|
Ahmet Hamdi Tanpınar Hikâyeleri / Huzur'dan
HUZUR'DAN(HİKAYE)
Adamı yanında hissediyor, yüzüne
bakamıyor, fakat bunu tabiî buluyordu.
-Hayır... Çünkü o zaman etrafına
kendi benliğinin arasından bakıyordun.Kendini seyrediyordun.Ne hayat, ne eşya
bütün değildir.Bütünlük insan kafasının vehmidir.
-Peki şimdi benim
benliğim yok mu?
-Yok.O benim avucumda.İnanmıyor musun? Bak
işte.
Avucunu Mümtaz'ın burnuna doğru uzattı.Küçük ve acayip bir hayvan,
kabukla meşin arasında tanımadığı bir teşekkül bu avucun içinde küçük
tekallüslerle kımıldanıyordu...
"Demek benliğim bu imiş!" diye
düşündü.Fakat ona söylemedi.Çünkü adamın eli onu şaşırtmıştı.Mümtaz bu kadar
güzel şey hiç görmemişti.Ne billûr, ne elmas bu içten parıltıyı verebilirdi.Bu
donuk, hiç kamaştırmayan, sadece kendisi için bir aydınlıktı ve bu aydınlık
avucunun içinde küçük yengeç biçimli bir hayvan, söylendiğine göre kendi
benliği, küçük tekallüslerle bir damar gibi, açılıp kapanıyor, içten içe
işliyordu. Korka korka sordu:
-Bana tekrar vermeyecek
misiniz?
-Neyi? Mümtaz çenesinin ucuyla bir işaret yaptı:
-Onu,
benliğimi, yani benliğim dediğiniz şeyi.
-İstersen al. Tekrar tecrübeye
girmek istersen al ve el tekrar çenesinin hizasında açıldı, fakat Mümtaz'ın
gözleri bu sefer de elin kendi parıltısında kaldı. Mümtaz, yanı başındaki adamın
Suat olduğunu, böyle bir şeyin bütün imkânsızlığına rağmen biliyordu. "Ölüler
böyle sokakta dolaşırlarsa hayatın tadı kalır mı?" diye düşündü ve yan gözle,
"hakikaten o mu?" der gibi yavaşça baktı. Evet Suat'tı. Fakat ne kadar
değişmişti? Olduğundan çok büyük, çok güzel âdeta muhteşem bir Suat'tı
bu.
Hattâ birkaç saat evvel rüyâsında gördüğü Suat'tan daha güzel daha
muhteşemdi. O gün apartmanın holünde, yüzünde seyrettiği o her şeyi, bütün
hayatı kötüleyen sırıtma bile şimdi derinlerden gelen ve sanki bilinmeyen
tabakaları aydınlatan zengin bir tebessüm olmuştu. Ellerinde, boynunda ve
yüzünde ki yaralar da böyle parıldıyordu. "Zalim ve güzel..." Birdenbire şaşırdı
ve ellerini ovuşturarak düşünmeğe başladı:
"Fakat ben ne yapacağım
şimdi?" Onunla behemahal konuşmalıydı.Halbuki bu kadar güzel ve büyük bir
Suat'la konuşabilir miydi? "Acaba bütün ölenler böyle güzelleşiyorlar mı?"Suat,
ölümden ve ölmekten iğrendiğini söylemişti. "Sade güzel değil, kuvvetli de..."
Evet kuvvetliydi; içinden bir şey mütemadiyen ona doğru akıyor, kendisini
çekiyordu. Konuşacaktı.Yavaşça fısıldadı:
-Suat, dedi, niye geldin? Niçin
beni bırakmıyorsun?Bütün gün ve gece benimle uğraştın! Yeter artık! Beni
bırak.Konuştukça ürkekliği gitmiş, onun yerine garip bir isyan hissi
geçmişti.
-Bırak beni artık! Sonra bir ölüye bu kadar sert hitap
ettiğinden pişman oldu.
-Niye gelmeyeyim Mümtaz? Ben zaten senin yanından
hiç ayrılmadım!
Mümtaz başını salladı:
-Evet, hiç ayrılmadın,
âdeta bana musallat oldun fakat dünden beri başka türlü.Dün akşam üstü o yokuşta
seni gördüm.Bu gece de rüyam da fakat ne garipti biliyor musun?Bu geceki
rüyamdan bahsediyorum.Bir akşamı seyrediyordum.Daha doğrusu akşam olacakmış da
onun hazırlığını yapıyorlardı. Mor, kırmızı eflâtun, pembe, tahtalar, kalaslar
getirdiler.Ufka yığdılar.Sonra iple güneşi çektiler.
Fakat biliyor musun,
bu güneş değildi, sendin.Yüzün şimdiki gibi güzeldi, hattâ daha mahzun olduğun
için daha güzeldin.Sonra seni oraya bir İsa gibi gerdiler...Birdenbire
kahkahalarla gülmeğe başladı.Ne kadar tuhaftı bilsen, senin öyle mahzun olman;
ve İsa gibi çarmıha çekilmen... sen, hiçbir şeye inanmayan, her şeyle alay eden
insan... Tekrar uzun uzun güldü.
Suat, gözlerini üzerine dikmiş, onu
dinliyordu.
-Dedim ya...Seni hiç yalnız bırakmadım.Hep
yanındaydım!
Mümtaz hiçbir şey söylemeden bir müddet yürüdü.İçinde
fecirden ziyade yanı başındakinin pırıltısı içinde yürüyormuş duygusu vardı.Ve
bu, Mümtaz'a çok azaplı geliyordu.
-Peki, benden ne istiyorsun? Bu
ısrarının sebebi ne?
-Israr değil... Vazife.Vazifem seninle beraber
olmak.Şimdi senin koruyucu meleğin oldum. Mümtaz bir daha güldü; fakat
gülüşünün çok sinirli olduğunu da fark etti.
-Bu olmaz! dedi.Sen bir
ölüsün.Yani insansın tekrar düşüncesini tahsis etmek ihtiyacını duydu."Ölülerle
konuşmak o kadar güç oluyor ki..."
-Yani insandın, ne demek
istiyorum.Halbuki bu iş asıl meleklerin işidir.
-Hayır, artık
yetişemiyorlar.Son zamanlarda dünya nüfusu çok arttı.Her tarafta nüfusu attırma
politikası var.Melekler yetişemiyor; şimdi ölülere gördürüyorlar bu
işi...
Mümtaz ilk önce hiçbir cevap vermedi. Sonra birdenbire isyan
etti:
-Yalan söylüyorsun! dedi. Sen melek olamazsın. İmkânsız. Sen
şeytanın kendisisin! ve bir ölü ile bu tarzda konuştuğu için kalbi burkuldu.
Bununla beraber sözlerine devam etti:
-Sen beni aldatmak için kendini
böyle süsledin.Oyununu biliyorum.
Suat onun yüzüne hüzünle
baktı:
-Şeytan olsam, senin içinden konuşurdum, beni
göremezdin.
-Ama, diye Mümtaz söze başladı. Bilir misin ki, seni
gördüğüme çok memnun oldum.Hattâ sevindim.Sonra tekrar onun yüzüne korka korka
baktı?
-Ne kadar güzelleşmişsin!... Hem çok, çok güzel olmuşsun...Bu
hüzün sana yakışıyor.Bilir misin neye benziyorsun? Betticelli'nin
meleklerine...Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyi verene...
Suat sözünü
kesti:
-Bırak bu mânasız benzetmeleri...Bir şeyi öbürüne benzetmeden
konuşamaz mısın?Bu fena huylar yüzünden işleri ne kadar karıştırdığını hâlâ
anlamadınız mı?
Mümtaz çocuk gibi yalvardı:
-Beni azarlama... O
kadar sıkıntı çektim ki. Ben hiç de fena bir şey yapmadım; seni sadece güzel
buldum.Niçin bu kadar güzelleştin?...
- Bir zihinde yaşayanlar daima
güzeldir. - Mümtaz ilk önce, "Ya demin, şeytan olsaydım senin içinden
konuşurdum, diyorsun!" diye itiraz etmek istedi; fakat kafasına birdenbire başka
bir fikir gelmişti "Fikirlerimi takip edemiyorum... ne fena!"
-Ama ben
seni şimdi gözlerimle görüyorum.Sonra, seninle konuşuyorum da...
-Evet,
gözlerinle görüyorsun! Konuşuyorsun da...
Mümtaz'ın aklından şimşek
hızıyla bir düşünce geçti:
-Elimle de dokunabilirim, değil
mi?
-Tabiî... Suat bu sefer öne geçmiş, kollarını sanki muayene et, der
gibi havaya kaldırmış, uzviyetinden taşan parıltılar içinde ona gülüyordu.Mümtaz
kamaşan gözlerini ondan öteye çevirdi.
- İstersen, ve
korkmazsan!
-Niçin korkayım? Artık hiçbir şeyden korkmuyorum.Fakat
ellerini ona doğru uzatmaktan çekindi: "ne olur ne olmaz! der gibi cebine
soktu.Suat, o gece Emirgân'daki gülüşlerinden biriyle güldü:
-Korkacağını
biliyordum...dedi.Bari hamala söyle de o gelsin yoklasın, yahut Mehmet'e, Boyacı
köyündeki kahveci çırağına!Bugün ölüme gönderdiklerine. Mümtaz tâ içinden
sarsıldı:
-Onların ne işi var aramızda?
-Onlar senin yerine bana
dokunurlar.
-Ben onları yalnız göndermiyorum, kendim de
gidiyorum...
-Fakat öleceğini hesaba katmadan. Onların ölümüne muhakkak
gibi bakıyordun ve ölmeğe kandırıyordun!
-Hayır, hayır...
-Evet
öyle... Suat, çok zalim bir tebessümle üstüne eğilmiş gülüyor, onu
hırpalıyordu.
-Yahut hamalın karısı.O senin yerine
dokunsun.
-Hayır diyorum sana.Ben de gidecektim.Gideceğim.Onları
kendimden ayırmıyorum.
-Ayırıyorsun, küçük beş, ayırıyorsun.Ölsünler
diye pazarlık ediyordun.Kandırmağa çalışıyordun!
-Yalan...yalan
söylüyorsun.
Birdenbire kendine geldi.Bu münakaşa beyhudeydi.Üstelik evde
ihsan vardı.Bir çocuk gibi yalvardı:
-Suat, dedi. İhsan çok hasta.Bana
müsaade etsen de şuradan ve gitsem artık!
Suat kesik kesik
gülüyordu: -Benden ne çabuk bıktın?
-Hayır bıkmadım.Fakat evde hastam
var.Ben de yorgunum, sonra...Sen artık bizden değilsin.Demin sana yalan
söyledim.Senden korkuyorum.Hem sen de çekil git.Nerede ise sokaklar kalabalıkla
dolacak!Yaşayanların dünyasında garip oluyorsun; o kadar ayrısın ki, ne lüzum
var aramızda dolaşmana? Kendimizden çektiğimiz yetmiyor mu?
-Daha dün
beraber değil miydik?
-Evet ama, sen artık güneşin malı
değilsin!
-Onu hiç merak etme. Dün akşamdan beri ölüler
meydanda.
Mümtaz titreyerek sokağa baktı. Evlerinin yirmi beş, otuz adım
ötesindeydiler.
-O niçin; ne faydası var sanki? Bu yaşayanların
dünyası.Her şey burada hayat için! Yakamızı hiç olmazsa siz
bırakın!
-Olmaz, dedi. Seni bırakamam. Benimle geleceksin.
Keskin
bir istihza ile konuşuyordu.
-Nuran'sız, bu kadar sefalet
içinde...olmaz.
Ve kollarını açmış açmış onu kucaklamağa
çalışıyordu.Mümtaz bir adım geriye çekildi.
-Gel... Hem onu çağırıyor,
hem de kan dondurucu bir gülüşle gülüyordu.
Mümtaz: -Bari gülme! Ne
olur, gülmekten vazgeç! diye yalvardı.
-Nasıl gülmeyeyim? Her şeyi o
kadar kendi hadlerine indirmiş, o kadar kendine benzetmişsin ki... O kadar
küçücük varlığınla, onun hesaplarına bağlısın ki. Sonra o yaşama iptilân, ölçülü
merhametin, küçük ızdırapların, ümitlerin, o kaçışlar,
tapınmalar...
Mümtaz kollarını sarkıttı.
-Zalim olma Suat, dedi...
Çok ızdırap çektim.
Suat tekrar o geniş kahkahayla gülmeğe
baladı:
-Peki, öyle ise haydi gel, seni kurtarayım.
-Gelemem,
yapacağım işler var.
-Hiçbir şey yapamazsın! Benimle gel.Hepsinden
kurtulursun.Bunlar senin taşıyamayacağın yükler...
Mümtaz, yolun
ortasında bir daha durdu ve Suat'a baktı: -Hayır, dedi.Ben yükümün derecesine
yükselebilirim.Yükselemezsem altında ezilmeğe razıyım.Fakat seninle
gelemem.
-Geleceksin!
-Hayır, alçaklık olur.
-Öyle ise kal
mezbelende...
Suat kollarını açtı ve onun yüzüne şiddetle vurdu.Genç adam
sendeleyerek yere düştü. Kalktığı zaman yüzü, gözü kan içindeydi ilâç
şişeleri avucunda kırılmıştı.Bununla beraber yüzünde garip, çok ince bir
tebessüm vardı.Yan pencerelerden birinde bir radyo Hitler'in o gece verdiği
hücum emrini tekrarlıyordu.Bütün macerayı unutmuştu.
-Harp başlamış...
dedi.Ve hâlâ kırık şişe parçalarını tuttuğu avuçlarını açarak yaralarına
baktı.Sonra yavaş yavaş eve doğru yürüdü.Yoldan geçenler, bu erken saatte kanlar
içindeki bu yüzde dudakların garip tebessümüne hayretle bakıyorlardı.
Kapıyı cebindeki anahtarla açtı.Taşlıktaki ayna, sabahla tabiî halini
bulmuştu.Bir lâhza kendi yüzünü seyretti.Sonra yavaş yavaş merdiveni
çıktı.Macide doktorla sofada oturmuş radyo dinliyordu.
-Aman Allah'ım!
Mümtaz, bu ne hal?...
Mümtaz acıyan ellerini pencerenin önünde tekrar
açıp kapadı.
-Sorma, dedi.Şimdi büyük bir kaza geçirdim.Dudaklarında hep
o garip, insanda bir ömrün üzerine vurulmuş kilit hissini bırakan tebessüm
vardı.
-İlâçlar da kırıldı! dedi. Sonra doktora döndü:
-Nasıl...
dedi.
-İyidir, dedi. İyidir.Hiçbir şeye ihtiyacı kalmadı.Havadisi
duydunuz mu?
Fakat Mümtaz dinlemiyordu.O, bir köşeye çekilmiş avuçlarına
bakıyordu.Sonra birdenbire yerinden fırladı, merdivene doğru yürüdü.Fakat
merdivene çıkmadı.Orada ilk basamakta elleri başının arasında oturdu.Doktor,
"artık benimsin, sade benim!" der gibi ona bakıyordu.Macide gözlerini silerek
ona doğru yaklaştı.Radyo evin sessizliği içinde tek başına, hâdiselerin gür
sesiyle, herkes için konuşuyordu.
Ahmet Hamdi
TANPINAR
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|