|
Şiir Üzerine Bazı Düşünceler / Ahmet Haşim
ŞİİR
ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER
Okurun bu kitapta okuyacağı Bir Günün Sonunda Arzu adlı manzume ilk
yayımlandığı zaman, anlamı kimilerince gereğinden çok kapalı sayılmış ve
bununla ilgili olarak şiirde "anlam" ve "açıklık" üzerine
hayli şeyler söylenmiş ve yazılmıştı.Bu dakikada bunların hiçbirini
anımsamıyoruz. Nasıl anımsayabilelim ki, söylenen ve yazılanların bir bölüğü
küfür ve aşağılama ve bir bölüğü de gündelik gazete saçmalıkları türünden
şeylerdi. Düşünüş ayrılığından dolayı hakaret, öteden beri bizde kullanılan
aşınmış bir silahtır ki şerefsiz bir miras halinde, aynı türden kalem sahipleri
arasında kuşaktan kuşağa geçer. Onun için hiçbir edebiyatçı kuşağı, bu tür
tartışmaları tanımamış olmakla övünemez. Hele bilim ve edebiyat alanlarında
kepaze ve maskara (kimseler), kimi kez bilgin, kimi kez eleştirmen, kimi kez
sanatçı kılığında eşeğini özgürce koşturabildiğinden beri, düşünce
alışverişinde artık insanlık kurallarına uyulduğunu görmeyi ummak, çocukça bir
saflık olur.
Ne tekerleme, ne de aşağılama bir tartışmaya zemin
olamayacağı için biz bu satırlara önceden okuduklarımızı ve işittiklerimizi
anımsamaya gerek görmeyerek, şiirde "anlam" ve "açıklık"in
ne değerde şeyler olduğu üzerine kendi görüş ve kanılarımızı söylemekle yetineceğiz.
Her şeyden önce şunu itiraf edelim ki şiirde anlamdan
ne kastedildiğini bilmiyoruz. "Düşünce"dedikleri bayağı görüşler
yığını mı, öykü mü, mazmun mu ve "açıklık" bunların sıradan kavrayışa
göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları gerekli sayanlar, şiiri tarih,
felsefe, söylev, güzel ve etkileyici konuşma (belagat) gibi bir sürü
"söz" sanatları ile karıştıranlar ve onu gerçek yüzü ve
belirtileriyle seçip tanımayanlardır. Şiirin bu biçimde anlaşılması resim,
müzik ve heykelcilik gibi sanatların kendilerine özgü fırça, boya, nota ve
kalem gibi, kullanılması güç bir beceriye bağlı araçlara sahip olmalarına
karşılık, şiirin bu gibi özel araçlardan yoksun olmasından ve anlatımını
konuşulan dilden ödünç almak zorunda kalmasındandır. Bundan dolayıdır ki
parmaklarının tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği
notaya karşı çekingen ve saygılı olan yetersiz kimseler, kendi kullandıkları
sözcüklerden oluşmuş gibi gördükleri şiiri sıradan "dil" durumunda
sayarak, sırf bu görüş açısından bakarak başkaca hazırlıklı olmaya hiç gerek
görmeksizin, onu küstahça bir laubalilikle yargılamak hakkını kendilerinde
bulurlar.
Oysa şair ne bir gerçek habercisi, ne bir güzel ve
etkileyici konuşan insan, ne de yasa koyucudur. Şairin dili,
"düzyazı" (nesir) gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere
var olmuş, müzik ile söz arasında, sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir.
"Düzyazı"da biçemin (üslup) oluşması için zorunlu olan öğelerden
hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Şiir ile düzyazı, bu bakımdan birbiriyle
yakınlığı ve ilgisi olmayan, ayrı düzenlere bağlı, ayrı alanlarda, ayrı
boyutlar ve biçimler üzerinde yükselen, ayrı iki yapıdır. Düzyazının doğurucusu
akıl ve mantık; şiirin ise algılama alanları dışında gizlerin ve bilinmezlerin
geceleri içine gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları, zaman zaman
duyuşlarımızın ufuklarına yansıyan kutsal ve adsız kaynaktır.
Şiirin durumları ve hareketlerim öykünmeye özenen bir
düzyazının sahteliğine, ancak düzyazıdaki anlaşılırlık ve düzgünlüğünü ödünç alan
gölgesiz bir şiirin acıklı çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki
"şiir" düzyazıya çevrilemeyen nazımdır.
Birkaç ay önce "öz şiir" hakkında, ünlü
bir eleştirmenle tartışması, bütün uygar düşün dünyasını ilgilendiren Rahip
Brémond'un dediği gibi yargılama, mantık, güzel ve etkileyici anlatım, anlatım
düzgünlüğü, çözümleme, benzetme, eğretileme (istiare) ve bütün bunlara benzer
özellikler, şafak aydınlığı gibi her dokunduğuna gül pembeliğini veren şiirin
büyüleyici etkisiyle nitelik değiştirip başka bir biçime girmedikçe, öğeleri
arasına girdikleri "tümce", sıradan düzyazıdan başka bir şey
değildir. Dahası, manzumede elektrik akımı türünden olan şiir akımı bir an
kesildi mi, bütün bu öğeler, derhal kendi öz çirkinliklerinin içine düşerler.
Şiir bir öykü değil, sessiz bir şarkıdır.
Sırr-ı men ez nâle-i men dür nîst
Lîk çeşm ü gûşra an nur nîst *
*(Benin gizim-sırrım-iniltimden ya da
çığlığımdan uzak değildir. Neyleyimki onların gözünde kulağında ışık yok.)
Mevlana
"Anlam" araştırmak için şiiri
deşmek, şakıması yaz gecelerinin yıldızlarını ürperten zavallı bir kuşu, eti
için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o büyüleyici sesin
yerini doldurabilir mi?
Şiirde her şeyden önce önemi olan, sözcüğün
anlamı değil, tümcedeki söyleniş değeridir. Şirin ereği, her sözcüğün tümcedeki
yerini, diğer sözcüklerle olacak ilişki ve çarpışmalardan ve gizemli
(esrarengiz) kaynaşmalardan ortaya çıkan tatlı, gizli, yumuşak ya da sert sese
göre belirlemek ve türlü türlü sözcük uyumlarını dizenin genel gidişine
uydurarak, dalgalı ve akıcı; karanlık ya da ışıklı, ağır ya da hızlı duygulara,
sözcüklerin anlamı üstünde, dizenin müzikli dalgalanmalarından sınırsız ve
etkileyici bir anlatım bulmaktır.
Sözcük değişmeleri ve uyum kaygıları arasında
"anlam" karanlıklaşırsa, "ruh" uyumun lezzetiyle onun
yerini doldurur. Doğrusunu söylemek gerekirse, "anlam" uyumun yaptığı
telkinlerden başka nedir? Şiirde "konu" şair için ancak şiir söylemek
ve hayal kurmak için bir nedendir. Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan
bal dolu bir porselen kavanoz gibi, anlam şiirin yaprakları içinde gizlenerek
her göze görünmez ve yalnız halay ve sözcük öbeklerini, vızıltılı arılar gibi,
dışında ve çevresinde uçuşturur. Porselen kavanozu görmeyen okuyucuya bu
akıllara durgunluk veren arıların kanat müziğini işittirmekle zevk alır. Çünkü
kırmızı çiçekli kara defne ormanının bütün gizi bu gümüş kanatların sesindedir.
Bu tanımın dışında hiçbir şiir yoktur. Böyle
olmadığı ileri sürülebilecek bir şiir varsa o şiir değildir ve ona
"şiir" diyenler şiirin ancak yabancılarıdır.
Şiirin bir ortak dil olmasını isteyenlerin
boş hayallerinin gerçekleşebilme-sini dilemekle birlikte, şimdiye değin hiçbir
büyük şairin sınırlı bir insan topluluğu dışında anlaşılmış olduğunun ileri
sürülemeyeceği kanısındayız. Ha-mit'in binlerce hayranı içinden, onu okumuş
olanlar yüzde on bile değilken, anlayanlar, bu yüzde onun binde biri oranında
bile değildir. "Ün", anlayan güçlü iki üç ruhtan taşan heyecan
akımlarının zayıf ruhları arkasında sürükleyip almasıyla sağlanmış olur. Başka
türlü ün, soylu ve onurlu bir ruh için utanç vericidir.
Abartmadan denilebilir ki herkesin
anlayabileceği şiir, yalnızca aşağı düzeydeki şairlerin işidir. Büyük şiirlerin
kapıları, tunç kanatlı sağlam kent kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır, her el o
kanatlan itemez ve o kapılar bazen yüzyıllarca insanlara kapalı durur. Son
yıllarda bir tarihçimizin* kolları Nedim'i kalın kafalılığa karşı saklayan
kalenin kapı kanatlarını araladıktan sonradır ki, cüceler o şiirin bahçelerine
girebildiler. Fakat bu girenlerden birçoğunun anlayışı, çini duvar üzerinde
kirli el izleri gibi, ancak Nedim'i kirletmiştir. Her şiirin, ruh düzeylerine
göre çeşitli derecelerde anlamlan oluğuna bundan daha yeterli bir kanıt aramaya
gerek var mı?
Şairin "anlamlı" olmaktan önce daha
nice kaygıları vardır ki onlara oranla anlam ve açıklık, şiirin ancak yeterli
olmayana göre kurulmuş dıştaki bir yüzünü ve duvarını oluşturur. Herhangi
cinsten bir sanat yapıtı karşısında "Nedir? Ne demektir? Böyle şey olur
mu? Benziyor! Benzemiyor!" yollu sorular sıralayan ve ona göre görüş
bildiren kişi, sanatçının kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve ilişki
kurmaktan dikkatle kaçınacağı, ruh dünyasına kapılanıp kalan, iğrenç bir asalaktır.
Sanat yapıtlarında, kendi kalın kafalılığına bir besin bulamayan ve yeryüzünün
her yanında en çok yaygın olan bu asalak, her dönemde ve her ülkede sanatçının
candan düşmanı olmuştur. Yaşamda sanatçı, onun yüzünden, kimi kez alçak bir
dalkavuk, kimi kez masum bir kurban olur. Bu dağınık sanat asalaklarının
yanında, sanat kavramım daha anlaşılmaz bir duruma sokan bir de sanat memuru
vardır ki bunun edebiyattaki örneği "edebiyat öğretmeni" dir. İlk
bakışta unvanı ve sıfatı güven verici olan bu adamın, gerçekte "edebiyat
dersi" kadar boş olduğunun düşünülmemesi şaşılacak bir şeydir. Edebiyat
öğretmeni hava satan, ay ışığı üreten efsane tüccarları gibi güzellik duygusunu
ve algılamasını bir orta öğretim programına bağlı kalarak öğrencilerine öğreten,
şimdiki yanlış eğitim yönteminin yarattığı ve bulduğu gereksiz bir eğitimcidir.
Ne şair şiiri, ne de sanatçı sanatı yorumlayamaz ve açıklayamaz. Onun için
hiçbir ülkede edebiyat öğretmeni -az bulunan örnekler dışında- ne bir şair, ne
bir düzyazı yazarı ve ne de başka bir biçimde sanatla ilişkisi olan insandır.
Çoğunlukla okuma, yazım ve dilbilgisi öğretmenliğinden gelen bu kimsenin
gözünde şiir, sorulu-yanıtlı bir okuma malzemesinden fazla bir değeri
olmadığından, düzyazıya çevrilmeye ve dilbilgisi alıştırmalarına elverişli
olmayan her şiir, genç zekâlar için bir tehlike ve bir kötü örnektir.
Anlaşılmak koşuluyla, edebiyat öğretmeni için usta ile yeni başlayanın
yapıtları, bir dilin övünülecek yapıtları arasında yer alan aynı ayarda güzel
yazılardır. Bir kara gözün bakışı ve bir taze ağzın gülüşü gibi,
açıklanmaksızın, kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ilkel sinirsel
donatımdan yoksun olan öğretmen, şiiri yazım, dilbilgisi sorunu olarak
anlatamadığı gün kürsüde söyleyeceği artık bir tek söz kalmamıştır.
Bununla birlikte bir dakika için şiirde
"açıklığın" gerekliliği kabul edilse bile önce açıklığın ne demek
olduğunu anlamak gerekir. Hangi tür zekânın anlayışı açıklık için ölçü olarak
alınmalı? Birisine göre açık olan bir şiirin başka birisine de öyle görünmesi
hiç de gerekmez. Zekâlar vardır ki evrenin ortasına atılmış sönük aynalardır.
Bunların anlamadığı yalnız şu ya da bu şiir değildir; bilinmezlerden oluşmuş
sıkı ormanlar bunların zekâlarını ve ruhlarını her yandan çevirir. Geceler
içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan anlamın, uçurumdakine
görünmemesi kadar zorunlu ne olabilir? Şair, genel dilden çıkarılmış
sözcüklerin yeni anlamlarla zenginleşmiş, her harfi yeni uyumlarla çınlayan,
gidişi ve söylenişi başka bir ölçeğe göre düzenlenmiş, güzellik, renk ve hayal
ile dolu kişisel bir dil oluşturduğu andan başlayarak yapıtının açıklığı okura
göre değişmeye başlar. Çünkü açıklık yapıta özgü olduğu kadar, okuyucunun da
zekâ ve ruhu ile ilgili bir konudur. Her yerde olduğu gibi bizde de günlük
gazetelerin tembel alıştırdığı okur, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Oysa şiir
anlaşılmak için ruh ve zekâ yeteneğinden başka çetin bir hazırlanma ve hattâ
ışık, hava ve zaman koşulları gibi güç birtakım dış etkenlerin de yardımını
ister. Şiirler vardır ki sular gibi akşamla renklenir, ağaçlar gibi ay ışığı
ile gölgelenir. Güneş ışığında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez, bir buhar
olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını ya da bir bahçıvan şarkısını dinleyerek
ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlelerin sıcağında taşıdığımız
o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler, anlamlarını okuyucunun
ruhundan alan şiirlerdir. Şiirde kimi bölümlerin
kuşkulu ve belirsiz kalması bir yanılgı ve bir eksiklik olmak şöyle dursun, tam
tersine şiirin güzelliği bakımından çok gereklidir. Biçemde körletici bir
açıklık, İngiliz estetikçisi Ruskin'in dediği gibi hayal gücüne yapacak hiçbir
şey bırakmaz, o zaman sanatçı en değerli "mütte-fik"i olan okuyucunun
ruhundan gelecek yardımı yitirmiş olur. Sanat yapıtının en büyük ereği, hayal
gücünü kendine bağlamaktır. Bunu başaramayan yapıtın öbür bütün artam (meziyet)
ve erdemleri, onu bir sanat yapıtı olmamaktan kurtaramaz.
Konu, gece içinde güller gibi, tümcenin uyumu
karanlığında ve güzel kokular saçan heyecanı içinde yarı belirli bir biçim
olarak, ancak sezilir bir durumda bırakılırsa, hayal gücü onun eksik kalan
yerlerini tamamlar ve ona gerçekten bir kere daha heyecanlı bir varlık
kazandırır. Kalıntıların, uzaktan gelen seslerin, yarım kalmış resimlerin, kaba
yontulmuş heykellerin güzelliği hep bundandır. Hiçbir yüz, hayalde göründüğü
kadar gerçekte güzel değildir. İlk kez kapılarından gece girdiğimiz kentlerin
gündüz manzarası hayal için en üzüntü verici bir kırılış oluğunu kim
denememiştir? Hayal gücü, yarasa kuşu gibi, ancak şiirin yarı karanlığında
uçabilir.
Özetle şiir, peygamberlerin sözleri gibi,
çeşitli yorumlara elverişli bir anlam genişliği taşımalı. Bir şiirin anlamı
başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi yaşamında
anlamını verebilir ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir
duygulanma dili olmak aşamasına erişebilir. En zengin, en derin, ve en
etkileyici şiir herkesin istediği biçimde anlayacağı ve bundan dolayı sonsuz
duyarlıkları kapsayabilecek bir genişlikte olandır. Sınırlı ve tek bir anlamın
çemberi içinde sıkışıp kalan şiir, sınırı beşeri duygulanmaların mahşerini
çeviren o belirsiz ve akıcı şiirin yanında nedir?
Ahmet
Haşim
Piyâle (İstanbul - İkdam Matbaası, 1928), 2. Baskı, sayfa
4-13
Günümüz Türkçesine çeviren: Yusuf Çotuksöken
Çeviri: S.Eyüboğlu - M.Cevdet Anday
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|