|
Edebî Tenkit / Dr. Rıfat ARAZ
EDEBÎ
TENKİT
Günümüzde
“inceleme, tahlil” adları ile de ifadelendirilen “tenkit” kelimesinin,“şerh,haşiye,
ta’likat, tefsir, eleştiri” hâtta “yorum” gibi adlarla da anıldığına tanık
oluyoruz. Bu adlar;“tenkit”,“inceleme” yahut “tahlil” kelimelerinin tam karşılığı
olarak anlamlarını bulmamış olsalar bile, dinî
ve edebî muhitlerde yaklaşık aynı anlamları yüklendiklerinden ötürü, aynı
mânâda kullanılmış
ve kabul görmüş kelimeler olarak değerlendirilmiştir.
Tenkide,
eskilerin “İlm-i Nakd” adını verdiklerini, bu edebî türü “Ulûm-i Edebiye”cümlesinden
saydıklarını görüyoruz. Arapça’da “tenkîd” kelimesinin bulunmadığını; paranın sağlamlığını
ve çürüklüğünü gözden geçirmek anlamına gelen “Nakd, tinkad, intikad, tenekkud” kelimelerinin
olduğunu, “tenkid”in de “intikad”ı
çağrıştırdığını ifade eden Muallim Nâcî :“…Nekkad
(sarrâf pek parlak tab’iyle), hâlis akçeyi mağûş akçe arasından nasıl ayırırsa
şi’r-i bî- aybi şi’r-i
ma’yub miyânından öyle tefrik eder.
…”Eşyâ, zıdlariyle belirgin hale
gelir”, hükmünce
şi’rin ayıblarını bilmeyen ayıbsız şi’ri tanıyamaz.” der.
Fransızca
“analyse” kelimesinin Osmanlıca’daki karşılığı olan “tahlil”, edebiyat mahsullerinin
izah edilmesinde, analizlerinin yapılmasında ve değerlendirilmesinde,
“şerh”e alternatif
bir edebî terim olarak kullanılmış ve kabul görmüştür. “ Metin şerhinde, tefsirde veya metin tahlilinde
geliştirilen her yeni metod, esere farklı açıdan, farklı gözle, farklı değer
hükümleri ile
bakmaktan başka bir şey değildir” diyen Prof. Dr. Metin Akar : “Tahlîlde de yapılan iş şerhin aynı
olmakla birlikte metotları biraz farklıdır.” “diyerek,
tahlîli, şerhten o metne uygulanan metod
itibariyle ayırır. Tâhir-ül Mevlevî‘nin
Edebiyat Lügati adlı eserinde tenkid, Fransızca “Critigue”
karşılığı olarak ele alınmış ve bir eserin iyi yahut da kötü bir eser olduğuna,
onun hakîkaten
güzel bir eser sayılıp sayılmayacağına dair hüküm vermek mânâsında kullanılmıştır.
Eski
Yunanlardan 17. ve 18. yüzyıllara gelinceye kadar edebî eserlerin form/şekil
yapılarıyla ilgilenen
bu edebî tür, “belâgat”ın bir şubesi
sayılmıştır. Tenkit hakkında Ali Canip Bey: “19. asırdan
itibaren tenkidin hududu gittikçe genişledi. Şekil meselesi ikinci derecede
kaldı. Bugün en ziyâde bir
edebî eserin rûh ve hayâtiyle uğraşılıyor. Bir eseri tekvîn eden siyasî,
içtimâî, dinî sebepler
gözden kaçırılmıyor.” şeklinde görüşler ortaya koyarak tenkidin
asıl amacının, eserin ruhuna
hitabeden yönlerinin ortaya konulması ve eser hakkında verilecek hükmün de yine bu ruha dayandırılmasını
öngörür.
Tefsir, şerh veya tahlil alanlarında Müslüman
milletlerin çalışmaları, Batıya nispetle daha önce
başlamış olmakla birlikte, özellikle Türk edebiyatında, metin incelemeleri
yapılırken bu tarihî tecrübelerden,
bu bilgi ve kültür birikiminden zamanında ve yeterli ölçüde istifade
edilememiştir.Tenkit
yahut incelemenin edebî bir tür olarak
Avrupa’da ortaya çıkması, 17. yüzyıla
rastlar. Başlangıçta
sadece aklın kurallarına dayandırılan ve esere sonuçları itibariyle yaklaşılan
eleştiri anlayışı,
zamanla aklın evrenselliği prensibinden vazgeçilmek suretiyle değişikliğe
uğramış ve metinde
duygusal eleştiriyi ön plâna çıkarmıştır. Aslında sözü edilen her iki eleştiri
yaklaşımında da, eserin
taşıdığı edebî değerinden ziyâde, o
eserde görülen eksik hususlar ile yanlış noktalara temas
edilmiş, bundan ötürü de edebî tenkitten beklenen sonucun ortaya çıkmadığı
gözlenmiştir. Bu konuda
Prof. Dr. Sadık Tural: “Eleştirebilmek için, doğru ve sağlıklı düşünmeyi
öğrenmiş olmak
gerekir. Eleştirme gücü, eleştirme hakkı, eleştirilebilmekten korkmayanların
görevidir; eleştirme
gücü, düşüncenin gücüyle doğru orantılıdır.” diyerek
eleştirmenin donanımına ve ahlâkî yapısına işaret etmekle kalmaz; eleştirinin,
keyfilik ve şahsilikten uzak, sistematik bir anlayışa dayanması
halinde sanat ve kültür dünyasına faydasının olacağına da işaret eder.
Türk
şiirinin üzerine ciddi bir şekilde
eğilme, edebî bir tür olan edebî tenkit yoluyla onun inceliklerini
ifade ve izah etme ameliyesi, Tanzimat’la
beraber görülmeye başlar. Ancak bu dönemde
konu hakkında yapılan araştırmalar,
sağlıklı bir edebî tenkit numunesinin ortaya konulamadığını;
bir kısım edebî mahsuller üzerinde yapılan tenkitlerin vukufsuzluk ve haksızlıklarla
dolu olduğunu ortaya çıkarmıştır. Zaman içinde edebi metinlerin; farklı yapı ve şekiller
göstermesi, muhtelif dönemlerin, devirlerin hatta edebî toplulukların görüş ve düşüncelerini
ortaya koyması, onların belli ölçülere dayanarak incelenmesini gerekli
kılmıştır.
Bir metnin
incelenmesinde aslolan husus; o metnin farklı bir gözle görülerek tanıtılması; farklı
açılardan ele alınıp analiz edilmesi ve tanımlanması; belli başlı değer yargıları içerisinde değerlendirilmeye
tabi tutmak suretiyle ondan, telkîn
edilen “fayda” ve “güzellik” adına hüküm çıkarılmasıdır.
Bu değerlendirmede, değerlendirilmeye esas teşkil eden eserin belli normlara
uygun olmayan
noktalarına temas edilebileceği gibi, o eserin dil, şekil, yapı ve anlam bakımından güzellikleri;
görünen anlamının derinliğinde örtülenmiş bulunan zengin hayâl dünyası; bediî
his ve tefekkürünün
dışa yansıyan ince, derin ve estetik
tezahürleri ortaya konulmalıdır.
Edebî
mahsullerin içinde kısa olmasına rağmen, en zor yazılanı, tabiatıyla da en zor
izah edilip
değerlendirileni kanaatime göre şiir
san’atıdır. Zirâ Aristo’dan günümüze
kadar tarifi bile edebiyat
bilimcileri, filozoflar ve bu san’atı bizzat ortaya koyan şâirler tarafından
farklı şekillerde yapılan
şiir san’atının, örtülenmiş bediî his, hayâl ve hakîkat iklimine; esrârlı bir
lisâna bürünmüş anlam
dünyasına yaklaşmak büyük bir sabrı, dikkati, azmi, birikimi, ciddi ve mukayeseli bir çalışmayı
gerekli kılar. Şiirin muhtevâsını teşkil
eden bediî tefekkür unsurlarının dile taşınma başarısı
Prof. Dr. Sadık Tural’ın ifadesiyle: “hem kavrama gücünü, hem de eleştirme
yetkisini hazırlar.”
Peyami
Safa: “Eşyada mevcut olmayan şeyleri görmek şiirdir. Büyük, harikulâde, güzel ve kutsal
olan her şey esrâra bürünmüştür. Şiir, sırrın dilidir.” derken
dolaylı yoldan ona, o sırrın diline;
mevhumlar, mecazlar, kavramlar dünyasına
ihtiyatla yaklaşmayı da öngörür. Mesajını hem yaşadığı,
hem de gelecek zamana duyuran bir
şâirin şiiri okundukça, okuyan
kişilere hâttâ eleştirmenlere
göre o şiirden farklı anlamların, farklı
çağrışımların, farklı duyuş, seziş ve yorumların
ortaya çıktığı bir vakadır. Prof. Dr. Sadık Tural: “Şiir, malzemesi dile
dayanan sanat eserlerinin
en bilmeceli ve en yücesi. Aynı şiir karşısında farklı şeyler duyulabilir,
farklı yorumlar yapabiliriz. Şiiri duymanın, görünmeyen noktalarını
aydınlatmanın yollarından biri, belki de birincisi, şiir tahlilleridir.” diyerek,
aynı şiir hakkında farklı eleştirmenler
tarafından farklı değerlendirmelerin,
yorumların yapılabileceğine işaret eder.
Merhum Ahmet Kabaklı : “Şiirler, büyük
oldukları ölçüde hem arka plâna, hem büyük kültüre, hem de ‘sırr’a dayanırlar.
Bu unsurları
içinde bol bol taşımayan eserlere şiir denemez. …Hakiki şiir de zaten, her
okuyuşta yeni anlamlar
bulduğumuz değerler değil midir?11 diyerek, hem hakîki şiirin taşıdığı unsurların neler olduğuna/olacağına
hem de onun her okunuşunda yeni anlamlar ortaya koyabileceğine dikkat çeker.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan: “Acaba bir san’at eserini herkes aynı derecede
anlayabiliyor mu?
Tecrübe gösteriyor ki; bu pek mümkün değil. Çünkü insanlar arasında anlayış
farkları oluyor. Bu biraz
da san’atkârın çeşitli vasıtaları kullanışından ileri gelen bir neticedir.
…Bazen san’atkâr, kendisinin
de farkında olmadığı bir takım duyguları ifade edebilir.”12 diyor. Psikolojik yapısı biri birinden
farklı olan insanın, gördüğü, okuduğu, duyduğu bir eser karşısında diğer
insanlardan farklı duygu ve
düşüncelerin içerisine girmesi, farklı tavırlar, tepkiler göstermesi, farklı
ölçülerde hazlar duyması
tabiîdir.
Şiirin
yapısına sindirilecek bediî tefekkürün, o şiirin dil, muhteva ve şekil hususiyetlerine has olan
unsurlarla terennüm edilmesi, bu vasıtalarla bir güzelliğin telkin edilmesi
şâirin; o şiirin saf
güzelliğini telkin eden kapalı, girift
ve derin unsurların neler olduğunu izah etmek de edebiyat tenkitçisinin
görevidir. Bu itibarla edebiyat tenkitçisi; saf
şiirin, hakîki şiirin kendisinde
bıraktığı derin his
ve tefekkür sorumluluğunun ağır yükünü, gücü ve mahareti nispetinde yüklenerek,
şâirin solukladığı
his, hayâl ve hakîkat ikliminde şâirle
aynı havayı teneffüs edebilmeli ve gördüğü güzelliği,
duyduğu hissiyatı, tattığı lezzeti aynı hassasiyetle incelemesinde, fayda ve
güzellik adına, estetik
bir değer olarak ortaya koyabilmelidir. Zirâ
şiir, özellikle güzelliğe karşı sorumludur ve güzelliğin
peşindedir.
Hissettiren,
tebliğden ziyâde telkin eden şiir
san’atında, telkin edilen, hissedilen
güzelliği sese, söze ve dil âhengine dökmek, onu hissedildiği şekliyle ifade etmek sanıldığı kadar kolay
bir iş değildir. Evet özellikle bu
ifadenin üzerinde ısrarla durmak istiyorum; o eserin ortaya konuluşundaki
hissiyatı, aynı derecede hissedebilmek…
Tabiri caizse, az sözle çok şeyi bünyesinde barındıran duygu ve düşünce
dilindeki, ilhamın ve hayretin estetik tezahürlerini yakalama ve anlama
sorumluluğu!… Dıştan içe, şekilden
muhtevâya doğru bir yol takip ederek, sabırla
şiirin iç dünyasına, ruhuna doğru ilerleme, ondaki estetiği duyma,
kavrama ameliyesini gerçekleştirmek!…
Diyebilirim ki, büyük bir sorumluluğu ve birikimi gerektiren bu iş ve
işçilik, edebî tenkidin en zor, en ahlâkî, en felsefî ve en psikolojik yönünü
teşkil eder. Bu safhadan sonra eleştirmenin görevi, ilim diliyle ve mukayeseli
bir çalışmayla şiirden duyduğunu
duyurmak, anladığını anlatmak için tahlilini, tespit ettiği olumlu-olumsuz
yönleriyle ve objektif bir bakış açısıyla ortaya koymaktır. Şâirin duyuş ve
düşünüş tarzının bir ifâdesi olan şiir,
bir bütün olarak anlaşıldıktan sonra, onun teferruatına inmek, şairin namusu olarak telakkî edilen mısra
yapısı üzerine eğilmek ve bu suretle parçaları bütüne bağlamak, sanırım
eleştirmeni sağlıklı sonuca götürecek
en güvenilir yoldur. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın dediği gibi: “Şiirde duygu ve düşünce; dil, şekil
ve üslûp vasıtasıyla tesirli hale gelir. Fenomonolojik bakımdan da bize ilk
çarpan tabaka, şiirin
dili ve şeklidir. Bundan dolayı tahlilde
onlardan hareket ederek muhtevâya gitmek daha doğrudur.
… Bununla beraber, içten dışa, muhtevâdan üslûba gitmek yanlış değildir ve bizi aynı neticeye
götürür; yeter ki, nereden hareket edilirse edilsin, şiiri vücûda getiren başlıca unsurlar ve
aralarındaki münâsebetler dikkatli bir şekilde incelensin.
Yunus’un hayata bakışı ve dünya görüşü ile,
Karacaoğlan’ın hayata bakışı ve onu, o bakış açısından anlaması, ifade etmesi
ve değerlendirmesi aynı değildir. Şiirde;
fayda ve güzellik adına tebliğ ve hassaten telkin edilen his, hayal, düşünce ve
fikir nedir?..
Bu bediî tefekkür unsurları, hangi dış ve iç
şartların tezahürleriyle ortaya çıkmış, nasıl duyulmuş
ve ne şekilde duyurulmuştur?.. gibi
sorularının muhatabı olan, bu sorulara cevap aramak ve bulmak
mecbûriyetini üstlenen eleştirmen; şâirin, iç ve dış âleminde kopan
fırtınaların yönünü, şiddetini,
oluştuğu mekânını, zamanını ve sebeplerini bilmezse; diğer bir ifadeyle, her
biri ayrı bir his, hayâl
ve hakîkat dünyası olan şiirde, ona
akseden psikolojik, fizikî ve metafizik yapıyı tanıyıp, tanıtmazsa o eleştiriden sağlıklı bir sonucun alınması
mümkün değildir. Zirâ estetik duygu, bir üst dili
haline dönüşüp estetik zevki duyurmazsa, şiir, şiir olma hasletini kaybeder.
Fuzûlî’ nin:
Mende
Mecnûndan füzûn aşıklık isti’dâdı var
Âşık-ı
sâdık menem Mecnûnun ancak adı var
mısralarında
kullandığı şiir dilinde; dikkatle
seçilen kelimelerin, görünen çıplak anlamlarıyla kalmayıp,
üzerlerinde düşünüldükçe mânâya doğru gittikçe derinleştiklerini görmek;
keza, şiirin ruhuna
nüfuz eden mecazların, temel anlamlarından farklı şekil ve yapılara bürünmüş
kavramların, o anlayış
ve ifade ediş biçimleriyle ortaya konulması edebî tenkittir. Olmuş bir yürekten
mısralara dökülen
duygu sesinin, sözünün güzelliğini; aşk çığlığının acı ve ıstırabını;
şâire has olan estetik heyecanların
derinliğini onunla birlikte duymak, anlamak, yaşamak, paylaşmak ve bunu aynı duyarlılıkta
metnin diğer parçalarıyla birleştirip inceleme/tahlil adıyla değerlendirmek,
bundan da hüküm
çıkarmak!.. İşte edebiyat tenkitçisinin
işi… Bu beytin ilk mısraında geçen “istidâd” kelimesiyle
ilgili Prof. Dr. İskender Pala : “istidâd” kelimesi belli bir amaç
kastedildiği için oradadır.
“İstidâd” ilk bakışta herkesin zannettiği gibi kuru kuruya bir “yetenek” değil
“insanın doğuştan
getirdiği kabiliyet, bir şeyi kavrama ve
kazanma “yeteneği”dir. Bu durumda şairin sözünü
ettiği aşk, tıpkı şairlik, müzisyenlik,
aktristlik gibi fıtrî bir yetenek meselesi olup herkeste bulunmayabilir.
Yani herkes âşık olduğunu sanabilir, ama yaratılışında aşk yeteneği olanların
aşkı daha başka
olacaktır. Tıpkı herkesin şiir yazması; ama gerçek şair olamaması gibi. O halde
şairin söylediği
âşıklık istidâdı bir “Allah vergisi”dir. Ve Mecnun’dan daha ziyâde âşıklık
ispata bağlıdır.”
diyerek bir bakıma eleştirmeni,
mısralarda geçen bir kısım çekirdek
kelimelere, mevhumlara
ihtiyatla yaklaşmaya; onların edebiyat tarihi içindeki edebî, tasavvufî, dinî anlamlarının
üzerinde sabırla, dikkatle düşünmeye davet etmiyor mu?... Prof. Dr. Mehmet
Kaplan: “Bir çok
şeyi umumî ve sathî olarak bilmektense, birkaç şeyi derin surette tanımak,
şüphesiz daha iyidir.
Tabiat âlimi, tabiatı toptan tedkike
kalkmaz. Küçük ve münferit bir hadiseyi veya varlığı inceler,
ondan umumî hükümler çıkarır.”
diyerek
elde bulunan bir metnin derinliğine nilmesine, bütün yönleriyle ortaya
konulmasına işaret eder. İnsanı,
tabiatı, hayatı ve hadiseleri edebî bir dil ve estetik heyecan duyarlılığı
içinde ifade edebilen
bir metnin, mecaz ve duygu dünyasından, imajlarının ufkuna inmek, o metnin
derinliğine nüfuz
etmek ancak, o edebî eser üzerinde belli
usul ve esaslara göre yapılacak inceleme metoduyla mümkün
olmaktadır. Eleştirmen, incelediği veya inceleyeceği eserin edebî değerinin
bulunup bulunmadığını;
metnin özüne sindirilmiş millete ait değer yargılarının olup olmadığını;
metinde, toplumun
faydadan güzele, maddeden mânaya doğru akıp giden estetik heyecanlarının ele
alınıp alınmadığını
sistematik bir şekilde ortaya koymak ve
bu hususta seçici olmak mecburiyetindedir. Burada
eleştirmenin yaptığı iş, tahlili yapılan şiirin okuyucu tarafından daha
yakından tanınmasını sağlamak,
onun bir takım semboller, mazmunlar, mefhumlarla örtülenen fikir, his, hayal ve
hakîkat dünyasındaki
edebî güzelliğini anlaşılır kılmak, devrinin estetik anlayışına uyup uymadığı hakkında
objektif bir hüküm çıkarmaktır.
Şiirin şekil, mânâ ve dil
yönünden derin bir seziş ve anlayış
kabiliyetiyle değerlendirilmeye tabi tutulması; o eserin okuyucu tarafından
sevilmesine, diğer
eserlerle mukayesesinin yapılmasına, fertten topluma doğru bir seyir takip
ederek devrin sanat
ruhuna ait şevk, zevk ve heyecanların ortaya çıkmasına da zemin hazırlar. Bu
konuda Prof. Dr. Mehmet
Kaplan:“San’at eserinde bahis konusu olan sadece muhteva değildir. San’at eserinde şeklin,
yapının, imaj sisteminin, şiirse sesin hasılı çok çeşitli unsurların
rolü vardır. Değerlendirirken
sadece muhteva değerlendirilmez. San’at eserinin bütün unsurları değerlendirilir.
Değerlendirici hükümlere gitmek mümkün müdür derken; cevap elbette mümkündür
olmalıdır. Zaten tahlilden maksat, edebî eseri anlamak ve değerlendirmek
demektir.” diyerek
düşüncelerimize aynı açıdan ışık tutmaktadır.
Şiir
tahlillerinde, incelenen şiirle alâkalı
herkes tarafından kabul görecek ortak bir kısım görüşleri
tespit etmek, bu değerlendirmeler sonucu kat’i neticelere ulaşmak her
zaman mümkün olmayabilir.
Edebî tenkitte, bu ve buna benzer sonuçlar eleştirmeni yeise düşürmemelidir.
Şâir;
insanın ve tabiatın muhtelif görünüm,
şekil, hal ve davranışlarının tezahürlerine dayanarak
duyduğu bediî tefekkürü; tabiattaki renklerden, hareketlerden, seslerden
etkilenerek ulaştığı
estetik heyecanı, şiirinde açıkça ortaya koymaktan ziyâde, bir takım mecazlar
aracılığı ve semboller
yoluyla terennüm eder. Şâir bu şekilde,
şiirinde işlediği mevzu ile âlakalı zevk aldırıp heyecan
uyandırarak, tebliğ ve telkin edeceği faydaya, güzellik ve mükemmeliyete
ulaşır. Ancak, şiirde söz konusu edilen bu fayda, bu güzellik
duygusu nedir?.. Şiirden beklenen bu unsurlar, o şiirin
hitap ettiği cemiyetin bu sahadaki heyecanlarını, kabullerini, zevklerini hattâ
değer yargılarını ne
derecede yansıtmaktadır?.. Şiirden beklenen fayda ve güzellik duygusu,
okuyucuya nasıl, hangi yoldan,
ne şekilde ve ne kadar
yansıtılmıştır?... Nihayet o edebî eser, devrin ruhuna nüfuz eden güzellikleri
terennüm edebilmiş midir?.. Büyük bir kültür ve medeniyetin san’at anlayışına
ses ve soluk
olabilmiş midir?... Tarzındaki soruların cevabı ancak, o eserin her cephesinin
ele alınması, anlaşılıp tahlil
edilmesi suretiyle vuzuha kavuşur. Bu
itibarla eleştirmenin görevi; şâirin,
büyük bir kültür ve medeniyetin estetik anlayışı ve kabulleri olan şiirinde,
okuyucuya tebliğ ve özellikle telkin ettiği mesajı, bütünüyle kavraması,
sezinlemesi ve bunu şâirin şiir âleminde ifade edebilmesidir.
Her
insanın dolayısıyla her şâirin
“güzel” ve “güzellik” anlayışı farklıdır. “Sanat Allah’ı aramaktır.”
diyen, “mutlak güzel”in hasretini her mısraında terennüm eden bir şâirin şiirinde güzellik,
ulvî ve ilâhî bir estetik değer olarak görünürken, başka bir şairde bu güzellik anlayışı insana,
tabiata, eşyaya yönelerek farklı şekillerde tezahür edebilmektedir. Bu durum
büyük ölçüde şâirin
içinde yaşadığı kültürle, mensubu olduğu medeniyetin ortaya koyduğu dünya
görüşüyle alâkalıdır.
Zirâ mensubu olduğumuz İslâm kültür ve
medeniyetinin şiir sanatına has olan güzellik telâkkisi;
güzelliği bu kaynağın dışında farklı yerlerde arayan, değerlendiren her türlü
edebî topluluktan,
akımdan, devirden ayrı olarak insanda, tabiatta ve kâinatta “Allah’ın
cemal sıfatını arayarak
yol almaktadır.”
Sûfîlere
sohbet gerek ahîlere ahret gerek
Mecnunlara
Leylî gerek bana seni gerek seni
diyen
Yunus’un güzellik anlayışında; Allah’a (cc) olan derin bir inanç, O’na duyulan
samimi bir sevgi ve
muhabbet ile derin bir aşk iştiyâkında “fenâ fillâh” mertebesine
ulaşmak vardır. Yunus, dünya ve
ahret nimetleri karşısında önce hayret ve hayranlığını gizleyememiş, bilâhare bu duyuş ve
düşüncesinden vazgeçerek Allah’tan (cc) sadece “Mutlak Güzellik” talebinde
bulunmuştur. Bundan
ötürü şiirin dışındaki güzel sanatların
hemen hepsi, evrensel bir hüviyet taşımalarına rağmen
şiir; dil, ses, ahenk, ifade ediş tarzıyla olduğu gibi duyuş ve düşünüş
yapısıyla da millî bir hüvîyete
sahiptir. Ancak, şiirin muhtevasına
taalluk eden bu millîlik, şiirin dil
ve şekil/form unsurları
kadar kesin ve kalıcı değildir. Zirâ başlangıçtan bu yana menşei dine dayanan şiirin, muhtevasını
vücûda getiren bediî tefekkür unsurları, çoğunlukla “inanç” gibi evrensel bir
hüviyet taşımaktadır.
Şâirliğinin yanında aynı zamanda büyük bir mutasavvıf olan Yunus’un:
“Yaratılmışı seveceksin
yaratandan ötürü” sözüne dayanan “insan
sevgisi”nin, “insanlık anlayışı”nın yahut: “Mecnunlara
Leylî gerek bana seni gerek seni”
mısraındaki ilâhî aşk iştiyakının
evrenselliği tartışılamaz.
Ancak biz, Yunus’tan günümüze kadar gelen bu sesi, bu söz kudretini, Allah’ın
(cc) bize bahşettiği
ana dilimizin ifade zenginliği ile sesimizin derin âhengi sayesinde
duyabilmekteyiz. Kur’ân’ı
Kerim, vazettiği hükümleriyle bir zümreyi, yahut bir kavmi değil, bütün bir
insanlığı muhatap
almakta, bütün bir insanlığa kucak açmaktadır.
İslamiyet’in kabulünden sonraki Türk şiirinin
beslendiği yüce dinimizin ana
kaynaklarında, esasa taalluk eden hemen bütün kaide ve kurallar
evrenseldir. Bu itibarla eleştirmen, şiirin esas unsuru olarak ortaya çıkan
“fayda”, “güzel” ve
“güzellik” kavramlarının yüklendiği duygu, hayal ve hakîkatin membaını iyi
tayin etmeli, dış yapıdan
içe yönelerek o şiir denilen esrârı, o tefekkürün dilini, her cephesiyle
görmeli, anlamalı ve tespit
ettiği temel fikri edebî değer olarak ortaya koymalıdır.
Dr. Rıfat ARAZ
Kaynak:
Mehmet
KAPLAN, Tanpınar’ ın Şiir Dünyası, Dergâh yayınları, İstanbul 1983, İkinci
Baskı,s.59.
S.Ahmet ARVASİ, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz,
Türkmen Yayınevi,İstanbul,1982, s.109.
Faruk
K.TİMURTAŞ, Yunus Emre Divanı, Tercüman 1001 Temel Eser,1, s.153
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|