Mehmet Akif Ersoy / Hayatı
Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul'da, sade ve
geleneksel bir hayatın yaşandığı Fatih'in Sarıgüzel semtinin Nasuh mahallesinde
12 numaralı evde (Büyük bir yangında harap olan bu semtin ortasından bugün
Vatan Caddesi geçmektedir) dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Ragif'tir. Ragif,
ebced hesabıyla hicri 1290 rakamına karşılık gelmektedir ve bu rakam Akif'in
doğum tarihidir.
Akif, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve
bu görüşün dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi
bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk, panik
yarattığı, buna rağmen hemen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir
dönemdir.
2. Mahmut'un, 3. Selim'in başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat doruk
noktasına varıyor ve bugüne kadar devam eden aydın- halk yabancılaşmasını,
milletle devlet arasındaki problemli doğuruyor, toplumsal yarılmalara yol
açıyordu. Yenileşme ile başkalaşma arasındaki farklar sık sık belirsizleşiyor
atılan her adım ciddi sosyal ve siyasi maliyetler getiriyor, kendinden ve kendi
köklerinden beslenen bir yenilenme gerçekleştirilemiyordu.
Korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle
yiğitçe direniş, çözülüşle yeniden toparlanış aynı anda ve çok zaman kolkola
denecek kadar birbirine yakın duruyordu.
Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiyesi politikası
bütün hızıyla ve kararlılığı ile devam ediyordu.
Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul'a kadar ilerliyor Ayestefanos
Abidesini dikiyordu. Yine 5 yaşında iken Abdulhamid, Meclis-i Mebusan'ı
kapatıyor, devletin ve milletin varlığını korumak için politik dehasına ve
çoküş endişesinin yarattığı bir haleti ruhiyeyle baskıcı bir politikaya
yöneliyordu.
Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden
(icazet veren) İpek'li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi'dir. Annesi ise
Buharalı Mehmed Efendi'nin kızı H. Emine Şerife hanımdır. Babası Rumelili
(Arnavut) annesi ise Buhara'dan hacca giderken Amasya'da vefat eden Buharalı
Şirvani Rüştü Efendi'nin kızıdır. Tahir efendi, ilk kocası vefat eden Emine
Şerife Hanım'ın ikinci eşidir.
Akif'in ailesi sade ve orta halli ama bir inanç ikliminin bütün olgunluğu ve
güzelliği ile yaşadığı bir aile idi.
Akif babasını,
"Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak
Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak."
diye tasvir eder.
Hoca Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını (Akif
ve kızkardeşi Nuriye) kendi eliyle yıkar, kızının saçlarını tarar, pişirdiği
salepleri içirerek onları mekteplerine gönderirdi... Çocuklarını bir kere bile
dövmemişti. (Kuntay, s.157)
Akif, Annesini ise şöyle anlatır:
"Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her
ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla
tadmışlardı."
Ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, Akif'in ailesi
ve kökeni ile ilgili şu nefis yorumu ile yapar:
"Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:
Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının bir
sentezi bir çocuk"
Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği
getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha
da çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği,
umutsuzluğa sürekli olarak düşülmemeyi getirecektir. Doğuş yeri ise, ümüslü ve
verimli bir topraktır ki, tabiatta nice saçılıp da kaybolan iyi tohumların bir
gramını bile ihmal etmez, değerlendirir, yemişlendirir."
Akif'in doğduğu Fatih semtini Sezai Karakoç şöyle tasvir ediyor;
"Fatih semti, İstanbul'un içinde ikinci bir İstanbul'dur. Yüzdeyüz Fatih
şehridir. Fatih camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde
halka halka fatih medreseleri ve semti, en saf müslüman Türk heyacanının ördüğü
bir toplumdur."
Akif, İstanbul'un bu en Türk, en yerli ve en yoksul mahallelerinden birin de
doğdu ve yaşadı. Hayatı burada tanıdı ve keşfetti, toplumsal dokuyu burada ve
onun bir parçası olarak tanıdı. Bir inanç ikliminin güzelliği ile birlikte
toplumun yazılı olmayan mutabakatlarını, modern hayatın yerli ve geleneksel
olana nasıl nüfuz ettiğini, hangi çelişkilere, trajedilere yol açtığını, neleri
çürüttüğünü, nelerin eskidiğini ve nelerin yenilenmesi gerektiğini bu mahalle
hayatında gözlemledi. Yenilenmekle, yerli kalmak, kendi olmak arasındaki
tercihlerinin ilk çizgilerini burada idrak etti.
Ve Akif burada bir şey daha öğrendi. Her türlü
kirlenmeye açık bir yoksulluğun, sade ve onurlu bir hayata nasıl
dönüştürülebileceğini. Erdemli yoksulluk helal kazanç ve emek demektir,
fedekarlık demektir, dayanışma demektir, karşılıksız sevmek demektir, hırs ve
rekabeti ayaklar altına almak demektir. Erdemli yoksulluuğun tek sigortası
vardır. Çalışmak, ölene kadar çalışmak, onurunu kaybetmeden çalışmak.
Akif kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle
anlatır.
Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz
Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler...
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?
Ne var gidip Yakacık'larda demgüzâr olacak
Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;
Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!
Akif bu mahallede bu inaç ve gelenek ikliminin
ortasında mahalle hayatını bütün renk ve çizgileriyle yaşadı. Babası O'nu sekiz
yaşından itibaren Fatih camiine götürdü. Bunu bir şiirinde şöyle anlatır.
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: "Bu gece,
Sizinle camîe gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!"
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Namaza durdu mu, naliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi, ben atık kalınca âzade
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde."
Cami, masal, oyun ve yaramazlık. Cami içinde baba ve
çocuklar. Camii içinde inanç ve coşku. Camii içinde ciddiyet ve oyun. Cami
içinde inanç ve çocuksuluğun sınırsızlığı. Cami içinde yetişkin ve çocuk
samimiliği.
Ve cami ile içiçe bir ev. Camii ile içiçe bir mahalle hayatı. Camii ile içiçe
düşünce, duyarlık ve yaşama iklimi.
İşte yetişkin Akif'in portresinin temel çizgilerini belirginleştiren çocuk
Akif'in dünyası ya da Âkif'in içinde kendini bulduğu dünya...
Ve Akif'in mizacı.. ele avuca sığmayan bir çocuk. Çalışkan
ama haşarı. Okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına
sımayan bir mizaç. Masal dinlemeden uyumayan bir ruh. Uyuması için kendisine
masal anlatırken anlatırken uyuyakalan Saime Hanım'ın eline mangalda kızdırdığı
cevizi bırakarak yakan bir yarım kalmışlığı kabullenememezlik.
Akif böyle bir ortam içinde o günün geleneğine uyularak 4.5 yaşlarında iken
Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Yaklaşık iki sene sonra Fatih
İptidaisi'ne (ilkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra girdiği
Fatih Merkez Rüştiyesi'ni (ortaokulunu) 1895 yılında bitirdi.
Bu mezunuyet aile içinde görüş ayrılığına yol açtı. Emine Şerife Hanım,
Hocazade'sinin (Annesi Âkif'e Hocazadem diye hitabederdi) sarıklı olmasını,
medresede tahsiline devam etmesini istiyordu. Babası Tahir Efendi ise medresede
okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürüyor, yeni
açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini istiyordu. Akif'in anne ve
babası arasındaki bu görüş ayrılığı Dönemin toplumsal tercihlerindeki
farklılaşmayı da ortaya koyuyordu. Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle
yaşadığı Fatih'te, evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek
isteyen anne diğer yanda değişen dünyanın gereklerini farkeden kendisi de bir
inanç ve ilim adamı olan baba. Ne inanç ihmal edilebilirdi ne yeni gelen ve
kendi şartlarını dayatan dünya. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının
özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşturmuş gibidir.
Sonunda Tahir Efendi'nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek
tercihini oğluna bırakır. Akif dönemin en gözde okullarından biri olan
Mülkiye'yi tercih ettiği için ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır. Kayıt
tamamlandıktan sonra kâtip kayıt harcı ister, Tahir efendi, Âkif'i bir köşeye
çeker, kesesini çıkarır ama istenen miktarda para yoktur. Tahir efendi rehin
bırakmak üzere gümüş saatini çıkarınca kâtip almaz ve kayıt harcını ertesi gün
getirebileceklerini söyler.
İlk gençlik yılları da çocukluğu gibi. Taşkın, ele avuca sığmaz, güçlü,
sıhhatli ve enerjik. Pehlivanlarla güreşen, boğazda karşıdan karşıyla yüzen,
taş yarıştıran bir ilk gençlik. Ama hep çalışkan, hep erdemli.
Mülkiye'nin İ'dâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra şehadet-nâme (diploma)
aldı ve yüksek kısmına kaydoldu. Bir sene süre sonra (H.1305/1887-88) babası
vefat etti. Aynı yıl evleri yanınca Mülkiye'ye nehari (gündüzlü öğrenci) olarak
devam etmesi imkansız hale geldi. Mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl
açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye'nin Baytar Mektebi'ne
(Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçti.
Âkif bu okulda kendisini derinden etkileyecek bir
öğretmenle karşılaştı. İnançlı bir Türk Hekimi olan, Türkiye'ye mikrop bilimini
getiren Rifat Hüsamettin Hoca. Pasteur'un öğrencisi olan bu öğretmeninden
Pasteur sevgisini aldı. Mithat Cemal, Akif'in Pasteur'ün fotoğrafına bakıp
hayranlıkla "Bu ne ilâhi yüzdür" dediğini, fotoğrafı öptüğünü ve
ardından "Mu'tekid de! (İnançlı) eklediğini kaydeder.
Çoğu kendisi gibi babasız ve yoksul öğrencilerden oluşan bu okul Âkif'e sağlam
ve bir ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı.
Yine bu okul, Akif'in sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz bir imanla, müspet
bilimin harika bir uyumunu sağlayan zihini yapısını oluşturdu.
Akif bu dönemde de Kıyıcı Osman Pehlivandan güreş öğreniyor, Çatalca köylerinde
yağlı güreş tutuyor, taş yarıştırıyor, yüzüyor ve çok sevdiği mektebin
"Doru" isimli atına biniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor
Şiire ilgisi de bu yıllarda başlıyor ve okulun son iki senesinde başladı.
Bunlar dönemin yaygın kanaatlerinin izlerini yansıtır ve divan şiirlerine
nazireler şeklindedir.
22 Aralık 1893'te okuldan birincilikle mezun olur ve 26 Aralık'ta "Orman
ve NMa'adin ve Ziraat Nezare'Baytar Müfettiş Muavini" olarak tayin edilir.
Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Akif, 4 yıl
Rumeli, Anadolu ve Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır.
Bu seyahatler Akif'in gözlem gücünü, toplumu daha yakından tanımasını sağlamış
olmalıdır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir
şekilde kullanır. Yine bu ve bundan sonraki seyahatler Akif'in hem düşünce
tarzını hem de şiir anlayışını temellendirir.
Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893'te İlk
eseri olan 7 beyitlik gazeli "Servet-i Fünun'da yayınlanır.
Buarada çocuk yaşlarda başladığı Kur'an'ı Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını
yoğunlaştırır ve Hafız olur.
1 Eylül 1898'de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey'in
kızı İsmet Hanım ile evlendi.
Akif'in bu yıllarda da Maarif mecmuasında, Resimli Gazete'de şiir yazıları ile
Arapça, Farsça ve Fransızca'dan yaptığı çevrilerini yayınlamaya devam eder.
17 Ekim 1906'da mevcut görevine ilâveten "Halkalı Ziraat Mektebi
Mektebi'ne "Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 25 Ağustos 1907'de Çiftlik Makinist
Mektebi'ne Türkçe Muallimi olarak atanır.
23 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Akif, bu sırada İstanbul'da
Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavin'dir.
Akif'in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber
toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Dönemin bütün
aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde
hissediyor ve bir çıkış yolu arıyordu.
Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet
gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye
olur. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan
"Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat
edeceğim" şeklindeki yemindeki "kayıtsız şartsız itaat "itiraz
eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin
edebileceğini söyler. Ve cemiyetin yemini Akif'le değişir.
Akif'in karekterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve
herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür.
OKUDUĞU KİTAPLAR
Mesnevi
Hafız Divanı
Gülistan
Leyla ve Mecnun (Fuzuli)
Victor Hugd, Lamartine, Zola, Daudet
Başka Bir pencerden;
Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının aralık ayında
İstanbul'da, Fatih ilçesinin Sarıgüzel
semtinde dünyaya geldi. Nüfusa kaydı, babasının doğumundan sonra imamlık
yaptığı ve Âkif'in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale'nin Bayramiç
ilçesinde yapıldığı için nüfüs kağıdında doğum yeri Bayramiç olarak görünür[2].
Annesi Buhara'dan Anadolu'ya geçmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım;
babası ise Kosova'nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından
Mehmet Tahir Efendi'dir. Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten
"Ragif" adını verdi. Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu
isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona "Âkif" ismiyle
seslendi, zamanla bu ismi benimsedi[3]. Çocukluğunun büyük bölümü annesinin
Fatih Sarıgüzel'deki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye adında bir kızkardeşi
vardır.
Öğrenim Yılları
İlk öğrenimine Fatih'te Emir Buhari Mahalle
Mektebi’nde o zamanların adeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı. 2 yıl
sonra iptidaii(ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı.
Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başladı (1882). Bir yandan da Fatih
Camii'nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet
Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep
birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin
"hürriyetperver" aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli
Hoca Kadri Efendi idi.
Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi
görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885'te dönemin gözde
okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam
etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin
yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa
üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek
sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni
bıraktı. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat
ve Baytar Mektebi'ne (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kaydoldu[4].
Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi'nde
bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi
kazanmasında etkili oldu[5]. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle
arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük
olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan
ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893
yılında birincilikle bitirdi.
Mezuniyetinden sonra Mehmet Âkif, Fransızcası'nı
geliştirdi. 6 ay içinde Kur'an'ı ezberleyerek hafız oldu. Hazine-i Fünun
Dergisinde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda
"Kur'an'a Hitab", adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.
Memurluk Hayatı
Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda
(Orman ve Maadin ve Ziraat Nezareti) memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını
1893–1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş
yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında
teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da bulundu. Bu sayede
halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının
doğum yeri olan İpek Kasabası'na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında
Tophane-i Âmire veznedârı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi; bu
evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları
dünyaya geldi.
Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve
edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de Servet-i Fünun
Dergisi'nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada
bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi
(1906)'nde kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra Çiftçilik Makinist
Mektebi'nde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.
II. Meşrutiyet
II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif, Umur-ı
Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyet'in ilanından 10 gün sonra
arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat
ve Terakki Cemiyeti'ne üye yaptı. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen
yeminde yer alan "Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart (kayıtsız
şartsız) itaat edeceğim" cümlesinde geçen "kayıtsız şartsız" ifadesine
karşı çıkmış, "sadece iyi ve doğru olanlarına'" şeklinde yemini
değiştirtmişti[6]. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı
dersleri veren Âkif, Kasım 1908’de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği görevini
sürdürürken Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı.
II. Meşrutiyet’in Âkif'in hayatında en büyük etkisi,
meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı
şiirleri ve yazıları bir kaç gazetede yayımladıysa da eser yayımlamaya uzun
süredir ara vermişti. Meşrutiyetin ilanından sonra, arkadaşı Eşref Edip ve
Ebül’ula Mardin ‘in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908'de yayımlanan
Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii şiiri
yayımlandı. Ebül'ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912'den itibaren
Sebil'ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Âkif'in hemen hemen bütün şiir ve
yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse
İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un
etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.
1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok
üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar'da artan
düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma
arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana uğradı. 1914’ün başında iki aylık
bir seyahate çıkarak Mısır ve Medine'de bulundu. Mısır seyahati hatıralarını
"El Uksur'da" adlı şiirinde anlattı.
1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin halkı
edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem,
Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat
1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde
konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.
Teşkilât-ı Mahsusa
Balkan Savaşı'ndan sonra, ilk olarak Umur-i
Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi
nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914)
ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'ndeki görevine devam etti.
Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa'dan gelen teklif üzerine İslam
birliği kurma gayesi güden Almanya’ya (Berlin’e ) Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile
birlikte gitti. (1914). İngilizlerle birlikte Osmanlı'ya karşı savaşırken
Almanlar'a esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu ve
farkında olmadan Osmanlı’ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya
çalıştı. Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler
cephelere uçaklardan atıldı. Almanya’da iken yazdığı Berlin Hatıraları adlı
şiirini dönünce Sebilürreşad’da yayınladı.
İstanbul'a döndükten sonra 1916 başlarında
Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki
Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propogandası ile mücadele etmek
için "karşı propaganda" yapmaktı. Mehmet Âkif, Berlin'deyken
heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti. On dört ay süren
savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'da iken aldı. Bu haber karşısında
büyük coşku duydu ve Çanakkale Destanı'nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki
ay Lübnan'da kalan Mehmet Âkif, "Necid Çölleri'nden Medine'ye"
şiirinde bu seyahatini anlattı...
Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti
Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar
Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Âkif, Lübnan’da iken
Şeyhülislamlığa bağlı Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti başkatipliğine atandı.
Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve
Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek,
İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte
çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa'nın “İslamlaşmak” adlı eserini
Fransızcadan Türkçeye çevirdi.
Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk
halkı Kurtuluş Savaşı 'nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak
isteyen Âkif, Balıkesir'e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağnos Paşa Camii'nde çok
heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok
yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve İstanbul'a döndü. Bu arada Sebilürreşad
idarehanesi, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla
İstanbul’daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Âkif,
Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle 1920'de Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye
Cemiyeti'ndeki görevlerinden azledildi.
Millî Mücadele'ye Katılması
Ersoy'un
Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara'da ikamet ettiği ve İstiklâl Marşı başta
olmak üzere çok sayıda şiirini yazdığı müzeye dönüştürülmüş Ankara evidir.
İstanbul'da rahat hareket etme olanağı kalmayan
Mehmet Âkif, görevinden azledilmeden az önce oğlu Emin'i yanına alarak
Anadolu’ya geçti. Sebil'ür-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl
Paşa'dan davet gelmişti. TBMM'nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920
günü Ankara'ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi
olarak katıldı. Ankara'ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.
Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya
vali vekiline telgraf göndererek Âkif’in Burdur milletvekili seçilmesini
sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan, Temmuz ayında ise Biga’dan
mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Âkif, Burdur mebusluğunu tercih etti.
Böylece 1920-23 yılları arasında vekil olarak I. TBMM’de yer aldı. Meclis
kayıtlarında adı "Burdur milletvekili ve İslam şairi" olarak
geçmektedir[7].
Ankara'ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya
Ayaklanması’nı önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmekti, büyük
gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı ve Kastamonu’ya geçti.
Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki
Nasrullah Camisi'nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm
vilayetlere ve cephelere dağıtıldı.
Âkif, Anadolu'ya geçerken Eşref Edip'e de arkasından
gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil'ür-Reşad Dergisi'nin klişesini de alıp
İstanbul'dan ayrıldı[8]. Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını
yayımlamışlardı. Âkif derginin 464-466. sayılarını Eşref Ediple beraber
Kastamonu'da yayımladı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp
Anadolu'ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara'da devam
ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların
hâkimiyetindeki Türk halkları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye
girişini yasakladı[9].
1921'de Ankara'da Taceddin Dergahı'na yerleşen
Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O
dönemde Yunanlıların Ankara'ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri'ye taşımak
için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif,
Ankara'da kalınmasını, Sakarya'da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi;
teklifi tartışılıp kabul edildi.
İstiklâl Marşı'nı yazması
Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi
Bey'in ricası üzerine ulusal marş yarışmasına katılmaya karar verdi. Konulan
500liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne
kadar gönderilen şiirlerin hiç biri yeterli bulunmamıştı ve en güzel şiiri
Mehmet Âkif'in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehmet Âkif'in yarışmaya
katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler.
Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve
Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste
okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17:45'te
ulusal marş olarak kabul edildi. Âkif, ödül olarak verilen 500lirayı Hilal-i
Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbiese diken Dar’ül
Mesai vakfına bağışladı[10].
Mısır Yılları ve Kur'an Tefsiri
İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif,
1923 yılında Ankara'dan İstanbul’a döndü. Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine
kışı geçirmek için Mısır'a gitti. Gitmeden önce Kur'an'ı Türkçeye tercüme etmek
için Diyanet İşleri ile anlaşma imzaladı. Kendisine teklif edilen bu görevi
başlangıçta reddetmişti çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını
yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden
kabul etmesi için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Bir kaç
sene yazları İstanbul'da, kışları Mısır'da geçirdi. (Türkiye'de gerçekleşen
devrimleri kendi inançlarına ve ülküsüne aykırı gördüğü söylentileri vardır.)
1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti.
Burada adeta inzivaya çekilerek Kur'an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü
ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu
sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesh etti. Diyanet
İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye
verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan'a teslim etti ve ölür de
gelmezse yakmasını nasihat etti. Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kuran
çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire'deki
“Câmi-ül Mısriyye" adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi
(1925-1936).
Türkiye'ye Dönüşü ve Vefatı
Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi
gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta
olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936
tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti.
Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak
büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra,
üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri
Edirnekapı Şehitliği'ne nakledildi. Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet
Naim Bey'in arasında yatmaktadır.
Kaynak:
1. ^ Kemal
H. Karpat, The politicization of Islam: reconstructing identity, state, faith,
and community in the late Ottoman state, Oxford University Press US, 2001, ISBN
978-0-19-513618-0, p. 363
2. ^ Fevziye
Abdullah Tansel, Mehmet Âkif'in Doğum Yeri Bayramiç midir?, Kubbealtı Akademi
Mecmuası, Nisan 1977, Yıl 6, Sayı 2
3. ^
Ölümünün 71'inci yılında Mehmet Akif Ersoy, Zaman Gazetesi, 29.12.2007
4. ^
MehmetAkifErsoy.com
5. ^ Recep
Duymaz, Mehmet Âkif Ersoy'un Şahsiyeti'nin Kaynakları, Bilim ve Aklın
Aydığınğında Eğitim Dergisi Yıl 7 Sayı 73 Mart 2006
6. ^ Yılmaz
Karakoyunlu, Bilinmeyen Yönleriyle Mehmet Âkif, Arastiralim.com
7. ^ Aysun
İldeniz, Milli Mücadelede Mehmet Akif, Bilim ve Aklın Aydığınğında Eğitim
Dergisi Yıl 7 Sayı 73 Mart 2006
8. ^ Yrd.
Doc. Dr. Saadettin Yildiz, Milli Mücadele ve Mehmet Âkif
9. ^ Mehmet
Âkif Ersoy’un Hayatı ve Şiirleri, Webhatti.com
10. ^ Osman
Koçıbay, Mehmet Akif Ersoy ve Burdur
* Türk
Yazarlar Birliği sitesi
* Mehmet
Akif Ersoy'un Şahsiyetinin Kaynakları
11. Mehmet Akif Ersoy Vakfı
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|