâde Bâyezid’in dört mahdûm-ı ma‘sûmu İran’da kendisiyle birlikde şehîd edilmişlerdir” der. (Osmanlı Târih ve Edebiyat Mecmuası, 30 Nisan 1334, sene 1, aded 2, s. 20).

6. “Oğlu Selim’in elinde bâzîçe olan evlâd kasabı babasına bu istirham-nâmelerin hiçbir te’sîri olmamışdır.” Rıdvan Nâfiz- İsmâil Hakkı, Sivas Şehri, İstanbul 1346/1928, s. 159.

7. Bu iki manzum mektubun metni için: Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, 30 Nisan 1334, sene 1, aded 2, s. 19-21.

8. Çarhnâme-i Ahmed Fakîh der Bî-vefâî-i Rûzgâr, Beyazıt Devlet Ktp. 5782, vr. 289a. (Eğridirli Hacı Kemâl’in Câmiü’n-nezâir’i içinde).

9. Osmanzâde Tâ’ib Ahmed, Hadîkatü’l-vüzerâ, İstanbul 1271/1855, s. 29; Hüseyin Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, İstanbul 1281/ 1865, I, 116. (Bu konuda ayrıca Ş. Altundağ, Ş. Turan, “Rüstem Paşa”, İslâm Ansiklopedisi, 1964, IX, 800).

..

Doç. Dr. Âdem CEYHAN

Celal Bayar Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi









Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.


Yorum Yapın

Ad Soyad: Yorumunuz:
E-posta:
Tarih:
23.11.2024 01:49:16
 


 
 

 
 

 
 
 
 
 
 




Bu site Kişisel Yazar Web Tasarım projesi ile oluşturulmuştur.