Halk Şiirinde Kullanılan Nazım Şekilleri
HALK ŞİİRİNDE
KULLANILAN NAZIM ŞEKİLLERİ
I. HECE ÖLÇÜSÜYLE
SÖYLENENLER
A. ANONİM HALK ŞİİRİ
NAZIM BİÇİMLERİ (Sahibi Belli Olmayan Ürünler)
1. MÂNİ
Halk
şiirinin en küçük nazım biçimidir. 4
mısralık bağımsız şiirlerdir. 7’li hece ölçüsüyle
yazılır. Uyak düzeni aaba şeklindedir. Kafiyelenişi
bakımından İran kaynaklı bir şekil olan
rübâîye benzer. 14. ve 15. yy.
şairlerimizin divan şiirine kattıkları “tuyuğ”un da
mâniden geliştirildiği sanılmaktadır. Mânilerin ilk
iki dizesi uyağı doldurmak ya da temel
düşünceye bir giriş yapmak için söylenir. Bunlara doldurma mısralar da
diyebiliriz. Bazen sadece ilk dize doldurma olabilir.
Genellikle asıl söylenmek istenen düşünceyle
ilgisiz gibi görünür; ama konu ile ilgili
de yorumlanabilir. Temel duygu ve düşünce
son dizede ortaya çıkar. Başlıca konusu aşktır. Mânilerde şen ve
hafif temalar işlenmiştir. Anadolu’da kadınlar arasında mâni
söyleme geleneği yaygındır.
Mâniler
genellikle 4 dizeden oluşur. Ama bu sayı
bazen 14’e kadar yükselir. Çok dizeli mâniler
genellikle tercih edilmemiştir. Çünkü bunlara hem uyak bulmak hem de uzun
mânileri akılda tutmak daha zordur. Mâniler hangi amaçla söylenirse söylensin
mânici, mâni yakıcı, mâni düzücü denilen kişiler tarafından doğmaca
olarak ve özel bir ezgiyle söylenir.Mâniciler mâninin kafiye
ve redif kısmına ayak derler. “Ayak
bulmak”, “Ayağı ayağına getirmek”, aynı kafiyede bir başka beyit
bulup veya hemen düşürüp söylemek demektir ve bu, onlar arasında en makbul
sanat, bir zekâ eseridir.
Mâni Türleri
1. Tam
Mâni (Düz Mâni): Dört dizeli ve 7’li
hece ölçüsüyle söylenen klasik mânilerdir. Aşağıda örnekler
verilmiştir.
-1-
Elmayı bütün dildim
Çamura düştü sildim
Ben yârimin kıymetin
Gittikten sonra bildim
-2-
Kaşların ok dedikçe
Kirpiğin çok dedikçe
Pek mi gönlün büyüdü
Sen gibi yok dedikçe
-3-
Kaleden iniş olmaz
Ham demir gümüş olmaz
Güzele gönül verdim
Ölürüm dönüş olmaz
-4-
Gidene bak gidene
Güller sarmış dikene
Mevlâ sabırlar versin
Gizli sevda
çekene
2. Kesik Mâni:
Birinci dizesinin hece sayısı yediden az
olan mânilerdir. Dizeleri cinaslı uyaklarla kurulur.
Bundan dolayı böyle mânilere cinaslı mâni
de denir. Kesik mânilerde anlam birimi beyittir. Yani her beytin
anlamca öteki beyitlerle ilgisi yoktur. Aradan bir beyit
çıkarılmasıyla mâninin yapısında ve anlamında
bir bozukluk meydana gelmez.
Cinaslı mânilerin çoğu
İstanbul mânileridir. Örneklerde görüldüğü gibi kesik
mâniler dört dizeden oluşabildiği gibi daha
fazla dizeden de oluşabiliyor. Birinci dizesi 7 heceli olan kesik mânilere
doldurmalı kesik mâni ya da ayaklı mâni denir. Aşağıda örnekler verilmiştir.
-1-
Ah o beni o beni
Kâkül örtmüş o beni
Ben yârimi unutmam
Unutsa da o beni
-2-
Ah demedi demedi
Elinde gül demedi
Ben nasıl güleceğim
Yâr bana gül demedi
3. Artık Mâni: 4 dizeli
genel tipte olan mâniye, aynı uyakta başka dizeler eklenerek söylenen
mâniye denir. Bunları dize sayısı 4’ten
fazla olan kesik mânilerle karıştırmamak gerekir. Artık
mânilerde genellikle cinaslı uyak kullanılmadığı gibi 1. dizeleri de
anlamlıdır. Yani doldurma dediğimiz mısralar yoktur. Bütün dizeler asıl konu
ile ilgilidir. Artık mânilere yedekli mâni de denir. Aşağıda örnekler
verilmiştir.
-7-
Böyle bağlar
Yâr başın böyle bağlar
Gül açmaz bülbül ötmez
Yıkılsın böyle bağlar
-2-
Yâr asar
Hekimsen bak nabzıma
Cerrah isen yara sar
Beni kimse asamaz
Asar ise yâr asar
-4-
Sürüne
Madem çoban değilsin
Arkandaki sürü ne
Ben bir körpe kuzuyum
Al kat beni sürüne
Beni böyle yandıran
Sürüm sürüm sürüne
-6-
Yaraşır
Geçti gönül yaraşır
Ben bu dağı aşamam
Tut kolumdan yâr aşır
Yâr cemâlin pek güzel
Her ne giysen yaraşır
-3-
Ayna güzel
Yüz güzel, ayna güzel
Güzel yâri görenler
Dediler ay ne güzel
Oturmuş zülfün tarar
Dizinde ayna güzel
-1-
Dağıdır
Çıktım dağlar başına
Sordum bu ne dağıdır
Felek bana ses
verdi
Dedi sevda dağıdır
(dağ: yara)
Çirkin otağın kurmuş
Gelir güzel dağıtır
Ellerle gönül oynar
Bana çene dağıtır
-5-
Bugün al
Yârim giymiş bugün al
Şâd edersen bugün et
Can alırsan bugün al
-1-
Ağlarım çağlar gibi
Derdim var dağlar gibi
Ciğerden yaralıyım
Gülerim sağlar gibi
Her gelen bir gül ister
Sahipsiz bağlar gibi
-2-
İlkbahara yaz derler
Şirin söze naz derler
Kime derdim söylesem
Bu dert sana az derler
Kendin ettin kendine
Yana yana gez derler
-3-
Ekin ektim bitmiyor
Boya vurdum tutmuyor
Aramızda dağlar var
Elim yâre yetmiyor
Şekerli yemek yaptım
Boğazımdan
gitmiyor
4. Deyiş (Karşılıklı
Mâni): İki kişinin karşılıklı olarak söyledikleri mânilere
denir.Bunlar sorulu cevaplı bir biçimde düzenlendikleri gibi karşılıklı
konuşma olmadan bir konu üzerine de söylenebilir. 4 dizeli klasik mâni şeklinde
söylenir. Mâniler anonim olmakla birlikte söyleyeni belli olanları da vardır.
Bunlar kimi saz ve tekke şairlerince söylenmiştir. Bu mânilerin ilk
dizelerinde şair mahlasını söyler. Aşağıda örnekler verilmiştir.
Hatâyi’m hâl çağında
Hak gönül
alçağında
Bin Kâbe’den yeğrektir
Bir gönül al çağında
Halk
şairlerimizden başka ünlü edebiyat tarihçisi
Mehmet Fuat Köprülü; yine edebiyatımızda Beş Hececiler isimli
şairler topluluğundan Orhan Seyfi Orhon ve Yusuf Ziya Ortaç da mâniler
yazmıştır. Aşağıda örnekler verilmiştir.
Elinde altın tepsi
Kız yolunu kim kesti?
Çiçekler takınsana
Sevda yelleri esti
Mehmet Fuat Köprülü
Can işte canan hani
Dert işte derman hani
Gönül sarayı bomboş
Beklenen sultan hani
Orhan Seyfi Orhon
Gözlerin mavi mine
Vuruldum perçemine
Aşkın beni çevirdi
Aslı’nın Kerem’ine
Yusuf Ziya Ortaç
Mâniler
7’li hece ölçüsüyle söylenir. Ancak 8 veya
4, hatta 11 heceli mâniler devardır.
Özellikle bekçi ve davulcu mânileri diye
tanınan Ramazan mânilerinin çoğu 8 hecelidir.
2. TÜRKÜ
Türlü
ezgilerle söylenen anonim halk şiiri nazım
biçimidir. Halk şiirinin en eskibiçimlerindendir.
Anadolu dışında türkü yerine “yır” veya
“cır” kelimesi kullanılmıştır.Anadolu’da da
yırlamak, ırlamak türkü söylemek anlamlarında
kullanılır. Türkü kelimesi Türk kelimesine Arapça î nisbet eki
getirilerek ortaya çıkmıştır ve “Türk’e mahsus” demektir. Bu kelime
ilk defa 15. yy.da Doğu Türkleri tarafından
kullanılmıştır. Söyleyeni belli olan türküler var dense de
memlekete yayılarak yeni mısra ve ezgilerle değişip genişlemiştir. Yani
ilk söylendiği şekliyle kalmaz, değişir ve
toplumun tamamına mal olur. Türküler bir olay
karşısındaki içli duyguları, tepkileri dile
getirir. Büyük tarihî olaylardan değil de
çevreyi ilgilendiren olaylardan çıkar. Olağanüstü olay ve kişilere
yer vermez. Daha çok bireysel ve sosyal olaylara dayanır. Bunlar
türküyü destandan ayıran özelliklerdir. Türkülerimizin çoğu
aşk, üzüntü, ölüm, hasret ve gurbet
üzerine söylenmiştir. Genellikle acıklı ve
dokunaklı olmaları nedeniyle “türkü yakmak”
deyimi yaygındır. Bu deyim aynı zamanda
türkünün bilinen bir olaydan çıktığını da gösterir. Türküler hece ölçüsünün her
kalıbıyla söylenir.
Bir türkü iki bölümden
oluşur.
I. Bent: Türkünün asıl
sözlerinin bulunduğu bölümdür.
II. Bağlama (KavuĢtak):
Her bendin sonunda tekrarlanır, yani nakarattır.
Bentler ve kavuştaklar
kendi aralarında uyaklanır. Türküler söylendikleri
bölgelere, ezgilerine, konularına ve yapılarına
göre çeşitli isimler alır.
Söylendikleri Bölgelere
Göre Türküler
Bingöl
ağzı, Urfa ağzı, Eğin ağzı... Kimi tanınmış
türküler de içindeki en etkili sözlerle anılır: Ayşe’m,
Zeynep’im, Fidayda, Adanalı gibi.
Seydi’m eder taşlı
dağlar
Çiçekli kuşlu dağlar
Sen de mi yârdan
ayrıldın?
Gözlerin yaşlı dağlar
de bu bölüm
içinde yer alır. Uzun hava şeklinde olan usulsüzlerin ise divan, bozlak,
koşma,hoyrat, kayabaşı, Çukurova, ağıt, maya, türkmani gibi çeşitleri
vardır.
Konularına Göre
Türküler:
Ninniler: Annenin
çocuğunu kucağında, ayağında, beşikte veya salıncakta uyutmak
için sağa
sola belirli bir ritimle sallarken kendine
özgü bir besteyle söylediği basit sözlü
türkülerdir. Daha önceden ezberlenen metinler tekrar edilebildiği gibi o anda
doğmaca olarak da söylenir. Ninnilerde anne
çocuğu ile ilgili iyi dileklerini, kendi
sevinç ve üzüntülerini yanık bir hava içinde dile getirir.
Çocuk
Türküleri: Çocuklara sağlam bir kişilik
kazandırmak, iyi duygu ve düşünceler aşılamak
için yazılmış ve bestelenmiş türkülerdir.
Okullarda ulusal bayram günlerinde söylenen şarkılar da bu bölüme
girer.
Doğa Türküleri:
Yaylalar, dağlar, ormanlar, dereler, geyikler, kuşlar, çiçekler gibi türlü doğa
varlıklarını konu alan türkülerdir. Bu konular belli bir olaya bağlı
olabileceği gibi türlü duyguların anlatılmasında da
etkili olur. Bu türkülerde doğanın canlı
cansız bütün varlıkları duygulu ve anlayışlı bir insan gibi düşünülür.
Aşk Türküleri: Aşk,
kavuşma ve ayrılığı dile getiren içli türkülerdir.
Kahramanlık
ve Askerlik Türküleri: Savaş, göç, akın
gibi olayları yiğitçe bir üslupla anlatan türkülerdir.
Cinayet, baskın, isyan gibi olaylarla ilgili türküler de bu
bölüme girer. Kahramanlık türkülerinin çoğu halk şairlerince söylenmiş,
sonradan halka mal olmuştur.
Örneğin Genç Osman
Türküsü Kul Mustafa’ya aittir.
Tören Türküleri: Kına
gecesi, nişan, düğün gibi törenlerde okunan türkülerdir.
İş Türküleri:
Toplu olarak bahçede, bağda, bostanda,
tarlada çalışırken söylenen türkülerdir.
Karşılıklı
Türküler: İki kişinin karşılıklı olarak
belli bir konu üzerinde söylediği türkülerdir.
Genellikle eğlenceli ve hafif konuludur ve
halk hikâyelerinde görülür. Dörtlüklerle söylenir.
Ölüm
Türküleri (Ağıtlar): Genç yaşta hastalık,
cinayet, kaza gibi nedenlerle ölenler için yakılan
türkülerdir. Bu türküler ölenin yakın akrabası, nişanlısı, karısı ya da kendi
ağzından söylenir. Ağıtlarda ölen kişinin kişisel özellikleri, ona karşı
duyulan sevgi; yaşayışı,
yaptıkları
ve geride kalanların duyguları dile
getirilir. Sözleri ve bestesi acıklıdır. Ağıt,
usulsüz türküler arasındadır, yani uzun
havadır. Ölü başında okunan ağıtlarda ise
saz kullanılmaz. Başka yerlerde okunduğu takdirde
saz, açılıştan sonra karar sesinde kalır. Bu
karar sesinde kalmaya “dem tutma” denir.
Ağıtçı bu karar perdesinden daha tiz
seslere çıkarak ve daha sonra da pes seslere inerek doğaçlama
olarak yaktığı ağıtı okur. Ağıtlardan düz yazı veya başka şiir biçiminde
olanları da vardır. En eski ağıt Firdevsî’nin Şehnâme’sinde Afrâsyâb olarak
geçen Alp Er Tunga için söylenen ağıttır. İslamiyet’ten önce bu
şekildeki şiirlere sagu deniliyordu. Ağıtları ölen kişilerin
ardından söylenen destanlarla karıştırmamak gerekir.
Bu tür destanları genellikle adlarını, mahlaslarını açıkça belirten
âşıklar söyler. Bunlar ağıtlardan çok daha geniş bir alana yayılabilir.
Destanlar metin hâlinde kalır ve özel bir ezgiyle okunmaz.
Oyun
Türküleri: Besteleri oyun hareketlerine ve
figürlerine uygun türkülerdir. Bunlar oyun sırasında söylendiği
gibi oyun dışında da söylenir.
Ezgilerine Göre
Türküler
Usullüler
Genellikle oyun
havalarıdır.
Usulsüzler
Bunların hepsi de uzun
havalardır.
Genellikle oyun havaları
olan usullü türküler
Konya’da oturak,
Urfa’da kırık hava, Ege’de zeybek, Karadeniz kıyılarında horon,
Kars ve Erzurum’da Sümmani ağzı; Ordu, Giresun,
Trakya ve Marmara’da karĢılama; Isparta ve Eğridir’de
datdiri adlarıyla da tanınmaktadır. Bu oyun
havalarından başka güzelleme, koşma, ninni, taşlama, yiğitleme
B. ÂŞIK EDEBİYATI NAZIM
BİÇİMLERİ (Sahibi Belli Ürünler)
1. KOŞMA
Divan
edebiyatında en çok sevilen ve kullanılan
nazım biçimi gazel, halk edebiyatında ise
koşmadır. Koşma hece ölçüsünün 11’li kalıbıyla
yazılır. 6+5 ya da 4+4+3 duraklı olur.
4 dizeli bentlerden (dörtlüklerden) oluşur.
Dörtlük sayısı genellikle 3 ile 5 arasında
değişir. Dörtlük sayısı 5’ten fazla koşmalar vardır; ancak 3’ten az olanı
yoktur. Uyak düzeni genellikle şu 2 şekilde olur: abab, cccb, dddb.../ abcb,
dddb, eeeb.. Şair koşmanın son dörtlüğünde mahlasını söyler.
Koşmalar
genellikle lirik konularda söylenir. Tabiat, aşk,
hasret, yiğitlik ve başka temalar işlenebilir. Konu aşk
ve tabiatsa saz şairleri daima koşma nazım
şeklini tercih eder. Koşmalar kendine özgü bir ezgiyle okunur. Ezgiyle
okunuşlarına göre çeşitli adlar alır: Acem koşması, Kerem, Kesik Kerem,
Gevherî gibi. Hece ölçüsünün 8’li kalıbıyla
söylenmiş bazı şiirlere, koşma ezgisiyle okunduğu için koşma denilir.
Halk arasında özel bir ezgiyle okunan şiirlere de koşma denir. Karşılıklı
konuşma biçiminde söylenen koşmalara mürâcaa denilir. Bunlar dedim-dedi
şeklinde yazılır ve genellikle sorulu cevaplı olarak düzenlenir.
Koşma Çeşitleri
Koşma-ġarkı:
Bu tür koşmalarda ilk dörtlüğün 2.
dizesi ilk dörtlük dâhil bütün dörtlüklerin 4.
dizesinde nakarat olarak tekrarlanır.
Tecnis: Bütün uyakları
cinaslı olan koşmalara denir.
Musammat
Koşma: Dizelerinde iç uyak bulunan
koşmalara denir. Her dizenin sonundaki uyak, dizelerin
içindeki belirli duraklarda tekrarlanır. Divan şiirinde musammatlar eşit
iki parçaya ayrılabilen kalıplarla yazılır;
fakat halk şiirinde bu kurala uyulmaz. 6+5
duraklı kalıpla yazılan musammat koşmalarda iç uyak genellikle 6. hece üzerinde
bulunur. Ayaklı (Yedekli) Koşma: Koşmanın ilk dörtlüğünün 2. ve 4.,
öteki dörtlüklerinin de sadece 4. dizelerine 5
heceli bir dize eklenerek oluşturulan
koşmalardır. Eklenen bu dizelere divan şiiri nazım biçimi
müstezadda olduğu gibi ziyade denir. Uyak düzeni baAbaA, cccaA, dddaA
şeklindedir. Ziyade dizeler büyük harfle gösterilmiştir. Ziyade dizeler bazen
2ve daha fazla olabilir. Ayaklı koşmalar genellikle musammat koşma biçiminde
yazıldığından onlara musammat ayaklı koşma veya musammat müstezad koşma
da denir.
Zincir-bend
Ayaklı Koşma: Zincirleme biçiminde yazılan
koşmalara denir.
Zincirleme
şöyle yapılır: Dörtlüklerin 4. dizesinin uyaklı sözcüğü, bir
sonraki dörtlüğün ilk sözcüğü olur. Bu zincirleme
biçimi, ezberlemeyi kolaylaştırdığı için daha
çok destanlarda kullanılır.
2. DESTAN
Halk şiirinde en uzun
nazım biçimi destandır. Kimi destanlarda dörtlük sayısı 100’ü geçer.
Nazım birimi, uyak düzeni koşma ile
aynıdır. 11’li hece ölçüsüyle söylenir. Hece
ölçüsünün 8’li kalıbıyla yazılan destanlar
da vardır. Son dörtlükte şair mahlasını
söyler. Destanların da kendine özgü bir ezgisi vardır ve bu ezgiyle okunur.
Destanın özelliği savaş, göç gibi halk hafızasında iz bırakmış ve az çok
efsaneye karışmış bir olayı işlemesidir. Yalnız bu destanın, sözlü edebiyat
verimleri arasındaki Oğuz Kağan Destanı, Ergenekon Destanı gibi büyük
destanlarla bir ilgisi yoktur. Bu büyük destanlar anonimdir.
Konularına Göre
Destanlar
a) Savaş
Destanları: Bir savaşı görmüş ya da
başkasından dinlemiş şairin, gördüklerini ya da duyduklarını şiir
olarak anlatmasıdır.
b) Felaket Destanları:
Deprem, yangın, salgın hastalık gibi felaketleri etkili ve acıklı bir dille
anlatan destanlardır.
c) Eşkıya ve Ünlü
Kişilerin Serüvenlerini Anlatan Destanlar
d) Mizahi Destanlar
e) Taşlama ya da
Eleştiri Destanları: Toplum çeşitli yönlerden eleştirilir.
f) Atasözleri Destanları:
Atasözleriyle türlü öğütler verilir.
g) Hayvan Destanları:
Hayvanlar hakkında bilgi veren destanlardır.
h) Yaş
Destanları: İnsanın doğumundan ölümüne kadar
geçirdiği yaşam evrelerini anlatan destanlardır.
3. SEMÂİ
Uyak düzeni koşma ile
aynıdır. Yalnız semâiler hece ölçüsünün 8’li kalıbıyla yazılır. Dörtlük
sayısı 3 ile 5 arasında değişir.
5’ten fazla dörtlükten oluşan semâiler de
vardır. Bu şiirlerde daha çok sevgi, doğa,
güzellik gibi konular işlenir. Koşma ve
destanlar nasıl kendilerine özgü bir ezgiyle
okunuyorsa semâiler de kendine özgü bir
ezgiyle okunur. Koşmaya göre daha canlı ve kıvrak bir üslubu vardır. Şair
son dörtlükte mahlasını söyler.
4. VARSAĞI
Güney
Anadolu’da yaşayan Varsak Türklerinin özel
bir ezgiyle söyledikleri türkülerden gelişmiş bir
biçimdir. Uyak düzeni, dörtlük sayısı ve
ölçüsü semâi ile aynıdır. Yalnız 11’li hece
ölçüsüyle söylenen varsağılar da vardır.
Böyle varsağılar kendine has ezgisiyle koşma nazım şeklinden
ayırt edilir. Bu şiirler semâiye şekil olarak benzese de ondan daha değişik bir
ezgiyle okunur. Varsağılar yiğitçe, mertçe bir üslupla söylenir. “Be hey, bre,
hey gidi” gibi ünlemler bu üsluba katkıda bulunur. İçinde bu ünlemler bulunmayan
varsağılar, ezgilerinden dolayı semâiden ayırt edilir.
Ama genellikle bu ünlemler vardır. Son dörtlükte
şair mahlasını söyler. Halk edebiyatında en çok
varsağı söylemiş şair Karacaoğlan’dır. (16. veya 17.
yy.)
II. ARUZ
ÖLÇÜSÜYLE SÖYLENENLER
Divan ve
halk şairleri birbirinden etkilenmiştir. Divan
şairleri koşma nazım şeklinden esinlenip şarkı
nazım şeklini, mâni nazım şeklinden esinlenip “tuyuğ”u
meydana getirmişlerdir. Halk şairleri de,
bilhassa şehir kültürü almış olanları,
divan şiiri nazım biçimleri ile şiir yazmıştır. Mesela 17. yy.
şairleri Âşık Ömer, Gevherî ve 19. yy. şairi Emrah bunlardan birkaçıdır. Halk
şairlerince en çok kullanılan nazım şekli ise gazeldir. Bunun yanı sıra
bazı musammatlarla da şiir yazılmıştır. Saz
şairleri aruzu gereği gibi bilmediklerinden
şiirlerinde pek çok vezin hataları görülür.
Vezni kullanmaktaki bu başarısızlıkları dil
yanlışlarına da neden olmuştur. Ayrıca divan
şiirinin üslup ve estetik özelliklerini de
taklit etmeye çalıştıklarından yazdıkları şiirler türlü acemiliklerle
doludur.
1. DİVAN
(DİVANÎ): Aruzun fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün
kalıbıyla yazılır.
Gazel,
murabba, muhammes, müseddes biçiminde yazılan
şiirlere denir. Özel bir ezgiyle okunur. Musammat
olanları da vardır. 17. yy.dan sonra yaygınlaşmıştır. Divanın bir de ayaklı
divan veya yedekli divan adı verilen
çeşidi vardır. Divan edebiyatı nazım
şekillerinden müstezada benzer.
2. SEMÂÎ: Aruzun mefâ’îlün
mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün kalıbıyla yazılır. Gazel, murabba, muhammes,
müseddes biçimindeki şiirlere denir. Musammat olanları da vardır. Bir de ayaklı
semâiler vardır ki müstezada benzer. Ayrı bir ezgiyle okunur. Uyak düzeni
divanla aynıdır. Hece ölçüsüyle yazılan semâilerle karıştırılmamalıdır.
3.
KALENDERÎ: Aruzun mef’ûlü mefâ’îlü mefâ’îlü
fa’ûlün kalıbıyla yazılır. Gazel, murabba, muhammes, müseddes
biçimindeki şiirlere denir. Ayrı bir ezgiyle
okunur. Uyak düzeni divan ve semâînin
aynıdır. Bir de ayaklı veya yedekli
olanları vardır ki müstezada benzer.
4. SELİS:
Aruzun fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün
kalıbıyla yazılır. Gazel,murabba, muhammes, müseddes
biçimindeki şiirlere denir. Ayrı bir ezgiyle
okunur. Uyak düzeni divan, semâî ve kalenderî ile aynıdır.
5. SATRANÇ
(ġATRANÇ): Aruzun müfte’ilün müfte’ilün müfte’ilün müfte’ilün kalıbıyla
yazılır. Musammat gazel biçimindeki şiirlere denir. 19. yy.da ortaya çıkan
satrancın örnekleri azdır.
6. VEZN-İ ÂHAR: Aruzun
müstef’ilâtün müstef’ilâtün müstef’ilâtün müstef’ilâtün kalıbıyla yazılır.
Murabba’ biçimindeki şiirlerdir. Uyak düzeni murabba’ya benzer. Kendine
has bir özelliği vardır.Her mısra bir “müstef’ilâtün” parçasına sığacak şekilde
4 kelime ya da kelime grubuna bölünmüştür ve böylece 1. dizenin 2. parçası 2.
dizenin başında; 3. parçası 3. dizenin başında; 4.
parçası ise 4. dizenin başında aynen
tekrarlanır. Ayrıca bu parçalardan sonra gelen
parçalar da birbirlerini takip eder. Yani
dörtlük dizelerinin ilk parçalarının yukarıdan aşağıya
okunmasıyla 1. dize ortaya çıkar. Aşağıda bir örnek verilmiştir:
1
2
3
4
1. Ey vasl-ı cennet/
kıl câna minnet/ vay serv-i kâmet/ cân içre cansın
2. Kıl câna
minnet/ vay serv-i kâmet/ cân içre cansın/
nev-res fidansın
3. Vay serv-i
kâmet/ cân içre cansın/ nev-res fidansın/
şûh-i cihansın
4. Cân içre
cansın/ nev-res fidansın/ şûh-i cihansın/
gözden nihânsın
Tokatlı Nuri
Bentleri 3 dize olan
vezn-i âharlara da rastlanır. O zaman yukarıdaki düzenden daha karışık bir
düzen vardır.
HALK ŞİİRİNDE
KULLANILAN NAZIM TÜRLERİ
A. ÂŞIK EDEBİYATI NAZIM
TÜRLERİ
Âşık edebiyatı
nazım türleri genellikle koşma ve semâi nazım biçimiyle yazılır. Bu
türler koşma ve semâilerden konuları bakımından ayrılır.
1.
GÜZELLEME: Doğa güzelliklerini anlatmak ya
da kadın, at gibi sevilen varlıkları övmek için yazılan
şiirlerdir. Güzellemeler bu konuların ayrı ayrı ya da birlikte ele alabilir.
2. TAŞLAMA:
Bir kimseyi yermek ya da toplumun
bozuk yönlerini eleştirmek amacıyla yazılan şiirlerdir. Divan
şiirinde bu konudaki şiirlere hicviye denir.
3. KOÇAKLAMA:
Kahramanlık, savaş ve kavga şiirleridir. Coşkun ve yiğitçe bir üslupla
söylenir. Halk şiirinde en güzel koçaklamalar 16. yy. şairi
Köroğlu’nundur.
4. AĞIT: Bir kimsenin
ölümü üzerine duyulan acıları anlatmak amacıyla söylenen şiirlerdir. Bu
tür şiirleri söylemeye ağıt yakma denir. Türk toplumunda çok eski
bir geçmişi vardır. İslamiyet’ten önceki Türk
edebiyatındaki “sagu” türünün bir devamı
niteliğindedir. Sagular yuğ adı verilen ölü
gömme törenlerinde okunurdu. Divan edebiyatında
bu konuda yazılan şiirlere “mersiye” denir.
Anonim halk şiiri malı olan, yani söyleyeni
belli olmayan ağıtlar da vardır. Bunlar
genellikle genç yaşta ölen kız ve
delikanlılar için söylenir. Ayrıca gelin olup anasının evinden
ayrılan kızlar için de ağıtlar yakılır.
B. TEKKE EDEBİYATI
NAZIM TÜRLERİ
Tekke edebiyatının
kendine ait bir nazım şekli yoktur. Tekke şairleri hem divan hem de
halk edebiyatına ait nazım şekillerini
başarıyla kullanır. Bu demektir ki hem
aruza hâkimler hem de hece ölçüsünü tercih etmişlerdir. Tekke edebiyatını
oluşturan eserler biçim yönünden divan ve halk
edebiyatının birleşimi gibidir; konu yönünden ise
kendine has özellikleri vardır. Tekke edebiyatına ait nazım türleri
din ve tasavvufla ilgili kavram, duygu, düşünce, ilke ve kuralları
halka yaymak amacıyla bir tarikata bağlı şairlerce yazılan şiirlerdir. Demek ki
bu konularda şiirler yazan tekke mensupları şiirlerini yazarken bazen
divan bazen halk şiiri nazım şekillerini tercih ederler. Divan edebiyatından
gazel, kaside, kıt’a, musammat, murabba’, terkîb-i bend, tercî-i bend, rübâi,
tuyuğ, mesnevi; halk şiirinden ise koşma ve mâni nazım biçimlerini
kullanmışlardır.
1. İLÂHİ
Tekke
edebiyatının en önemli nazım türlerinden
biridir. Hemen hemen bütün mutasavvıf şairler
tarafından işlenmiştir. Hatta büyük pîrlerin çoğu şair olmadıkları hâlde
ilâhitüründe şiirler söylemişlerdir. İlâhilerde
işlenen en önemli unsur Allah’ın “bir”liğ
meselesidir. Tekke edebiyatının Anadolu’daki ilk
ve büyük üstadı Yunus Emre bütün
ilâhilerinde ilâhi aşk, vahdet (Allah’ın
birliği), yaratılış, nefis, dünya gibi temaları
işlemektedir. Bu şiirlerde Allah’ın birliği, büyüklüğü, gücü anlatılır ve
telkin edilir.İlâhiler aruz ve hece ile yazılırlar. Hece ölçüsüyle
yazılanlarda hecenin 7’li, 8’li vebazen 11’li kalıbı
kullanılır. Bu şiirler ağır ve sırlı ezgilerle
tarikat âyinlerinde söylenir ve tarikatlara göre
aşağıdaki adları alır.
Âyin: Mevlevî
tekkelerinde okunur.
Tapuğ: Gülşenî
tekkelerinde okunur.
Nefes: Genellikle
Bektaşî-Alevî tekkelerinde okunur. Melamî tarikatında “vahdet-i
vücûd” telkinleri hep nefeslerle yapılır. Zaten
bu şiirlerde genellikle vahdet-i vücut kuramı
anlatılır. Bunun yanı sıra Hz. Muhammed ve Hz. Ali için övgüler de söylenir. Bu
tarz şiirlerde rindâne, kalenderâne ve alaycı bir
üslup dikkati çeker. Mesela dünya hayatının geçiciliği
yüzünden bu dünyayı umursamama, boş verme,
başa gelene râzı olma kalenderlik ya da
rindliktir ve böyle bir üslup ister istemez hafif alay da içerir. Nefesler
gazel ve koşma tarzında hece ölçüsüyle yazılır. Sonradan bu
şiirlerde aruz ölçüsü de kullanılmıştır. Daha çok “ayn-ı câm”larda saz
eşliğinde makamla okunur.
Durak:
Genellikle Halvetî tekkelerinde ve zikrin
arasında bir ya da iki kişi tarafından okunur.
Cumhur:
Mevlevî ve Bektaşî dergâhından başka
tekkelerde herkes tarafından okunur.
2. TEVHİD
Tevhid, aslında divan
şiiri nazım türüdür. Allah’ın varlığına ve birliğine dair yazılan şiirlerdir.
Zaten sözlük anlamı da “birlemek” demektir. Düz yazı şeklinde olanları da
vardır. Manzum olarak yazılan tevhidler kaside, gazel ve mesnevi
tarzındadır. Eski şairler, âlimler, yazarlar eserlerine daima
tevhidle başlardı. Tevhidlerde ele alınan
konu âyet ve hadislerle açıklanır. Bu tür şiirlerde Allah’ın
birliği, yüceliği ve sıfatları gibi dini konular ya da vahdet-i
vücûd gibi
tasavvufi konular işlenir. Mutasavvıf bir divan
şairi ile bir tekke şairi arasında zihniyet ve
yaşayış bakımından bir fark olmadığı için aynı amaçla meydana getirilmiş
böyle şiirlerde de aslında pek fark yoktur.
Ancak tasavvufî tevhidlerin genel karakteri divan
şiirindekinden biraz farklıdır. Ele alınan
dini konulara şer’i yorumlardan çok tasavvufi
yorumlar getirilir. Mutasavvıf, tevhidde kendi tasavvuf anlayışını
yansıtır.
3. MÜNÂCAAT
Münâcaatlar
da tevhid gibi aynı zamanda divan şiiri
nazım türüdür. Allah’a dua etme, yalvarma demektir ve
bu konuda yazılır. Eski şairler divanlarına tevhid ve münâcaatla
başlardı. Divanların dışında İslâmî eserlerin başında da münâcaat
görülmektedir. Manzum yada mensur olarak yazılabilir. Manzum
münâcaatlar genellikle kaside, gazel, kıt’a, mesnevi
biçimlerinde yazılır ve divan şiiri nazım türüdür. Bu tür eserler sadece
Allah’a yalvarmak ve ona olan güçlü duyguları
açıklamak için değil, aynı zamanda Hz.
Muhammed’e karşı da yazılır. Ancak bunlar na’tlardan içerik yönünden
farklıdır. Övgüden ziyade ona hitap, yakarış vardır.
4. NA’T
Tevhid,
münâcaat gibi aslında divan şiiri nazım
türüdür. Hz. Muhammed’i methetmek için yazılır.
Mensur olanları da vardır. Divan ve tekke
edebiyatlarında yazılmış pek çok na’t vardır.
Ayrıca diğer peygamberler, velîler, din
büyükleri, mürşitler, halifeler hakkında da na’tlar vardır. Manzum
na’tlar genellikle kaside biçimiyle yazılır. (bkz. 7. s.)
5. MİRACİYE
Mirac, göğe
çıkma demektir; Hz. Muhammed’in Recep ayının 27.
gecesi “Burak” isimli atıyla göğe çıkması,
orada Allah ile bizzat görüşmesidir. Ayrıca
burada diğer peygamberlerin ruhları ile de görüşmüştür. Miraciye Hz.
Muhammed’in miracından bahseden eser veya bu sebeple
yazılan parçalardır. Manzum ve mensur olarak
yazılmıştır. Manzum olanları genellikle kaside ve mesnevi biçimindedir. Mirac,
konu olarak Kur’an-ı Kerim’deki İsra Sûresi’nin 1. âyetine dayandırılır. Âyet
şöyledir: “Bütün eksikliklerden yüce olan o Allah, kendisine bir kısım
âyetlerimizi göstermek için kulunu (Hz. Muhammed’i) bir gece Mescid-i
Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız o Mescid-i Aksa’ya götürdü. Hakikat şu
ki O, herşeyi işitir, her şeyi görür.” Mirac, Hz. Muhammed’in Allah’a bizzat
yakınlık anıdır. Miraciyeler camilerde ve özel toplantılarda mevlid ve hilye
gibi okunurdu. Özellikle Recep ayının 27. gecesi
mirac-nâme okumak bir gelenek hâline
gelmişti. Mirac-nâmeokuyana mirachan denir ve bu kişiler bu eserleri
bestelenmiş hâliyle okurlar. Mirac inancı sadece
Müslümanlarda değil, diğer dinlerde de
vardır. Hatta göğe çıkma olayını anlatan mirac ve miraciyeler eski
Türk dinlerinde de mevcuttur. Fakat bunlar Hz. Muhammed’le ilgili
değildir.
6. MEVLİD
Mevlid, “doğum zamanı”
ve “doğum yeri” anlamlarına gelir. Peygamber’in doğduğu geceye ve
doğduğu eve denir. Onun doğduğu eve Mevlidü’n
Nebî adı verilir. Mevlid Hz Peygamber’in doğumu veya onun doğumunu
anma bayramı, yani Kutlu Doğum Günü’dür. Şiir türü olarak mevlid,
Peygamber’in doğumunu mesnevi biçimiyle, yani manzum alarak anlatan
eserlere denir. Bu eserlerde özellikle Hz.
Muhammed’in hayatı, diğer peygamberlerden üstünlüğü dile
getirilmiştir. Kadı Darîr’in Siyretü’l Nebî adlı eseri mevlid
geleneğinin Türk edebiyatında ilk
örneklerindendir. Fakat en güzel örneği 15.
yy. şairi Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n Necât adlı mevlididir. Bu eser
tevhid, münâcaat, dua, velâdet (doğum), mirac, vefat, hatime (bitiş)
bölümlerinden oluşur. Yani mevlidlerde sadece doğum hadisesi
anlatılmaz. Halk arasında birçok vesileyle
işte bu Mevlid okutulur. Hz. Peygamber’in
doğumunun yıl dönümünde, çocuğun doğumu
münasebetiyle, sünnet düğünlerinde; bir kimsenin
ölümünden sonra, haftasında, kırkıncı gününde,
senesinde; bir adağın yerine getirilmesinde Hz. Peygamber’in
ruhunu şad etmek için Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid okutulur. Mevlid okuma
esnasında yemek verilir, gül suyu dökülür, lokum, şeker ya da helva dağıtılır.
Hz. Ali’yi anlatan
mevlidler de vardır. 19. yy. da Süleyman Celaleddin’in “Mevlid-i Cenâb-ı
Ali Kerem Allah-ü Vecheh” adlı eseri buna
bir örnektir. Eserde şair ilk önce bir tevhid
şiiri yazar, ardından münâcat, na’t-ı nebevî (Peygamber’e övgü), İmameyn (Hz.
Hasan ve Hüseyin) hakkında bir şiir, dibâce (ön söz), ilahi, mukaddime
(başlangıç) ve yine kısa bir na’t-ı nebevî yazarak Hz. Ali’nin doğumu bölümüne
başlar. Hz. Ali’ye medhiyeden sonra dua ve bitiriş şiiri ile mevlidi
tamamlar.
7. HİLYE
16. yy.da
ortaya çıkmıştır. Bunlar peygamberlerin fiziksel
yapılarını anlatan eserlerdir. Manzum ve mensur
olarak yazılır. Manzum olanlar mesnevi biçimiyle
yazılır. Sadece Hz. Muhammed’i anlatan hilyelere hilye-i nebevî, hilye-i Ģerîf,
hilye-i Fahr-ı âlem adı verilir. Yine de hilye
deyince akla ilk olarak Hz. Muhammed’in
vasıflarını ve güzelliklerini anlatan eserler gelir.
Hilyeler bağımsız, ayrı bir eser olarak
yazıldığı gibi miraciyeler ve mevlidler içinde de yer alır.
8. RAMAZANİYE
Ramazan
ayının faziletleri, Ramazan orucunu tutmanın
gerekliliği ve faydalarını manzum olarak anlatan
eserlerdir. Ramazaniyeler genellikle mâni
biçimiyle yazılır; amakaside ve gazel şekliyle yazılanlar da
vardır.
9. MEDHİYE
Birini övmek için
yazılan manzum ve mensur eserlerdir. Genellikle kaside biçimiyle yazılır; ancak
diğer nazım şekilleri ile yazılmış medhiyeler de vardır. Medhiye aslında
divan şiiri nazım türüdür. (bkz. 15. sayfa)
Tekke edebiyatında sadece din ve tarikat
büyükleri
övülür,
yani devlet büyükleri övülmez. Bu iki
tür medhiye birbirinden farklıdır: Ölüler
hakkında yazılmış medhiyelerde şair ondan
bir menfaat beklemeyeceği için bunlar daha
inandırıcıdır. Diriler hakkında yazılanlar ise inandırıcılıktan yoksundur.
Çünkü övülen kişinin övgüyü hak eden özelliklerinden çok, methetmek ve üslup
güzelliği ön plandadır. Ayrıca bu tür medhiyelerde amaç; övülenden câize, yani
para veya altın gibi değerli hediyeler almaktır. Divan şairleri
maddi beklenti karşılığında medhiye yazarken,
Tekke şairleri herhangi bir maddi beklenti karşılığında
yazmaz. Dört Halife için yazılan medhiyelere medh-i çihâr-yâr-ı güzîn (Hz.
Muhammed’in dört dostunun mehdi) denir. Çihâr, Farsça dört demektir. Dört
halife içinde kendilerine en çok medhiye yazılanlar Hz.
Ali ve Hz. Ebu Bekir’dir. Çünkü
tarikatların çoğunda tarikatı bu ikisine
dayandırma, bir şekilde onlarla ilişkilendirme
söz konusudur. Bazı derviş şairlerin mensubu
oldukları tarikatın pîrine veya daha önce yaşamış tarikat
büyüklerine yahut da aziz bildikleri mürşitlerine hitaben medhiye yazdıkları
olur. Bu tür ilahilerde o mürşidin özellikleri uzun uzun anlatılır.
10. HİKMET
12. yy.
da Türkistan’da yaşamış ve Yesevîlik
tarikatını kurmuş Hoca AhmedYesevî’nin şiirlerine
verilen isimdir. Onun şiirlerine hikmetli söz olarak bakıldı.
Bu yüzden onlara, diğer şiirlerden ayırt
etmek için hikmet adı verilmiştir. Hikmet
bilgisi bir bakıma tasavvuf bilgisi demektir.
Bu şiirleriyle Ahmed Yesevî aynı zamanda tasavvuf
edebiyatının kurucusu olmuştur. Hikmetler İslamiyet’e
yeni girmiş veya henüz girmemiş Türklere
İslamiyet’in esaslarını, şer’i kuralları anlatır.
Ayrıca Hoca Ahmed Yesevî’nin adıyla anılan Yesevîlik
tarikatının âdâbını müritlere telkin eder. Bu
amaçlarla yazılan hikmetler didaktik (öğretici)
özellikte olduğu için sanat endişesinden
uzaktır. Bu yüzden hikmetlerde daha sonraki
tasavvuf şiirlerinde görülen coşkunluk yoktur.
Yesevî, ağır, ölçülü sözleriyle dinî, ahlâkî öğütler
verir. Ancak duygulardaki samimiyet ve coşkunluk, hikmetlere zaman zaman
lirizm katar. Bu şiirler söyleyiş bakımından millî özellikler taşır ve bu
yüzden Türk edebiyatı için önemlidir. Şair öğretmek
amacı güttüğünden onları sade bir Türkçe
ile yazmıştır. Hikmetler, o zamanlarda hâkim
olan Kaşgar-Hakâniye lehçesinin ürünüdür. İslâmî
Türk edebiyatının Orta Asya’daki ilk eserleri o çağlarda Orta
Asya’nın ortak edebiyat dili hâline gelen Kaşgar-Hakâniye
lehçesi ile yazılmıştır. Yesevî, hikmetlerinde aruz ve hece
ölçüsünü kullanmıştır. Ama çoğunlukla hecenin 7’li
ve 12’li kalıplarını tercih etmiştir. Manzumeler
genel olarak dörtlüklerle düzenlenmiştir, destan
biçimindedir. Kullanılan kafiyeler de halk şiirinin
karakteristik yarım kafiyeleridir ve çoğunlukla rediflidir. Hikmet
yazmak, yani Yesevî tarzında şiir yazmak daha sonra
Yesevî dervişlerince gelenek hâline gelmiştir. Bazı Yesevî dervişleri ise bu
şiirlere kendi adlarını koymamışlardır. Bunun sebebi şeyhlerinin
hikmetleriyle bütünleşmek olabilir. Bu yüzden Ahmed Yesevî’nin hikmetleri
“Divan-ı Hikmet” adıyla sonradan toplanırken başkalarının
yazdığı hikmetler de divana girmiştir. Bugün elde
bulunan Divan-ı Hikmet bütünüyle Yesevî’ye aittir, denemez;
Yesevîlik’in bir hikmetler kitabıdır, demek daha doğrudur. Ahmed Yesevî’inin
Türk tasavvuf hayatı ve Tekke Edebiyatı üzerindeki etkisi geniş ve
devamlıdır. Anadolu’da kurulan Nakşibendîlik,
Haydarîlik, Bektaşîlik gibi belli başlı tarikatlar
üzerinde Yesevîlik’in açık izleri vardır.
11. NUTUK
Pîrlerin ve
mürşitlerin tarikata yeni giren dervişlere
tarikat derecelerini ve âdâbını öğretmek için söylediği
şiirlerdir. Hece ölçüsünde koşma şeklinde söylenir. Genellikle 5 ila 7
dörtlükten oluşur. Müzik eşliğinde söylenmeyen,
sadece okunmak için yazılan nefesler de nutuk
diye anılır.
12. DEVRİYE
Devriyeler tasavvuftaki
“devir” kuramını anlatan şiirlerdir. Mensur
olanları da vardır. Devir kuramı; yaradılış
olayının, varlığın nereden gelip nereye
gittiği ve bu ikisi arasındaki safhalarının
tasavvufa göre açıklanmasıdır. Tasavvufçular bu sistemin
esasını bir daireye benzettiği için “devr” adını vermiştir. Bu kurama göre
vakti gelen ruh, âlem-i gaybdan (bilinmeyen âlem) âlem-i şuhûd’a;
yani görünen, maddî âleme iner ve çeşitli merhalelerden sonra
tekrar Tanrı’ya döner. Buna devir denir. Ruh,
önce cansız varlıklara, sonra bitkilere, hayvana,
insana ve en sonra da insan-ı kâmile geçer. Oradan da ilk büyük ruh
olan Tanrı’ya döner ve O’nunla birleşir. Ruhun
maddî âleme inişine nüzûl (aşağı inme,
iniş), tekrar Tanrı’ya dönüşüne de urûc (yukarı çıkma, yükselme)
denir. Bu yüzden sadece inişi anlatan devriyelere
ferĢiye, çıkışı anlatanlara ise arĢiye
denir. Bu kuramı savunanlar Kur’an-ı Kerîm’de çeşitli
yerlerde zikredilen “O’ndan gelip O’na dönme” ifadelerini gösterirler. Devir
kuramı Hz. Muhammed’in “Ben nebî iken Âdem su ile çamur arasındaydı.” hadisi
ile ilgilidir. Mutasavvıflara göre vücut hâlindeki Muhammed, yeryüzüne sonradan
gelmiştir. Hâlbuki ruh hâlindeki Muhammed ezelden beri vardı. Demek ki ruh
hep vardır; ama sırası gelen ruh, bu dünyaya iner. Aslında
devir kuramı vahdet-i vücut anlayışının bir
parçasıdır. Yalnız devir kuramını reenkarnasyon (tenâsüh) inancıyla
karıştırmamak gerekir. Tenasüh inancında ruh bir cisimden ötekine
belli bir sıra gözetmeksizin sıçrar. Mesela
bir hayatında insan olan ruh, sonraki hayatında hayvan
olabilir. Türk edebiyatında Sünnî tarikatlara mensup
olanlar yaratılış ve ruh konusu hassas bir
konu olduğundan pek fazla devriye yazmamışlardır.
Sadece Kur’an ve sünnet
çerçevesinde
insanın ana rahmine düşmesini, ölüm ve
kabir hayatını hayalî ve sofiyâne bir şekilde anlatan
devriyeler yazmışlardır. Böylece Türk edebiyatında devriyeler, Mevlânâ’dan
başlayarak Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve daha birçok şair ve nesir yazanın
eserlerinde yer alan bir tür olmuştur.
13. ŞATHİYE (ŞATHİYÂT-I
SOFİYÂNE)
Allah ile
teklifsizce, şakalı bir dille konuşur gibi yazılan şiirlere verilen isimdir. Bu
tür, sonradan bazı şairler tarafından şeriat
ölçülerinden uzaklaşmıştır. Bu yüzden de din
bilginlerince kelam-ı küfür, yani dinden çıkaran söz olarak sayılmıştır.
Görünüşte alaycıdır ve çocuk eğlencelerine benzer.
Gerçekte şathiyelerde tasavvufî sırlara işaret
edilir. Tasavvufî sırlar yine üstü kapalı bir şekilde, sembollerle
anlatılır. Bunu ancak erbabı anlar. Hatta bunu Yunus Emre’nin “Çıktum
erik dalına anda yidüm üzümi” matlalı şathiyesi de destekler. Son beyitte şair
şöyle der: Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
Münâfıklar elinden
örter ma’ni yüzünü Böyle diyerek şathiyelerde bazı gerçeklerin bilerek
gizlendiğini, üstü örtülü bir dille anlatıldığını dile
getirir. Şathiyeler genellikle Bektaşî şairlerinde
rastlanır. Yunus Emre’nin pek az şathiyesi vardır.
Mevlânâ’nın ise Farsça şathiye gazeli
vardır. Edebiyatımızda Kaygusuz Abdal şathiyeleriyle tanınır.
Feride
TURAN
Uzman
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
KAYNAKÇA
1. Banarlı, Nihad Sami,
Resimli Türk Edebiyatı Tarihi 1-2, MEB Yayınları, İstanbul, 1971.
2. Banarlı, Nihad Sami,
Lise 2 Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı, Remzi Kitapevi, İst., 1972.
3. Dilçin, Cem,
Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1992.
4. Kabaklı, Ahmet, Türk
Edebiyatı 1, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 1990.
5. Tekin, Arslan,
Edebiyatımızda Terimler, Elips Kitap, Ankara, 2006.
6. Türk Dili Dergisi,
Divan Şiiri Özel Sayısı, 1986.
7. Türk Dili Dergisi,
Halk Şiiri Özel Sayısı, 1989.
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|