|
İncil ile Furkan Arasında Bir Aşkın Hikâyesi / Prof. Dr. Ali DUYMAZ
İncil ile Furkan Arasında Bir Aşkın Hikâyesi:
“Kerem
eydür hayâlimde düşümde
İsyânlar donar çeşmim yaşında
Kızılırmak idim dağlar başında
Şimdi enginlerde akıp giderim”
Giriş
Türk halk hikâyeciliği, destandan romana uzanan anlatı
geleneğimiz yolunda XVI-XX. yüzyıllar arasını kaplayan ve âşık edebiyatıyla iç
içe ve eş zamanlı giden önemli bir süreçtir. Aslında sadece anlatı ifadesi halk
hikâyelerini tanımlamaya yetmez. Bir yönüyle âşıkların anlatma ve gösterme
boyutunda vakaları sunması, diğer yönüyle bu vakalara bağlı olarak hissiyatın
yükseldiği yerlerde devreye giren şiirleriyle toplumun estetik ihtiyaçlarını
çok boyutlu olarak karşılayan bir türdür halk hikâyeleri… Bu hikâyeler içinde
ilgi çekici olanlarından biri, belki de birincisi Kerem ile Aslı hikâyesidir.
Hem dinî, hem de sosyal bir çatışmayı güçlü bir aşk etrafında işleyen bu
hikâye, “Ermeni problemi” gibi güncel bir konunun tarihî köklerine de ışık
tutmaktadır. Tam sayılabilecek metinleri günümüze kadar ulaşabilen Kerem ile
Aslı hikâyesi sözlü, yazma ve matbu varyantlarıyla Türk dünyasının büyük bir
bölümünde varlığını sürdürmektedir. Ayrıca bu hikâye, etrafında “kült”
diyebileceğimiz kadar geniş bir etki uyandırmıştır. Kerem türküleri, Kerem
havaları, hikâyeden faydalanılarak yazılan şiir, roman, tiyatro, opera
eserleri, çevrilen sinema filmleri, atasözü, deyim, mani, yer adları, efsane,
âdet ve inanışlara kadar yansıyan bir Kerem ile Aslı tesiri bunun açık
örnekleridir. Zaman zaman kullanıverdiğimiz “Kerem gibi yanmak”, “Yandı
Kerem’in arpa tarlası” gibi atasözü ve deyimler ile çok da farkında olmadan,
mesela Neşet Ertaş’tan dinlediğimiz Kerem türküleri hikâyenin günümüze kadar
ulaşan etkilerindendir. Aşkı işleyip de Aslı’ya, Kerem’e telmihte bulunmayan
şair ise yok gibidir (Daha geniş bilgi için bk. Duymaz 2001).
Kısaca hikâyeyi özetleyerek konuya girmek isteriz. Kerem,
bir şah, han veya bey oğludur. Aslı'nın babası da bu beyin yanında vezir,
hazinedar, saraydar gibi bir görevlidir. Yani her iki aile de siyasî, sosyal ve
iktisadî açıdan güçlüdür. Aileler arasında idarî bir yakınlık bulunmasına
rağmen dinî, millî ve sosyal bir farklılık mevcuttur. Her iki ailenin de siyasî
ve iktisadî güçlerine rağmen çocukları olmamaktadır. Kahramanların doğumu
kutsal kişilerin yardımıyla veya onların verdiği olağanüstü elmayla
gerçekleşir. Kerem ile Aslı'nın doğumlarından önce birbirleriyle
evlendirileceklerine dair aileler arasında beşik kertme veya söz kesme vardır.
Kerem'in ve bazı varyantlarda da Aslı'nın eğitimleri
anlatılır. Ancak bu eğitim hayat karşısında gerekli asgarî bilgileri edinmekten
ibaret görünmektedir.
Aslı'nın babası doğumdan sonra kızının başına bir felaket
geleceğini kestirip başka bir yere yerleştiği için Kerem ile Aslı birbirlerini
görmeden büyürler.
Kerem ile Aslı'nın birbirlerine âşık olmaları görüşerek
gerçekleşir. Bazı varyantlarda görülen rüyada bâde içme motifi ise oldukça
zayıftır. Kerem, av peşinden girdiği bahçede Aslı'yı görüp âşık olur,
birbirlerine mahlâs ve yadigâr verirler. Kerem burada saz çalıp şiir söyleme
yeteneği de kazanır. Kerem ile Aslı nişanlanırlar. Ancak Aslı'nın babası din
farkı sebebiyle bir gece kızını alıp kaçar. Böylece hikâyenin önemli kısmı
başlamış olur.
Kerem, babasının ve annesinin karşı çıkmasına rağmen gurbete
çıkar ve Aslı'nın peşinden diyar diyar dolaşır. Bu arada başına çeşitli olaylar
gelir. Canlı cansız varlıklara ve gördüğü herkese Aslı'yı soran Kerem'e gerek
halktan kimseler, gerekse padişahlar ve beyler yardımcı olurlar.
Kerem'i Aslı'yla ilk buluşacağı yer olan Erzurum'a Hızır
ulaştırır. Kerem, Aslı'yı Erzurum'da hamamdan çıkan kızlar ve kadınlar arasında
görür. Ancak Aslı ondan kaçar ve ailesiyle birlikte Erzurum'u terk ederler.
Kerem Erzurum’dan Kayseri’ye kadar Aslı’yı takip eder. Bu yolculukta Kerem'in
tasavvufî sayılabilecek bazı kerametleri görülür: Kendini misafir etmeyen köye
beddua ederek harap etme; ırmaklarla, dağlarla, ceylanla, turnalarla ve kuru
kafayla deyişme gibi.
Kerem, Aslı'yla ikinci defa Kayseri'de buluşur. Hırsızlık
suçlamasıyla idam edileceği zaman Hak âşıklığı imtihanını başarıp tam Aslı'yla
evlenecekken Keşiş, yine kızını alıp kaçar. Burada yer alan otuz iki dişini
çektirme motifi de hikâyenin orijinal motiflerinden biridir.
Kerem'in üçüncü yolculuğu Kayseri-Halep arasında
gerçekleşir. Bu yolculukta da Kerem herkesten yardım görür.
Kerem ile Aslı hikâyesinin en karakteristik yönlerinden
birisi sonuç bölümüdür. Bu bölümde Kerem ile Aslı’nın yanarak ölmeleri
anlatılmaktadır. Kerem, Aslı'yı varyantlara göre değişmelerle birlikte
Halep, Kayseri veya İstanbul’da bulur. Kerem, sevgilisi Aslı'nın başka
bir Ermeni genciyle evlenmesinden bir gün önce buraya gelmektedir. Tıpkı
Odise’nin dönüşü, Bamsı Beyrek’in tutsaklıktan kurtulup Banıçiçek’in düğününe
yetişmesi veya Âşık Garip hikâyesinde olduğu gibi. Burada Kerem'e şehrin
idarecileri ile halk yardım eder. Keşiş, Aslı'yı Kerem'e vermek mecburiyetinde
kalır, ancak gerdek gecesi giymesi için Aslı'ya sihirli bir elbise diktirir.
Gerdek gecesi sihirli elbisenin düğmelerini çözemeyen Kerem, alev alıp yanar.
Aslı da Kerem'in küllerinden tutuşup yanar. İdare adamları Keşiş ile karısını
öldürterek cezalandırırlar. Kerem ile Aslı defnedildikten sonra Sofu'ya düğün
yapılır.
Bir varyantta Kerem, secde kılıp dua ettikten sonra sihirli
düğmeler açılır ve iki sevgili murada ererler. Bu varyantın mutlu sonla bitişi,
dinleyicilerin isteğiyle ve anlatma ortamıyla ilgili olsa gerektir. Bu sebeple
aslî karakterini muhafaza eden Kerem'i âşıklar pek anlatmazlar, hatta günah
addederlermiş. Boratav, bazı âşıkların da hikâyeyi mutlu sonla bitirmelerine
bir örnek veriyor. Buna göre Posoflu Süleyman Usta bir köy ağasının meclisinde
Kerem ile Aslı'yı anlatırken ağa çıkıp; "Eğer âşık, Kerem ile Aslı'yı
kavuşturursa 100 lira vereceğim, yok aslında olduğu gibi öldürürse alnından bir
kurşun sıkacağım" demiş. Bunu duyan Süleyman Usta hikâyenin sonunu
anlattığı kırkıncı gece bir yolunu bulup âşıkları kavuşturmuş (Boratav 1946:
103). Buna benzer bir hâdisenin Kilis'te Kör Gâvur veya Kerem'i Öldürmeyen Âşık
adlı Ermeni âşığının başına geldiğini de Ş. Elçin nakletmektedir (Elçin 1949:
58).
Hikâyemizin Türkmen ve Horasan varyantlarında Kerem'in
yeniden dirilişi, Aslı'nın ise gençleşmesi anlatılmaktadır. Bu
varyantlarda Kerem yandıktan sonra Aslı onun mezarı başında tam kırk yıl
bekler. Sonra bir gün dua ederek Allah'tan ya kendisinin de canını almasını, ya
da Kerem'e can vermesini diler. Allah, Aslı'nın duasını kabul edip Cebrail'i
Hz. Muhammet'e gönderir. Hz. Muhammet de Hz. Ali'yle birlikte Kanstantine
(İstanbul)'ye gelir. Kerem'in mezarına Hz. Muhammet'in abasını serip birlikte
dua ederler. Kerem dirilir, ancak dünyaya yeniden gelişine hayıflanır. Hz.
Muhammet'in ikinci duası üzerine Aslı da gençleşir. Dirilen Kerem ile gençleşen
Aslı'nın nikâhları Hz. Muhammet ve Hz. Ali tarafından kıyılır. Bu arada kör olan
Kerem'in babası da Hz. Muhammet'in ayağının toprağı sürülerek iyileştirilir.
Hünkâr'ın düşüne giren Hz. Muhammet, onun da Müslüman olmasını sağlar. Hünkâr,
Kerem ile Aslı'yı kendi memleketlerine gönderir. Kerem'in babası Ziyat Şah ve
Tebriz halkı, büyük bir törenle Kerem'i karşılarlar. Ziyat Şah bir müddet sonra
ölünce Kerem padişah olur ve uzun yıllar hüküm sürer (Karriyev 1943; Durdıyeva
1965).
Ayrıca başka halk hikâyelerinde görülen bir efsanenin
hikâyemiz için de anlatıldığını burada ifade etmeliyiz. O da kahramanların
mezarlarından güller bitmesi ve Kara Keşiş'in mezarından biten çalının bu
güllerin birleşmesini engellemesidir. E. C. Güney, Sivas'ta Ağa Dayı adında bir
kaynak şahıstan derlediği rivayete dayanarak hikâyenin sonunda böyle bir
efsanenin anlatıldığını belirtmiş ve efsaneyi eserinin sonuna eklemiştir (Güney
1968: 130). Ayrıca Rıza Mollov'un Bulgaristan'dan derlediği bazı sözlü
rivayetler (Mollov 1965: 289) ile Dağıstan-Lezgi varyantlarında da bu motife
rastlanmaktadır (Yarehmedov 1985: 16-20).
Alptan Âşığa Model İnsanın Serüveni
Toplumların bireylerini sosyalleştirmek için kullandığı
yöntemlerden birisi de model insan veya tipler yaratmasıdır. Bu tipler ve
modeller edebi eserler vasıtasıyla topluma sunulur ve fertlerden bu modeli esas
almaları talep edilir. Destanlar, halk hikâyeleri ve masallar, sosyal
değerlerin topluma ve yeni kuşaklara aktarımı için düzenlenmiş edebî
metinlerdir. Toplum üyesi birey, bir eksen etrafında dizilmiş olaylar
zincirinde iyi ve kötü tipleri, bunların sosyal hayat karşısındaki tavır ve
konumlarını, fayda ve zararlarını değerlendirerek sosyal bir kimlik kazanır.
Bizim kısaca tip dediğimiz bu model insanlar, toplumun medeniyet seviyesine
göre değişkenlik arz etmektedir. Destan tipleri Oğuz Kağan’dan Köroğlu’na kadar
uzanırken ortak unsur “alp”lıktır. Dinî ve tasavvufî unsurlar “alp”ın
yanına “veli”yi katmış, hatta ikisini birleştirerek “gazi-derviş” tipini
yoğurmuştur. Halk hikâyelerinde ise bu tipin adı “âşık”tır (Bk. Kaplan 1985).
Anlatı türünün ilk metinlerini oluşturan destanlar, nazım
oluşları, millîlikleri ve tek erkek kahramanın biyografik serüvenlerini
anlatmalarıyla farklılaşırlar. Destanları oluşturan toplum veya destanların
anlattığı toplum, avcı-göçebe veya hayvancı-göçebe kültür seviyesindedir.
Toplum birlik içindedir, birey gelişmemiştir ve mücadele de toplum dışına
yöneliktir. Düşman ya tabiat veya tabiatın temsilcisi bir varlıktır ya da komşu
kavimlerdir. Av ve savaşla hayat geçiren hareketli, dinamik bir toplumun
anlatısıdır destanlar… Ancak yerleşik hayat ve dolayısıyla din, toplumlarda
ağırlık kazanmaya başlayınca fert ve özellikle de kadın öne çıkmaya başlar.
Kadının öne çıkmaya başlaması destanlarda, mesela Oğuz Kağan Destanı’nda
“sevdi, aldı, yattı” gibi cümlelerle analık fonksiyonu öne geçen kadını, halk
hikâyelerinde “mâşuk” fonksiyonuna da yükseltir. Böylece Oğuz Kağan Destanı
gibi tek ve erkek kahramanların adıyla anılan destanların yerini çift ve
âşık ile mâşukun adını birlikte taşıyan halk hikâyeleri alır. Hatta kadınlar
arasında anlatılan mani tarzı şiirlerle süslü halk hikâyelerinde kadının adı
erkeğin önüne geçer: Arzu ile Kamber gibi. Bu bakımdan hem dinî-mistik temalı
hem de aşk konulu hikâyeler eş zamanlılık gösterirler. Ama aynı zamanda bu bir
çatışmayı da çağırır. Farklı dinlere mensup âşık ile mâşuk arasındaki çatışma.
İşte Kerem ile Aslı hikâyesi bu çatışmanın hikâyesidir.
Aşk Dini-Din Aşkı Çatışması
Kerem ile Aslı hikâyesinde muhteva açısından en ağırlıklı
unsur şüphesiz ki din faktörüdür. Bütün varyantlarda ve hikâyemizin her safhasında
dinî unsurlar ağırlıklı olarak hissedilir. Dinî şahsiyetler, kutsal kitaplar,
dua ve beddualar, kerâmetler ve namaz gibi dinî unsurlara hikâyemizde çok sık
rastlanır. Bazı varyantlarda kahramanların doğumunu sağlayan elmayı veren
Hızır'dır. Hızır'ın yardımcı olarak Kerem'i karda kışta kalmaktan kurtarması
veya habercilik yapması da bazı varyantlarda görülen dinî unsurlardandır.
Türkmen ve Horasan varyantlarında Cebrail'in Allah'ın Kerem'in diriltilmesiyle
ilgili emrini Hz. Muhammet'e götürüşü; Hz. Muhammet ile Hz. Ali'nin Kerem'i
diriltmeleri, Aslı'yı gençleştirmeleri, Hünkâr'ın Müslüman oluşunu sağlamaları,
Kerem'in babasının gözlerinin açılmasına vesile olmaları da bu arada
sayılabilir. Aynı varyantlarda Kerem'in babasının şiî inancına göre on iki imamdan
biri olan İmam Rıza'nın kabrine gidip dua etmesi neticesinde çocuk sahibi
olması da hikâyemizdeki dinî unsurlara örnektir. Hikâyemizin muhtelif
epizotları ve şiirlerinde de namaz, cenaze namazı, dua ve kutsal kitaplardan
bahsedildiği dikkati çekmektedir. Bu arada Hıristiyanlık diniyle ilgili olarak
kiliselerden, manastırlardan, İncil'den ve Hz. İsa'dan da bahisler vardır.
Kerem'in dua ve beddualarının kabul olmasını da onun Hak âşıklığıyla açıklamak
ve Kerem'i tasavvufî yönü de olan bir âşık olarak düşünmek mümkündür.
Hikâyemizdeki dinî unsurlardan en önemlisi şüphesiz ki
Müslümanlık-Hıristiyanlık çatışmasıdır. Eserin bazı kahramanlarının adına kadar
yansıyan bu çatışma, eserin bütününe şamildir. Kavuşmaya engel olan Keşiş tipi
ile daima Kerem'in yanında yer alan ve kavuşmaya yardımcı olan Sofu tipi, bu
çatışmanın hikâyedeki sembolleri gibidir. Şu husus da dikkati çekicidir: Kerem
o kadar peşinden koştuğu Aslı'yı her görüşünde dine davet eder. En sonunda
duasının kabulüyle bunu başaran Kerem, ne var ki Hıristiyanlığın temsilcisi
olan Keşiş'in hile ve sihrine boyun eğmek zorunda kalır. Hikâyede dinlerin ve
milletlerin dostluğu fikri olduğunu ileri süren görüşlere bu noktada katılmak
imkânsız görülmektedir. Çünkü eserden çıkan neticede Mehmet Kaplan'ın da işaret
ettiği şu husus dikkati çekmektedir: "Müslümanlar Hristiyanlara nazaran
daha müsamahalıdırlar. Onlar için aşk, dine bağlı olmayan, onu aşan bir
ihtirastır. (…) Kerem ile Aslı hikâyesinin trajedisini bir tarafın aşka, karşı
tarafın dine önem vermesi teşkil eder" (Kaplan 1985: 160). Bu sebeple
hikâyenin ideolojisini milletlerin kardeşliği olarak düşünen zihniyetin Azeri
varyantlarında da yer alan "Gel kız Müslüman ol kalma Ermeni" ayaklı
şiiri, hikâyenin daha sonraki baskılarından çıkarmalarını izah güçtür
(Halisbeyli 1989: 53). Kaldı ki halk hikâyelerimizin çoğu mutlu sonla biterken
Kerem ile Aslı'nın aslî karakterini trajik sonucun ve bilhassa yanma motifinin
teşkil etmesi de sembolik bir anlam taşımaktadır. Zira bu hikâyede, bilhassa
teşekkül ettiği devir düşünülürse, aşkın değil, dinin galip gelmesi normal
karşılanmalıdır. Dinin çok kuvvetli olduğu zaman ve coğrafyada teşekkül eden bu
hikâyenin başka türlü bitmesi herhalde düşünülemezdi. Bir varyantta yer alan
mutlu sonun ise dinleyicinin ve sosyal çevrenin etkisiyle gerçekleştiğini
sanmaktayız. Türkmen ve Horasan varyantlarında da bu etkinin yeniden dirilme
motifiyle hikâyeye yansıtıldığı dikkati çekmektedir. Bu iki varyantta dinî
unsurların, diğer varyantlara oranla çok kuvvetli olduğu da bir başka noktadır.
Türkmen ve Horasan varyantlarında Aslı'nın Müslümanlığı daha ilk görüşmede
kabul etmesi de ilgi çekicidir. Bu varyantlarda Kanstantine (İstanbul)
Hünkârı'nın da İslâm'ı kabul edişi hikâyenin dinî atmosferini tamamlayıcı
mahiyet taşımaktadır. Bütün bunların yanı sıra Kerem'in her davranışını dinî
kalıplar içinde değerlendirmek doğru olmaz. Hikâyede bilhassa cinsî temayüllere
de yer verilmiştir. Kerem, her görüşmesinde Aslı'yla sevişir ve işret eder.
Yani Kerem'in aşkı beşerî ve hatta cinsî bir mahiyet de taşır. Hatta M. Kaplan
"Kerem'in cayır cayır yanmasına sebep olan sihirli gömlek motifinde
bile cinsî bir mana" bulur (Kaplan 1985: 159). Bu sebeple Kerem'in
İslâmiyet'i anlayış ve yaşayış tarzı, halkın gündelik anlayış ve yaşayışına
uygun düşmektedir. Bu bilgiler ışığında dinî unsurların Tahir ile Zühre,
Kozanoğlu, Celali Mehmet Bey, Gürcü Kızı ve Şeyh Sen’an gibi anlatmalarda da
bulunmasına rağmen Kerem ile Aslı'daki kadar güçlü ve hikâyenin mihverini
teşkil edecek derecede önem taşımadığını rahatlıkla ifade edebiliriz.
Kerem ile Aslı’da işlenen “din farkı” temasının Müslüman
Türk-Hıristiyan Ermenilerin karşılaşması ve bir arada yaşamaya başlamalarıyla
yaşıt olabileceği de düşünülebilir. Daha VII. asırda Kafkasya’ya gelen Hazar
Türkleriyle Ermeniler arasında başlayan ilişkiler daha sonra din farkının da
eklenmesiyle pek çok edebî metne konu teşkil etmiştir. Şeyh Sen’an, Sasonlu
David, Hovannes ile Ayşe gibi hikâye ve destanlarda karşılaştığımız din ve
milliyet farkına dayalı aşk konusunu Rıza Mollov, Türklerin aşiret hayatında
görülen dış evlilik (=başka aşiretlerden kız alma) uygulamasına kadar
dayamaktadır (Mollov 1965: 282). Hangi sebeple olursa olsun yüzlerce yıl
birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler arasında bu motif, yaygın bir yer edinmiş
ve hikâyemize de temel olmuş görünmektedir. Azeri araştırıcıların görüşlerine
göre Ermeni kızı-Türk genci aşkı veya Ermeni genci-Türk kızı aşkı konusu Ermeni
ve Azeri folklorunda çok yaygındır. Ermeni folklorunda Hovannes Yerzenkatsi
(1250-1326)’nin Hovannes ile Ayşe şiirinde, Selçum Paşa masalında, Sasonlu
David (VIII-X. asır) destanlarında işlenen konular hep “din farkı” motifi
çevresindedir. Hovannes ile Ayşe’nin aşklarının dinî ayrılık yüzünden
engellenmesi söz konusudur. Neticede Hovannes, mollanın huzuruna çıkıp onu ikna
eder ve Ayşe’yle evlenir. Selçum Paşa adlı masalda da Ermeni genci, kilisede
uyuyup kalınca zümrüt kuşları onun gönlüne Selçum Paşa adlı Türk kızının aşkını
düşürürler. Annesi kızını Ermeni gencine vermemek için zehirler. Ermeni genci,
kızı kabrinden çıkarır ve Gabriel (Cebrail) adlı meleğin yardımıyla kız
dirilir. Bir süre sohbet eden iki âşık, öbür dünyada kavuşmak üzere birlikte
ölürler (Abbasov 1973: 23-57). VIII-X. asırlarda teşekkül ettiği sanılan
Sasonlu David destanı da benzer konuları işler. Destan kahramanı David, Handudu
adlı Türk kızını âşık olur. Handudu’nun koyduğu şartları sihirli atı ve
kılıcıyla yerine getiren David, Handudu ile evlenir. Ermenilerin bu
destanındaki Türk destan motifleri de oldukça ilgi çekicidir (Türkmen 1992:
1-13). Azerbaycan efsanesinde Şeyh Sen’an, bir Hıristiyan güzeli uğruna Kuran’ı
ateşe atar, haça tapar ve domuz çobanlığı yapar. XIV. asır başlarında
Gülşehri’nin kendinden önce yazılmış olan (muhtemelen XIII. asır) bir Şeyh
Sen’an kıssasını, dili ve veznini beğenmediği için “Dasitan-ı Abdurrezzak”
adıyla yeniden kaleme aldığını bilmekteyiz (Köprülü 1984: 235). Bu tasavvufî
kıssa o kadar yayılmıştır ki, Yunus Emre’nin ilâhilerinden XIX. asır Ermeni
“aşug”u Mirza Can’ın şiirlerine kadar geniş bir tarih ve coğrafyada telmih
olarak kullanılmıştır[1]. Kerem’e atfen
yayımlanan bir şiirde de görüldüğü gibi Şeyh Sen’an efsanesi, muhakkak ki Kerem
ile Aslı hikâyesine de etki etmiştir. Daha değişik bir ifadeyle “din farkı”
konusu, Kerem ile Aslı teşekkül etmeden önce de folklor ve edebiyatta mevcut
bir konudur. Burada son olarak hikâyemizin temel motifi olan din farkına dayalı
aşk konusunun pek çok türküye de konu olduğunu belirtmeliyiz. Bu konuda
söylenmiş oldukça fazla sayıda türkü bulunmaktadır ve bu türküler hikâyemizden
de izler taşımaktadır (Bu konuda örnekler için bkz. Özbek 1981: 181; Esen 1986:
49-52).
Kerem’in kısmen maddî, kısmen de mistik temayüller gösteren
aşkı, ideal bir aşk düşüncesinin örneğidir. M. Kaplan’ın ifadesiyle Kerem, aşkı
bir kader olarak görür (Kaplan 1985: 159). Ancak ona dinî ve sosyal şartlar
engel olur. İşte bu noktada Rıza Mollov’un ifadesiyle Rönesans’ın tesiri ile
Orta Çağ düşüncesinin çatışması vardır. Kerem, aşkı büyük bir ideal ve manevî
prensip kabul edişiyle Orta Çağ’ın dinî ve sosyal engellerini zorlamaktadır.
Mollov, gerek epik türün gelişiminde yer alan aşk hikâyelerini, gerekse
Rönesans izlerini XVI. yüzyılın içinde değerlendirmektedir (Mollov 1965).
Burada bir hususu açıklamak gerekir. O da Kerem’in karşılaştığı dinî engelin
İslâm dini olmadığıdır. Çünkü Kerem ve hatta babası Aslı’nın keşiş kızı
olmasına, yani din ve milliyet farkına pek önem vermezler. Onlara göre Aslı,
evlenince Müslüman olabilir. Burada ortaya çıkan husus, M. Kaplan’ın da ifade
ettiği gibi Müslümanların Hıristiyanlara oranla daha müsamahakâr olmaları ve
aşkı dine bağlı olmayan, hatta dini aşan bir ihtiras olarak görmeleridir
(Kaplan 1985: 159-160).
Âşık Olma ve Mahlâs Almanın Sembolizmi
Destan ve hikâyelerde biyolojik olarak doğan fert,
sosyolojik anlamda kabul görmüş sayılmaz. Bu sosyolojik kabul için muhakkak bir
geçiş ritine ihtiyaç duyulmaktadır. Destanlarda toplumu tehdit eden bir
tehlikeyi ortadan kaldırarak, genellikle vahşi ve olağanüstü bir hayvanı
öldürerek alp olan kahraman, toplumun yetişkin bir bireyi ve çoğu zaman lideri
olarak kabul görmüş olur. Halk hikâyelerinde ise bu geçiş fizikî mücadele
gösterisiyle değil içe dönük bir gerilimin sonucunda gerçekleşir. Yani kişi
geçiş ritiyle hem bir yetişkin, hem bir meslek sahibi, hem de bir sevgili sahibi
olur. Kerem ile Aslı hikâyesinde Kerem, bazı varyantlarda rüyasında Kara
Sultan'ın, yani Aslı’nın elinden bâde içer ve ona âşık olur. Şamanların esrime
sahnelerini ve Şamanlığa geçiş törenlerini hatırlatan rüya motifi İslâmî
etkilerle daha da kompleksleşmiş ve Tanrı vergisi saz çalıp şiir söyleme
yeteneği kazanma ile toplumumuzda bir kader kısmet meselesi olarak telâkki
edilen sevgilinin tespiti ve takdiri hususu birleştirilmiştir. Yani kişi hem
meslek kazanarak âşık olmuş, hem de bir sevgiliye âşık olmuştur. Ancak bunlar
henüz bir rüyadır ve gerçeğe dönüşmesine ihtiyaç vardır.
Mistik mahiyet taşıyan geçiş ritinin, yani rüyanın devamında
aşkın gerçeğe dönüşmesi gelir ki bu da çoğunlukla bir av sahnesiyle
anlatılır. Av, destanlardan kalan bir izdir ve totemistik inançlarla bezenmiş
av hayvanları kişiyi kaderine götürür. Nitekim rüyasında aşk hastalığına
tutulan Kerem, babasının tavsiyesi üzerine arkadaşı ve lâlâsı Sofu'yla birlikte
ava çıkar. Şahininin kovaladığı kuşun peşinden girdiği bahçede rüyasında
gördüğü kızla karşılaşır.
Geçiş ritinin bir başka boyutu da kişinin biyolojik
doğumuyla verilen adın değişmesi, yani mahlâs alınmasıdır. Destan ve halk
hikâyelerinde ad koyma ve/veya mahlâs almanın üç şekli vardır: Doğumda, hem
doğumda hem geçiş töreninde, ya da sadece geçiş töreninde… İlk destanlarda
biyolojik doğum bireyin toplum tarafından kabulü anlamına gelmediği için
muhakkak sosyolojik bir doğum gerekmiş, yani kahraman kendini topluma kabul
ettirmek durumunda kalmış ve ancak o zaman ad alabilmiştir. Destanların Orta
Çağ versiyonu sayılabilen halk hikâyelerinde ise doğumda ailelerin iradesine
bağlı bir ad konurken âşıklığa geçişte de mahlâs konmuş veya alınmıştır. Bu
mahlâsı genellikle doğumda yardımı olan pir koymaktadır. Ancak Kerem ile Aslı
hikâyesinde oldukça farklı bir durum vardır. Kerem’in doğumunda verilen adı
Mahmut, Mahmut Mirza, Ahmet, Ahmet Mirza gibidir. Aslı’nın ise adı Meryem ya da
Kara Sultan’dır. İki sevgili birbirlerine aşklarını ifade etme fırsatı
bulduklarında isimlerini mahlâsa dönüştürürler. Şiirli konuşmaları sırasında
geçen "Kerem" ve "Aslı" sözlerini kendilerine mahlâs olarak
alırlar. Doğumda konan isimleri aileleri tarafından konduğu için dinîdir. Öyle
ki Mahmut adında Hz. Muhammed’i, Meryem adında ise teslisteki bir adı, ruhü’l-kudsü
yani Hz. İsa’nın annesini buluruz. Ancak “aşk gelicek cümle eksikler tamam
olur” ve Mahmut’un yerini Kerem, Meryem’in yerini ise Aslı alır. Bu yüzden
Kerem ile Aslı adlarını da, bu adları taşıyan kahramanları da tanımlayan en
önemli unsur dinî veya millî kimlikleri değildir. Onlar önce ve sadece
âşık-mâşukturlar. Kerem ve Aslı adlarında / mahlâslarında da dinî değil aşkî
bir anlam yüklüdür.
Burada bir hususu daha belirtmek gerekir. Aslı, devrin
gereği aşk konusunda inisiyatif ve irade gösterebilecek bir konumda değildir.
Ailesi, dini ve toplumu bu konuda ona pek ruhsat vermez, o da bunları pek
zorlamaz. Hatta Kerem’e çoğu zaman naz ve cevr eder. Ancak Kerem’in duası
üzerine hikâyenin son kısımlarında Aslı’nın Müslümanlığı kabul ettiğini ve
Kerem'e aşkını izhar ettiğini görüyoruz. Bu durum, aynı anda gerçekleşmiş ve
böylece aşk ile din arasında uyum olması gerektiği mesajı verilmeye
çalışılmıştır. Ayrıca Aslı’nın diğer bir çok hikâyede olduğu gibi saçından üç
tel ayırıp saz taklidiyle şiir söylediğini de hikâyede izlemekteyiz.
Pasif Kahraman Kerem
Hikâyemizde görülen bir diğer özellik ise konudan
kaynaklandığını sandığımız kahramanın pasif tutumudur. Kerem, bir kahramanlık
hikâyesindeki Köroğlu, Şah İsmail, Beyböyrek, Yaralı Mahmut veya Melikşah gibi
sert ve aktif bir âşık tipi değildir. Aşkı bir kader olarak gören, zor
durumlarda ağlayıp sızlayan, türkülerinden başka silahı olmayan bir âşık tipi
çizen Kerem; tamamen aşk konusunu işleyen hikâyelere mahsus bir tiptir. Hikâyemiz
üzerine yazdığı yazısında M. Kaplan, Kerem tipini bütün ayrıntılarıyla
değerlendirmiştir. Kaplan, Kerem'i tabiat karşısında aldığı statik tavrıyla
pasif bir tip olarak görür ve Tanzimat'tan sonraki Türk romanlarında karşımıza
çıkan modern âşıklara benzetir. Ayrıca Anadolu coğrafyası ve insanıyla
münasebeti, zihniyeti, duyuş tarzı, türküleriyle Kerem'i tam bir Türk olarak
niteleyen M. Kaplan, onun daha çok bitkilerle münasebet hâlinde olduğunu
belirterek yerleşik medeniyet izleri taşıdığını ifade eder (Kaplan 1985: 161).
Biz de incelediğimiz bütün varyantlarda Kerem'in hayat ve olaylar karşısında
pasif bir tavır takındığını görmekteyiz. Kahramanlık unsurlarının en çok
görüldüğü Türkmen ve Horasan varyantlarında bile aldığı silah eğitimiyle
"yüz adama gücü yetecek" seviyeye gelen Kerem, bütün hikâye boyunca
bir kere olsun bu gücünü kullanmaz. Netice olarak Kerem ile Aslı hikâyesinin
tamamıyla aşk konusunu işleyen bir hikâye olarak; kahramanını da aşk
hikâyelerine mahsus özellikler taşıyan pasif bir âşık tipi olarak
değerlendirmek mümkündür.
Akından Gurbete Veya Ya Tahammül Ya Sefer
“Gene vurdu Çin'e Maçin'e
Düşmüşem ensesine ben”
Epik mahiyet taşıyan anlatılarda, yani destanlarda kahraman
kendini ispat edip toplumun önderi olarak kabul gördükten sonra “akın”a çıkar.
Yani toplumu için bir yandan keşif, diğer yandan toprak ve mal kazanımı
anlamını taşıyan sefere çıkar, “daha deniz, daha müren” der, “güneşi tuğ, gök
kubbeyi çadır” yapma idealini gerçekleştirmeye çalışır. Bunda sefer sözünün iki
anlamından birisi, yani savaş esastır. Bu sefer veya akının amacı “cihan
hakimiyeti mefkûresi”dir, bugünkü adıyla söylersek “küreselleşme”dir. Destandan
halk hikâyesine geçilince akının yerini gurbet alır. Gurbet de bir seferdir
elbette, ama ikinci anlamıyla, yani “yolculuk” olarak... Gurbette de bir keşif
veya geçim unsuru vardır. Ancak peşinden koşulan hedef, artık rüyada görülerek
veya bir defacık görülerek âşık olunan bir “sevgili”dir. Kerem de önce
rüyasında, sonra bir av sırasında görerek âşık olduğu ve nişanlandığı
sevgilisi, Keşiş olan babası tarafından kaçırılınca gurbete çıkar. Gurbete
çıkma motifi, hikâyenin devamında kahramanın başına gelecek maceraları
hazırlayıcı özellik taşımaktadır. Ancak gurbetin asıl fonksiyonlarından biri
kahramanın emek ve çaba sarf etmesi, bilgi ve tecrübe kazanması, kısacası çile
çekerek olgunlaşmasıdır.
Hak Aşığı Kerem
“Ben garibem gurbet ilde ölürsem
Son nefeste sevgilimi görürsem
Görüp bu hâlimi rahat verirsem
Bana Hak âşığı Kerem desinler”
Kerem'in bir başka vasfı ve engelleri aşmadaki en güçlü
silahı hak âşığı oluşudur. Hak sözünün burada iki anlamının olduğu açıktır. Bu
anlamlardan ilki âşıklığın Tanrı vergisi olmasıdır, diğeri de âşıklığın gerçek,
hakiki olmasıdır. Bu vasfıyla Kerem, devrin tasavvuf anlayışının halka
yansımasından kaynaklanan bazı kerametler gösterir. Kerem'in dua ve
beddualarının kabul olmasını da onun Hak âşıklığıyla açıklamak ve Kerem'i
tasavvufî yönü de olan bir âşık olarak düşünmek mümkündür. Bu noktada Pertev N.
Boratav'ın şu görüşlerini aktarmayı faydalı görmekteyiz: "Kerem ermiştir,
ama hiç bir tasavvufî sistemi temsil etmez. Bu kerametler dini kuru ve kitabî
şekliyle değil de halkın türlü inanışlar ve hurafelerle dolu dini olarak
alırsak tasavvufsuz da izah olunabilir" (Boratav 1946: 83-85). Ancak
Kerem'in asıl şahsiyetini oluşturan unsurlar; dua ve beddualarının kabul oluşu,
keramet seviyesindeki davranışları ve hak âşığı oluşu gibi tasavvufî
unsurlardır. Kerem'in duaları sonucu dağlar, ırmaklar ona yol verir. Hatta
yıllarca peşinden koşturduğu Aslı bile aşka ve imana gelir. Duası kabul olan
kahramanlar, halk hikâyelerimizde oldukça çoktur. Dinî motifleri olmasına
rağmen Kerem ile Aslı’yı dinî bir hikâye olarak nitelemenin imkânı yoktur.
Kahramanlık unsuru ise hiç bulunmamaktadır. Kerem, pasif bir tiptir ve olaylar
karşısındaki mücadelesi “Hak âşıklığı”, “dua-yalvarma” ve hatta bazen “yalan”
ile olmaktadır.
Kerem, dua ederek bir anda karları eritir, turnaları yere
indirir, kırk haramilere ağzından alev çıkararak hak âşıklığını ispat eder,
kırk kız arasında Aslı’yı gözleri kapalı tanır, hiç tanımadığı altı kızın adını
bilir. Yani zorlukları keramet gücüyle aşar. Ancak bir motif var ki bu veliler
için de anlatılan bir keramet menkıbesidir. Konya'nın Bozkır ilçesine bağlı
Karacaardıç köyünde yaşamış Şeyh Bedrettin adlı veli ile yine Konya'nın
Seydişehir ilçesinde yaşamış olan Seyyid Harun-ı Veli'ye izafeten anlatılan bir
menkıbede de aynı motifi görmekteyiz (Ayaz 1977: 33-34). Bu olay şöyledir:
Hasankalesi'nde ise Kerem'in hak âşığı olduğuna inanmayan bir kişi, canlı bir
adamı tabuda koyup Kerem'den cenaze namazı kıldırmasını ister. Kerem namazı kıldırmak
mecburiyetinde kalınca tabutun içindeki adam ölür.
Kavuşamama Edebiyatı Ve “Şüheda-yı Aşkın Ser-efrazı”
“Ben
Kerem'im aşk oduna yanmışam
Cehenneme
girsem nâr bize neyler.”
Halk hikâyelerinde sevgililerin kavuşmasıyla bitmeyen halk
hikâyesi hemen hemen yok gibidir. Çünkü aşkı bir kader olarak gören anlayış,
belirli bir çile ve çaba sonunda kavuşmayı da mukadder olarak telâkki eder.
Halk hikâyesi kahramanlarının kavuşmaları, Kerem’in dilinden şu sözlerle
anlatılmaktadır:
“Hurşit de Mâhî’nin yoluna yetti
Kamber de Arzu’nun yoluna gitti
Dünyâda Şahsenem murâda irdi
Âşık Garip gibi gülen olmadı”
Ancak Kerem ile Aslı kavuşamadan ölmektedirler. Bu durum,
din farkının aşka üstün geldiğini göstermektedir. Olayların geçtiği çağ ve
toplum da buna uygundur. Nitekim Batı edebiyatında da Shakespeare'in Romeo ile
Juliet adlı tiyatro eserinde bu durumu görmekteyiz. Romeo ile Juliet
birbirlerine dargın, hattâ düşman iki ailenin çocuklarıdır ve aileler
arasındaki bu düşmanlık âşıkların birleşmelerini önlemiştir. Her dönemde ve
toplumda aşka üstün gelen değerler olmuş ve bu durum edebî eserlere de
yansımıştır. Ancak Kerem ile Aslı’yı sadece bir kavuşamama edebiyatı ürünü
olarak değerlendirmek eksik kalır. Çünkü Kerem ve Aslı, hikâyenin sonunda
kavuşamamanın yanı sıra trajik bir şekilde yanarak ölmektedirler. Gerdekte
Kerem, Aslı'nın isteği üzerine elbisesinin düğmelerini önce sırayla çözmeye
çalışır. Ancak düğmeler bir yandan açılır, diğer yandan tekrar bağlanır. Kerem,
bu düğmeleri çözmeyi elleriyle de başaramaz, çünkü elbise sihirlidir. Uzun
uğraşmalarına rağmen Kerem, düğmeleri çözemeyince ve sabahın da olmak üzere
olduğunu görünce bir âh çeker ve ağzından çıkan alevle ateş alıp yanmaya
başlar. Bazı varyantlarda su, bazı varyantlarda neft (petrol) döken Aslı,
Kerem'in daha da çok ve çabuk yanmasına sebep olmuştur. Bazı varyantlarda ise
Aslı'nın annesi testideki suyu değiştirip yerine petrol koymuştur.
Hikâyemizdeki bu ağızdan çıkan alevle yanma motifi konusunda
bir çok inceleme yapılmıştır. İlk olarak M. Sadık, bu motifi tıp açısından
değerlendirmiş ve motifle alay edilmesinin yanlış olacağını ortaya koymaya
çalışmıştır (M. Sadık 1309: 347). Benzer görüşleri Aydın Oy'un bir tebliğinde
de görmekteyiz (Oy 1987: 287-296). W. Walker ile Ahmet E. Uysal, konuyu daha da
genişletip doğu ve batı edebiyatlarından örnekler getirmektedirler
(Walker-Uysal 1984: 147-161). Bizi asıl ilgilendiren olayın tıbbî yönü değil
edebî yönüdür. Bu konuda da bazı görüşlerin öne sürüldüğü dikkati çekmektedir.
P. Naili Boratav; "yanma motifi"nin 1001 Gece Masalları'ndan
kaynaklandığını ve hatta hikâyenin kaynağının da 1001 Gece Masalları'na
dayandırılabileceğini ifade etmektedir (Boratav 1948: 63-73). Bu motifin bir de
divan edebiyatında kullanılışı üzerinde durmak isteriz. Divan edebiyatında bir
mazmun olarak kullanılan kaknus kuşu, eşinden ayrıldığı zaman kendi âhıyla
kendini yakıp kül eden bir kuş olarak anlatılır (Levend 1980: 182).
"Âh" ile "ateş" arasındaki bu ilgi ve kaknus kuşunun
özellikleri Saltuknâme'de de kullanılmıştır. Buna göre Sarı Saltuk, kement atıp
yakaladığı kaknus kuşuyla uzun bir yolculuğa çıkar. Garip şekilde öten bu kuş,
eşinden ayrılınca bir âh çekerek kendini yakar. Yağmurda ıslanan külleri
güneşte kuruyunca tekrar bir kaknus yumurtası çıkar (Yüce 1987: 251). Bu kuşun
özelliklerinin edebiyatımızda yer alışıyla yanma motifinin yaygınlığı daha çok
ortaya çıkmaktadır.
Sonuçta âşıkların kavuşamamaları ve yanarak ölmeleri, dinin,
toplumun ve çağın şartlarının aşk duygusuna üstün geldiğini gösterir, hatta bu
şekilde bir aşkın trajik sonuçlara yol açabileceği ihtarı da hikâyenin teması
içindedir. Aslında din farkına dayalı aşk konusunun ele alındığı bir çok
metinde de sonuç olumsuzdur ve bu da kendi şartları içinde mantıklı
sayılmalıdır.
Aşkın Zamanı: “Orta Çağ”
Orta Çağ kavramı Batı literatüründe sadece zamana ait bir
kavram değildir, bir keyfiyet de ifade eder. Bu durum Doğu için elbette aynen
geçerli değildir. Ancak bilgiyi ve kavramları naklen aldığımız için bizde de bu
söz, Batı literatüründeki karşılığında kullanılmış, şablona uymayan kısımlar da
düzeltilmeye çalışılmıştır. Batıda Orta Çağ kavramına, skolastiği,
kilise-paganizm çatışmasını ve belki de feodal yapıyı da içeren bir anlam
yüklenmiştir. Halk hikâyeleri de zaman olarak “Orta Çağ”da teşekkül etmiş
anlatmalardır. Bu bakımdan Kerem ile Aslı’nın teşekkül ettiği zamanla ilgili
bazı değerlendirmelerde bulunmak istiyoruz.
Halk hikâyelerinde bahsi geçen tarihî olaylar ve
kahramanlarla ilgili izler, o hikâyenin teşekkül tarihine tam olarak işaret
etmese de bazı ipuçları verecek mahiyettedir. P. N. Boratav, bu hususta “Bazı
hikâyelerin muayyen tarihî hâdiselere telmihleri ihtiva etmesi, hatta kahramanlarının
muayyen tarihî şahsiyetler olması da mevzularının bugünkü haliyle o tarihî
şahsiyetlerle yaşıt olmasını icap ettirmez” (Boratav 1946: 36-37) demektedir.
Yani tarihî hâdise ve şahsiyetlerin halk hikâyelerinde yer alışında bir nevi
“anakronizm” vardır. Üzerinde durduğumuz Kerem ile Aslı hikâyesi için de zaman
zaman aynı durum söz konusudur. Ancak buna rağmen genel bazı ipuçları bulmak
mümkün görülmekte ve araştırıcılar da bu metodu tercih etmektedirler. Biz de
hikâyemizdeki bazı tarihî unsurlardan hareketle bir takım sonuçlara ulaşmaya
çalışacağız.
Kerem ile Aslı hikâyesinde Ziyad Han[2],
Adil Han[3], Şah Abbas[4],
Ahmet Bey, Süleyman Paşa[5] gibi yönetici
adları[6] ile paşa, mütesellim, knyaz[7] gibi yönetici unvanları geçmektedir.
Bütün bu unsurların dışında hikâyemizden hareketle teşekkül
tarihine ışık tutacak bazı ipuçları daha bulmak mümkündür. Meselâ varyantların
çoğunda siyasî sınırlardan da bahsedilir. İran (Acem), Osmanlı (Rum ili, Türk
toprağı) ayrımı dikkati çekmektedir ki, her iki ülke de güçlü oluşlarıyla
hikâyemizde yer almaktadır. Biz bu nokta da Osmanlı-İran (Safevî) ilişkilerinin
izlerini bulabiliriz. Bilhassa XVI. yüzyıl, Doğu Anadolu’da Osmanlı-Safevî
hakimiyet kavgası şeklinde geçmiştir. O halde hikâyemizin teşekkül tarihi ile
Osmanlı-Safevî ilişkilerinin yoğunlaştığı bu devir arasında bir paralellik
vardır, diyebiliriz.
Kerem ile Aslı’nın teşekkül tarihi hakkında ipucu verecek
diğer bir nokta da hikâyenin temasıdır. Kahramanlık, kahramanlık-aşk, aşk
sıralamasıyla değerlendirilebilecek olan halk hikâyeleri arasında Kerem ile
Aslı son safhada yer alır. Yani, konu tamamiyle aşk üzerine kurulmuştur. Bütün
bu konu izleri de hikâyemizin teşekkül tarihini XVI. yüzyıldan önceye
götüremeyeceğimizi göstermektedir.
Aşkın Mekânı: “Büyük Orta Doğu”
“Gürcistan ilini seyrân eyledim
İlleri var bizim ile benzemez”
Son zamanlarda uluslar arası siyasî projelerde bahsi geçen
bir kavram “Büyük Orta Doğu”. Bu kavram, adı ve sınırları aynı olmasa bile
XVI-XVIII. yüzyıllarda gerçekleşmiş bir siyasî ve kültürel dokuyu hatırlatıyor.
O günlerde bu siyasî ve kültürel dokuyu kendi dinamikleriyle kurmuş olan
Osmanlı İmparatorluğu idi. Kastedilen tabiî ki sadece Osmanlı’nın siyasî
sınırları değildir, Osmanlı’nın ve temsil ettiği kültürün nüfuz sınırlarını da
buna eklemek gerekir. Evliya Çelebi’nin gezdiği ve Seyahatnamesi’nde anlattığı
coğrafya bunun bariz bir delilidir. İşte bugünlerde gündemde olan ve geçmişi
yeniden kurmak adına retorik açıdan bizde de hoş çağrışımlar uyandıran bu
proje, elbette ne kadar bize ait veya bize ne kadar faydalı olur, bunu tartışmak
gerekir.
Ancak Kerem ile Aslı hikâyesinde köy köy, hatta şehirlerde
mahalle mahalle anlatılan mekân unsurlarının ip uçları bize bu coğrafyayı
işaret ediyor. Kısaca hikâyenin geçtiği coğrafyayla ilgili bazı
değerlendirmelere bakalım: Türkmen araştırıcılar hikâyenin “XIV-XV. yüzyıllarda
İran, Azerbaycan, Ermenistan, Karabağ, Doğu ve Güney Doğu Anadolu ile Irak gibi
coğrafi bölgelerde oturan Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmen topluluklarının
hayatından izler taşıdığı” fikrindedirler (Karriyev 1943: 9; Durdıyeva 1965:
3-4). Azeri araştırıcılar da Kerem’i ısrarla Gence’ye ve Gence Hanlığı yapan
Ziyadoğulları’na bağlamak istemektedirler (Tehmasib 1972: 287-291; Halisbeyli
1989). Anadolu varyantlarının pek çoğunda (bilhassa taşbaskı ve matbu
nüshalarda) Kerem, Isfahan doğumlu olarak geçerken hikâyenin gelişen
olaylarının cereyan ettiği yerler Anadolu’nun bilinen şehir ve kasabalarıdır.
Bu arada Kerem’in bazı yazmalara dayanılarak Erzurum (Elçin 1949: 64) veya
Ahlat[8] şehirlerinden olabileceği de ileri
sürülmüştür. Aslında Kerem’in doğum yeri çok da önemli değildir. Çünkü nasıl
Yunus Emre, Karacaoğlan, Köroğlu, Nasrettin Hoca gibi halk tipleri bir yandan
yerelleştirilirken öbür yandan hiç de çelişik olmaksızın ortak kültürün
model tipleri halini alıyorsa Kerem için de bu böyledir. Aynı durum Kerem’in
Aslı’nın peşinden giderken dolaştığı coğrafya için de geçerlidir. Kerem’in
dolaştığı yerler bütün varyantlarda hemen hemen aynıdır. Bu coğrafya bugünkü
siyasi adlarıyla söylersek Türkiye, Azerbaycan, İran, Gürcistan, Ermenistan ve
Suriye şehirleridir. Aslında hikâyenin konusunu teşkil eden Ermeni-Türk
ilişkisi de bunu mantıklı kılmaktadır. Çünkü Türklerle Ermenilerin yoğun
ilişkiler içinde bulunduğu bölgeler bu bölgelerdir. Burada bir hususu da
eklemek gerekir. Kerem bütün bu şehirleri, köyleri elinde sazıyla dolaşır; her
yere gider, gittiği her yerde genellikle hem idarecilerden hem de halktan
yardım görür. Keşiş de kızını alıp kaçmıştır, sığınabileceği kiliseler ve
yardımcı şahıslar bulabilmektedir. Ancak Kerem’in takibinden dolayı uzun süre
bir yerde barınamamaktadır.
Hikâyede olaylara mekân teşkil eden bu coğrafya dışında bir
de hikâyenin bilindiği, anlatıldığı ve derlendiği coğrafya vardır. Bu bağlamda
öncelikle Kerem ile Aslı’nın bilhassa Oğuz grubu Türk boylarında bilinen bir
hikâye olduğunu belirtmeliyiz. Hikâye asıl olarak Türkmen, Azeri ve Anadolu
varyantlarından oluşmaktadır. Ancak Bulgaristan, Kırım, Dobruca, Horasan gibi
Türk bölgeleriyle Ermeni, Gürcü ve Lezgi gibi Kafkas halklarında da
bilinmektedir. Bu noktada özellikle Ermenilerin hikâyemizi adapte ve tercüme
ederken kahramanların fonksiyonlarını değiştirdiğini; yani Kerem’i Hıristiyan,
Aslı’yı ise Müslüman olarak gösterdiklerini belirtmeliyiz. Bir diğer nokta da
hikâyenin ısrarla bir bölgeye mal edilmek istenmesidir. Bir dereceye kadar
mazur görebileceğimiz bu durum ısrara dönüşünce hikâyenin fonksiyonuna da ters
düşmektedir. Çünkü Kerem ile Aslı “ortak bir destan”dır ve Türk kültürünün
birlik, bütünlük ve devamlılığını ortaya koymaktadır. Mahallileştirme, yani
hikâyeyi sadece Anadolu veya sadece Azeri ya da Türkmenlere bağlamak ise bu
fonksiyonu ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Bunların dışında hikâyenin metni derlenmemiş olmakla
birlikte izlerine ve tesirlerine rastladığımız bir coğrafya daha vardır. Hikâyenin
yukarıda bahsi geçen bölgelerden kaynaklanarak sözlü ve yazılı kültür
yollarıyla Horasan, Türkmenistan, Kırım, Dobruca, Bulgaristan, Kazan,
Başkurdistan, Dağıstan ve diğer bölgelere yayıldığını da görmekteyiz. Bir de
hikâyenin derlenmiş metni olmamasına rağmen etkisi görülen Irak Türkmenleri ve
Gagauzları da bu coğrafyaya eklemeliyiz.
Bu bilgilerle sınırlarını çizdiğimiz coğrafya, yönetimi ve
hakim unsuru Türk ve Müslüman olan, ancak her türlü din, mezhep ve milletten
insanın özgürce yaşama fırsatı ve imkânı olan bir coğrafyadır. Genellikle
Karacaoğlan’a ait olarak bilinen, fakat Kerem ile Aslı’nın bir çok varyantında
yer alan ve aslında Kerem’e ya da Karacaoğlan’a ait olması pek de fark etmeyen
“İlleri var bizim ile benzemez” ayaklı şiir, bu coğrafyadan izler sunması
açısından ilgi çekicidir.
Bu bilgilerden ulaştığımız harita ile Evliya Çelebi’nin
gezdiği yerlerin, hatta yolların bile neredeyse aynen örtüştüğünü[9], bu yolların ve mekânların güvenli ve rahat
olduğunu da ekleyelim.
Diğer bir nokta da hikâyemizin coğrafyasında görülen
yerleşik medeniyet ve şehirleşme izleridir. Mehmet Kaplan, Kerem ile Aslı’da
bitkilerin, bağ, bahçe ve köşklerin yer aldığını belirterek bunların yerleşik
medeniyetin izleri olduğunu söyler (Kaplan 1985: 160-161). Rıza Mollov da
hikâyemizde Rönesans’ın izlerini bularak, bunda şehirleşme ve sosyal
tabakaların oluşmasının rolünü belirtir (Mollov 1965: 292). İki araştırıcının
da dikkat çektiği gibi Kerem ile Aslı’da yerleşik medeniyet ve şehirleşme
unsurları oldukça yoğundur. XVI. yüzyılın büyük şehir ve kasabaları, hikâyemize
coğrafî mekânlar olarak alınmıştır.
Evrensel Bir Motif: Kuru Kafa
Kerem ile Aslı hikâyesinin en ilgi çekici ve orijinal
motiflerinden birisi Âşık Kerem'in Aslı’nın peşinden gezerken karşılaştığı bir
“kuru kafa” ile konuşmasıdır. Kuru kafayı eline alan Kerem, ona sağlığında ne
olduğunu sorunca kuru kafa "müşaare"yle cevap verir. Kerem ile kuru
kafa arasında bu şekilde bir muhavere başlar. Kerem'in kuru kafa ile muhaveresi
Alevî-Bektaşî inanç ve rivayetlerinde Hz. Ali'ye isnat edilen bir olayla çok
benzeşmektedir. Nitekim Pir Sultan Abdal'ın bu muhavereyi konu alan bir şiiri,
Kerem'in şiiriyle nazire sınırlarını aşan bir benzerlik göstermektedir. Bizce
bu muhavere ve şiir, hikâyeye bu kaynaktan girmiş olmalıdır. Ancak bu motifin
İran edebiyatından kaynaklandığı ve oradan Türk ve Batı edebiyatlarına girdiği
şeklinde fikirler de vardır (Elçin 1949: 25-26; Rado 1965: 4-8; Oy 1987:
287-296). Nitekim hikâyemizdeki bu motifi Tanzimat devri yazar ve şairlerinden
Abdülhak Hamid'in Finten adlı eseri ile İngiliz tiyatro yazarı W.
Shakespeare'in Hamlet adlı eserinde de görmekteyiz. Gerek Hz. Ali ile
ilgili rivayet, gerekse Finten ve Hamlet'teki şekil, hikâyemizle oldukça önemli
benzerlikler taşımaktadır. Ayrıca "kesik baş" kültü ve kuru kafayla
ilgili müstakil hikâye ve masalların olduğu da dikkati çekmektedir (Bk. Ocak
1989). Çok yaygın bir motif olan kuru kafanın bu metinlerde yer alış sebebi
olarak ise ölüm ve fani hayat düşüncesinin sembolik izahı görülmektedir.
Sonuç
Sonuç olarak Kerem ile Aslı hikâyesi klasikleşmiş bir aşk
hikâyesidir. Kerem, Tanrı vergisiyle âşık olmuştur, aşkı bir kader olarak
görmüştür ve aşkı uğruna gurbet gurbet gezmiş, sonunda canını dahi esirgememiş
bir hikâye kahramanı, bir gezgin saz şairi, bir Hak âşığıdır. Dinini değil
aşkını ön planda tutmuş, dinini önde tutan bir ailenin kızına aşkı yüzünden
çağıyla, hem kendisinin hem de sevgilisinin ailesiyle, diniyle ve toplumuyla
çatışmaya düşmüştür. Bu çatışmada kendi ailesi, toplumu ve dininin, sevgilisininkine
göre daha hoşgörülü yaklaşımı ise hiç şüphesiz tasavvuf kültürüne de
bağlanabilir. Nitekim dinî arka plandaki çatışma Sofu ile Keşiş arasındadır.
Kerem’in dostu ve lâlâsı Sofu İslâm dininin kültürel bir uygulaması olan
tasavvufu çağrıştıran bir isim iken Keşiş, Hıristiyanlıkta bir ruhban sınıf
teşkil eden din adamlarının sıfatıdır. Kerem’in Aslı’ya söylediği bir şiirde
geçen “İncil Furkân’ı başa tutalım / Hangi din haksa ona tapalım” mısraları
onun ve toplumunun dine yaklaşımının bir işareti sayılabilir.
Kaynaklar
ABBASOV, İsrafil (1973). Esli-Kerem Dastanının İzi İle,
Azerbaycan Şifahi Halg Edebiyyatına Dair Tedgigler, IV, Bakı, 23-57.
AYAZ, Abdurrahman (1977). Seydişehir Tarihi, Konya.
BANARLI, Nihat Sami (1987). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi
II, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi.
BORATAV, Pertev Naili (1946). Halk Hikâyeleri ve Halk
Hikâyeciliği, Ankara, Milli Eğitim Basımevi, (2. bs.: İstanbul 1988, Adam
Yayınları; 3. bs.: İstanbul 2002, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı
Yayını).
BORATAV, Pertev Naili (1948). Les Recits Populaires Turcs
(hikâye) et Les Mille et une Nuits, Oriens, 1(1), 1948, 63-73.
CAFEROĞLU, Ahmet (1939). Azeri-Türk Hayatında Batıl
İtikatler, Türklük, 3, 1 Haziran 1939, 203.
DURDIYEVA, Amangül (1965). Aslı Kerem Halk Dessanı, Aşgabat,
Türkmenistan Neşriyatı.
DUYMAZ, Ali (2001). Kerem İle Aslı Hikâyesi Üzerinde
Mukayeseli Bir Araştırma, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
ELÇİN, Şükrü Murat (1949). Kerem İle Aslı Hikâyesi, Ankara,
Milli Eğitim Basımevi, (2. bs.: Ankara 2000, Akçağ Yayınevi).
ESEN, Ahmet Şükrü (1986). Anadolu Türküleri, Ankara, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları.
Evliya Çelebi (1969-1971). Evliya Çelebi
Seyahatnamesi, Haz. Zuhuri Danışman, Zuhuri Danışman Yayınevi, İstanbul.
GÜNEY, Eflatun Cem (1968). Kerem ile Aslı, İstanbul, Varlık
yayınları.
HALİSBEYLİ, Tağı (1989). Mehebbete Halg Abidesi, Bakı,
Yazıçı Neşriyatı.
KAPLAN, Mehmet (1985). Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar
3 / Tip Tahlilleri, İstanbul, Dergâh Yayınları.
KARRİYEV, B. A. (1943). Aslı Kerem Folklor Dessanı,
Aşgabat, BTDN.
KÖPRÜLÜ, Fuad (1984) Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
KÖPRÜLÜ, Fuad (1986). Edebiyat Araştırmaları, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Basımevi.
LEVEND, Agâh Sırrı (1980). Divan Edebiyatı Kelimeler ve
Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, İstanbul, (3. bs.), Enderun Kitabevi.
M. Sadık (1309). Âşık Kerem Yandı mı Yanmadı mı, Maarif,
126, 9 Kânunıevvel 1309, 347.
MOLLOV, Rıza (1965). Kerem et Aslı et ses Variantes
Balkaniques, Etudes Balkaniques, 2-3, Sofya, 273-294.
OCAK, Ahmet Yaşar (1989). Türk Folklorunda Kesik Baş,
Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları.
OY, Aydın (1987). Kerem ile Aslı Hikâyesindeki ‘Kuru Kafa’
ile ‘Kendiliğinden Yanma’ Motifleri Üzerine, III. Uluslararası Türk Halk
Edebiyatı Semineri, Eskişehir 1987, 287-296.
ÖZBEK, Mehmet (1981). Folklor ve Türkülerimiz, İstanbul,
Ötüken Yayınevi.
RADO, Şevket (1965). Kerem ile Hamlet, Hayat Tarih Mecmuası,
2(9), 1 Ekim 1965, 4-8.
SHAKESPEARE, William (1989). Hamlet, (Çev. Orhan Burian),
İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
SHAKESPEARE, William (1989). Romeo ve Juliet, (Çev. Yusuf
Mardin), İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
TEHMASİB, M. H. (1972). Azerbaycan Halk Dastanları (Orta
Esrler), Bakû, Elm Neşriyyatı.
TÜRKMEN, Fikret (1992). Türk Halk Edebiyatının Ermeni
Kültürüne Tesiri, İzmir 1992, Akademi Kitabevi.
WALKER, Warren-UYSAL, Ahmet Edip (1984). Batı Folklorunda
İnsanın Ansızın Kendiliğinden Tutuşması, (Çev. Deniz Bozer), Türk Folkloru
Araştırmaları 1983, Ankara, 147-161.
YAREHMEDOV, Mövlüd (1985). Azerbaycan-Dağıstan Edebi
Elageleri Tarihinden, Bakı, Elm Neşriyatı.
YÜCE, Kemal (1987). Saltuknâmede Tarihî, Dinî ve Efsanevî
Unsurlar, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
· Prof. Dr.
Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
· [1]
Yunus Emre bir ilahisinde “Anın gibi din ulusu / Haç öptü çaldı nakûsu / Sen
dahı bırak namusu / Gel beru putun oda yak” diyerek Şeyh Sen’an kıssasına
telmihte bulunur (Köprülü 1984: 302). Mirza Can adlı Ermeni ‘aşug’u da
“Eylersin ahirde sen beni San’an / Dönerim dinimden veresin ferman” demekte ve
Şeyh Sen’an kıssasını bildiğini ortaya koymaktadır (Köprülü 1986: 265).
· 2
Hikâyenin Azeri, Türkmen ve Horasan varyantlarında Kerem’in babası, Azerbaycan
(Gence ve Tebriz) hanı Ziyad Han’dır. Ziyad Han ismine hem diğer halk
hikâyelerinde, hem de tarihî kaynaklarda rastlamaktayız. Bilhassa Azerbaycan’da
anlatılan halk hikâyelerinde görülen Ziyad Han, XV.-XIX. yüzyıllarda Gence Hanlığını
idare eden Ziyadoğulları ile ilgili bir isimdir. Ancak Gence Hanlığı tarihinde
Ziyad Han adlı bir hükümdar bulunmamakta ve bu ad hanlığı idare eden sülâlenin
Ziyadlı oymağından kaynaklanmaktadır. Fakat yine de bu ismin tarihî olayların
etkisiyle hikâyemize girdiği görülmektedir.
· 3
Kerem ile Aslı’nın bir yazma varyantında Tiflis hükümdarı olarak geçen Adil Han
da itibarî bir şahsiyet olsa gerektir. Gerçi Kırım hanı Adil Giray
(1548-1578)’ın Osmanlı-İran savaşlarında Özdemiroğlu Osman Paşa’ya yardım için
2000 kişilik ordusuyla bölgeye geldiğini ve İran şahına esir düştükten sonra
sarayda bir isyanda şah ve karısıyla birlikte öldürüldüğü tarihî kaynaklarda
geçmektedir. Ancak bu durum hikâyemizdeki şahsiyetiyle uyum göstermemektedir.
· 4Yine pek
çok halk hikâyesinde olduğu gibi Kerem ile Aslı’da da geçen Şah Abbas da tarihî
bir şahsiyettir. Hikâyemizin bir yazmasında Eylan (İran) padişahı olarak geçen
ve Kerem’in babasının yazdığı mektuptan dolayı ona yardımcı olmaya çalışan
padişah tipi olan Şah Abbas, 1557-1628 yıllarında yaşamış bir Safevî
hükümdarıdır. Şah Abbas’ın hikâyemizle ilgisi kurulabilecek bir uygulaması da
vardır. O, Sultan Ahmet’le olan savaşları sırasında yolu üzerindeki Ermenileri
zorla İran’a göndermiş, bunların bir kısmı yolda ölmüş, bir kısmı da Isfahan ve
diğer şehirlerde iskâna tâbi tutulmuştur. Hikâyemizin bir çok varyantında
Kerem, Ermeni kızı Aslı’yla aynı şekilde Isfahan’da doğmaktadır. Türkmen
varyantında ise Gara Melek, “gahar edip” Tebriz’e gelmiş ve Ziyad Şah’ın emrine
girmiştir. Bu tarihî hâdise ile hikâyemiz arasında da bir uygunluktan söz
edilebilir. Gerçi Ermeni-Türk ilişkileri daha VII. asırda Kafkaslara gelen
Hazar Türkleri ile başlamış ve Selçuklular zamanında devlet tebaası şekline
dönerek devam etmiştir, ama hâdiselerin Isfahan ve Tebriz’de cereyan etmesi ile
Şah Abbas’ın Ermenileri iskâna tâbi tutması olayı hikâyemizle benzerlik
göstermektedir.
· 5
Hikâyemizde Kayseri Beyi (paşası veya mütesellimi) olarak iki isim geçmektedir.
Bunlar Ahmet Bey ile Süleyman Paşa’dır. Kayseri’de 1442-1454’te hüküm sürmüş
Dulkadir Beyi Süleyman Paşa ile Kayseri kalesinde 1465-1466 tarihli bir
kitabesi bulunan Karamanlı Ahmet Bey adlarında iki tarihî şahsiyet vardır,
ancak biz bunların hikâyedeki kahramanlarla aynı şahıslar olmadıklarını ve
hikâyedekilerin itibarî karakter taşıdıklarını sanıyoruz.
· 6
Bunlardan başka Halep paşası, Kars paşası Emin Paşa, Van paşası, Saraydar
Baküp, Bek şehri mütesellimi Sarhoş Osman Ağa, Bakır Han, Mahmut Han, Gürcü
knyazı gibi önemli kahramanlar daha vardır, ancak bunların tarihî kimlikleri
hakkında bir bilgi bulmak mümkün olmamaktadır.
· 7 Tarihî
unsurlar hususunda dikkati çeken bir özellik de idarî unvan ve kavramlardır.
Hunker, lâlâ, hazinedar, saraydar, mütesellim, kethüda, külhancı gibi kavramlar
hikâyemizde kullanılmış ve Osmanlı devlet yapısıyla ilgili terimlerdir. Türkmen
varyantında Hunker’in tarihî anlamında olduğu gibi Osmanlı padişahları için
kullanıldığı görülmektedir. Azeri varyantında Sofu, Kerem’in lâlâsı olarak
verilmektedir ki, lâlâ da bilindiği gibi şehzadelerin talim ve terbiyesiyle
meşgul olanlara verilen isimdir. Hemen bütün varyantlarda Keşiş’in Şah’ın
hazinedarı olduğu dikkati çeker. Hazinedar kavramı da “devlet erkânının maiyetinde
bulunan ve şahsî servetlerini muhafaza ve idare ile mükellef olan kimseler”e
verilen ad olarak Osmanlılar tarafından kullanılmıştır. Kethüda terimi de
Osmanlı devlet teşkilatında XIV.-XIX. yüzyıllarda kullanılan ve idareci ile
halk arasındaki münasebeti sağlayan, teferruatlı işlerde yetki sahibi olan
kişilere verilen isim olarak dikkati çekmektedir. Hikâyemizde Halep paşasının
kethüdasını bu vazifede görmekteyiz. Aynı şahıs bazı varyantlarda külhancı ya
da külhanbeyi adıyla anılmaktadır ki, saray hamamlarını yakan veya bu hamamları
ısıtmakla vazifeli kimselere külhancı dendiği bilinmektedir. Dikkati
çeken diğer bir terim de saraydardır. Van’da Aslı’yı arayan Kerem’in
Çanlıkilise’ye girmesine yardımcı olan Saraydar Baküp’tür. Terim anlamı
“eskiden kibar konaklarında mutfak ve diğer bazı hizmetlerde çalıştırılan Vanlı
Ermeni uşakları” anlamında olan saraydar, hikâyemizde de aynı anlamıyla
kullanılmıştır. Osmanlı devlet yapısıyla ilgili olan ve H. 1000 tarihinden
Tanzimat devrine kadar kullanılan bir diğer terim de mütesellimdir. Hikâyemizin
yazma varyantlarında Kayseri ve Bek şehirleri için kullanılan mütesellim
teriminin karşılığı, “vali ve mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve
kazaların idaresine memur edilenlere” verilen addır. Bütün bu unvan ve terimler,
Osmanlı devlet yapısına, özellikle yükselme devrine mahsus kavramlardır.
Kullanılmaya başlandıkları tarihler de pek eski değildir (Saraydar H. 1000’de,
kethüda XIV. yüzyılda).
· 8
Milli Kütüphane’de bulunan bir yazmaya göre Kerem, Ahlat beyinin oğludur.
· 9
Kerem’in Aslı’yı takibi sırasında gezdiği yerler, bütün ayrıntılarıyla hikâyede
yer almaktadır. Bilhassa Doğu Anadolu’da Erzurum, Erzincan, Kars, Van ve Muş
gibi vilayetlerimizin köyleri bir bir adlarıyla ve hatta bazı özellikleriyle
anlatılır. Öyle ki, Kerem’in Aslı’yı ararken takip ettiği yol ile Evliya
Çelebi’nin 1656’da İstanbul-Bağdat yolculuğu sırasında takip ettiği yol,
menzilleri itibariyle çok benzemektedir (Evliya Çelebi 1970: VII/215-220).
Hikâyemizde bazen de o kadar ayrıntıya inilir ki; bir bina, kahve, hamam veya
kilisenin hâdiselere mekânlık ettiği görülür. Bir kaç örnekle hikâyemizdeki
mekân unsurlarının itibarî olmadığını ve devrin sosyal hayatında yeri olan
mekânlar olduğunu ortaya koymak istiyoruz: Hikâyemizin Türkmen ve Horasan
varyantlarında Kerem’in babası olan Ziyat Şah, çocuğu olması için İmam Rıza’ya
gider, dua ve ibadet ederek çocuk sahibi olur. Alevî-Şiî inanışına göre 12
imamdan sekizincisi olan ve bugün de kendi adıyla anılan bir kasabada türbesi
bulunan İmam Rıza, dinî bir şahsiyettir. İran’ın Horasan bölgesinde bulunan bu
kasabayı ve türbeyi Evliya Çelebi de görmüş ve dileği olanların oraya gidip
ziyarette bulunduklarını haber vermiştir (Evliya Evliya Çelebi 1970:
VII/51-52). Ahmet Caferoğlu da Azerbaycan’da çocuğu olmayanların bu kasabadaki
türbeye giderek bir kaç gün kaldıklarını nakletmektedir (Caferoğlu 1939: 203).
Yine hikâyemizin pek çok varyantında Erzurum’da Cafer Efendi Hamamı’ndan bahis
vardır. Kerem, bu hamamdan çıkan kadınlar arasında Aslı’yı da görür. Ancak
Aslı, kadınların arasına karışıp kaçar. Evliya Çelebi, bu hamamı da görmüş ve
“nev-bina” olarak nitelemiştir (Evliya Çelebi 1970: III/209). Bu hamam, büyük
bir ihtimalle 1645 yılında Caferiye Camii’ni yaptıran ve Erzurum’da defterdarlık
yapmış olan Seyid Cafer tarafından inşa ettirilmiştir (Boratav 1946: 202).
Dikkati çeken bir diğer mekân ise Muş’taki Çanlıkilise’dir. Kerem, Aslı’yı
ararken bu kiliseye de uğrar ve orada eğlenen kızlara Aslı’yı sorar. Bazı
varyantlarda adı anılmayan bu kilisede bir tören tasvir edilir. Hem bu
kiliseyi, hem de yapılan törenler ile ilgili bilgileri başka kaynaklarda da
bulmaktayız. Evliya Çelebi, bu kiliseyi görmüş ve bu yılda bir kez düzenlenen
“yortu”ya Müslümanların da itibar etmelerini kınamıştır. Surp Karabet adlı bir
Ermeni’nin mezarının bulunduğu rivayet edilen bu yere Ermenilerle birlikte
Müslümanlar da gitmekte, dilekte bulunmaktadır. Hatta âşıklar, şiir
kabiliyetinin kaynağı saydıkları bu kilisede “Hüseyin Baykara faslı”
düzenlerlermiş. Fuad Köprülü, bu kiliseden ve törenlerden divan şairi Nabi ile
Hakki mahlâslı Ermeni âşık Erzurumlu Moses’in yazışmalarında ve Arşak Çobanyan
adlı Ermeni yazarın eserinde de bahsedildiğini ifade etmektedir (Köprülü 1986:
261-262). Muş’un Yaygın bucağına bağlı Yukarıyongalı köyünde bulunan bu kilise,
hikâyemizde yer alan gerçek mekânlardan biridir. Bunların dışında Çobandede
Köprüsü, Gümüşlü Kümbet, Çalık Beşe (Paşa) Kahvesi gibi dar mekânlar ile
Kızılırmak, Murat Suyu, Ağrı Dağı, Soğanlı Dağı, Erciyes, Yıldız Dağı, Karadağ
gibi açık mekânlar ve pek çok köy, kasaba, şehir ismi de gerçek mekân hüviyeti
taşımaktadırlar. Hikâyemizin hemen bütün varyantlarında benzer yer isimlerinin
geçmesi, bu coğrafya dışındaki varyantlarda yer isimlerinin zayıflaması gibi
özellikler, hikâyenin teşekkül sahası ile olaylarının cereyan ettiği saha
arasındaki paralelliğe işaret etmektedir.
[2] Hikâyenin Azeri, Türkmen
ve Horasan varyantlarında Kerem’in babası, Azerbaycan (Gence ve Tebriz) hanı
Ziyad Han’dır. Ziyad Han ismine hem diğer halk hikâyelerinde, hem de
tarihî kaynaklarda rastlamaktayız. Bilhassa Azerbaycan’da anlatılan halk
hikâyelerinde görülen Ziyad Han, XV.-XIX. yüzyıllarda Gence Hanlığını idare
eden Ziyadoğulları ile ilgili bir isimdir. Ancak Gence Hanlığı tarihinde Ziyad
Han adlı bir hükümdar bulunmamakta ve bu ad hanlığı idare eden sülâlenin
Ziyadlı oymağından kaynaklanmaktadır. Fakat yine de bu ismin tarihî olayların
etkisiyle hikâyemize girdiği görülmektedir.
[3] Kerem ile Aslı’nın bir
yazma varyantında Tiflis hükümdarı olarak geçen Adil Han da itibarî bir
şahsiyet olsa gerektir. Gerçi Kırım hanı Adil Giray (1548-1578)’ın Osmanlı-İran
savaşlarında Özdemiroğlu Osman Paşa’ya yardım için 2000 kişilik ordusuyla
bölgeye geldiğini ve İran şahına esir düştükten sonra sarayda bir isyanda şah
ve karısıyla birlikte öldürüldüğü tarihî kaynaklarda geçmektedir. Ancak bu
durum hikâyemizdeki şahsiyetiyle uyum göstermemektedir.
[4] Yine pek çok halk
hikâyesinde olduğu gibi Kerem ile Aslı’da da geçen Şah Abbas da tarihî bir
şahsiyettir. Hikâyemizin bir yazmasında Eylan (İran) padişahı olarak geçen ve
Kerem’in babasının yazdığı mektuptan dolayı ona yardımcı olmaya çalışan padişah
tipi olan Şah Abbas, 1557-1628 yıllarında yaşamış bir Safevî hükümdarıdır. Şah
Abbas’ın hikâyemizle ilgisi kurulabilecek bir uygulaması da vardır. O, Sultan
Ahmet’le olan savaşları sırasında yolu üzerindeki Ermenileri zorla İran’a
göndermiş, bunların bir kısmı yolda ölmüş, bir kısmı da Isfahan ve diğer
şehirlerde iskâna tâbi tutulmuştur. Hikâyemizin bir çok varyantında Kerem,
Ermeni kızı Aslı’yla aynı şekilde Isfahan’da doğmaktadır. Türkmen varyantında
ise Gara Melek, “gahar edip” Tebriz’e gelmiş ve Ziyad Şah’ın emrine girmiştir.
Bu tarihî hâdise ile hikâyemiz arasında da bir uygunluktan söz edilebilir.
Gerçi Ermeni-Türk ilişkileri daha VII. asırda Kafkaslara gelen Hazar Türkleri
ile başlamış ve Selçuklular zamanında devlet tebaası şekline dönerek devam
etmiştir, ama hâdiselerin Isfahan ve Tebriz’de cereyan etmesi ile Şah Abbas’ın
Ermenileri iskâna tâbi tutması olayı hikâyemizle benzerlik göstermektedir.
[5] Hikâyemizde Kayseri Beyi
(paşası veya mütesellimi) olarak iki isim geçmektedir. Bunlar Ahmet Bey ile
Süleyman Paşa’dır. Kayseri’de 1442-1454’te hüküm sürmüş Dulkadir Beyi Süleyman
Paşa ile Kayseri kalesinde 1465-1466 tarihli bir kitabesi bulunan Karamanlı
Ahmet Bey adlarında iki tarihî şahsiyet vardır, ancak biz bunların hikâyedeki
kahramanlarla aynı şahıslar olmadıklarını ve hikâyedekilerin itibarî karakter
taşıdıklarını sanıyoruz.
[6] Bunlardan başka Halep
paşası, Kars paşası Emin Paşa, Van paşası, Saraydar Baküp, Bek şehri
mütesellimi Sarhoş Osman Ağa, Bakır Han, Mahmut Han, Gürcü knyazı gibi önemli
kahramanlar daha vardır, ancak bunların tarihî kimlikleri hakkında bir bilgi
bulmak mümkün olmamaktadır.
[7] Tarihî unsurlar hususunda
dikkati çeken bir özellik de idarî unvan ve kavramlardır. Hunker, lâlâ,
hazinedar, saraydar, mütesellim, kethüda, külhancı gibi kavramlar hikâyemizde
kullanılmış ve Osmanlı devlet yapısıyla ilgili terimlerdir. Türkmen varyantında
Hunker’in tarihî anlamında olduğu gibi Osmanlı padişahları için kullanıldığı
görülmektedir. Azeri varyantında Sofu, Kerem’in lâlâsı olarak verilmektedir ki,
lâlâ da bilindiği gibi şehzadelerin talim ve terbiyesiyle meşgul olanlara
verilen isimdir. Hemen bütün varyantlarda Keşiş’in Şah’ın hazinedarı olduğu
dikkati çeker. Hazinedar kavramı da “devlet erkânının maiyetinde bulunan ve
şahsî servetlerini muhafaza ve idare ile mükellef olan kimseler”e verilen ad
olarak Osmanlılar tarafından kullanılmıştır. Kethüda terimi de Osmanlı devlet
teşkilatında XIV.-XIX. yüzyıllarda kullanılan ve idareci ile halk arasındaki
münasebeti sağlayan, teferruatlı işlerde yetki sahibi olan kişilere verilen
isim olarak dikkati çekmektedir. Hikâyemizde Halep paşasının kethüdasını bu
vazifede görmekteyiz. Aynı şahıs bazı varyantlarda külhancı ya da külhanbeyi
adıyla anılmaktadır ki, saray hamamlarını yakan veya bu hamamları ısıtmakla
vazifeli kimselere külhancı dendiği bilinmektedir. Dikkati çeken diğer
bir terim de saraydardır. Van’da Aslı’yı arayan Kerem’in Çanlıkilise’ye
girmesine yardımcı olan Saraydar Baküp’tür. Terim anlamı “eskiden kibar
konaklarında mutfak ve diğer bazı hizmetlerde çalıştırılan Vanlı Ermeni
uşakları” anlamında olan saraydar, hikâyemizde de aynı anlamıyla
kullanılmıştır. Osmanlı devlet yapısıyla ilgili olan ve H. 1000 tarihinden
Tanzimat devrine kadar kullanılan bir diğer terim de mütesellimdir. Hikâyemizin
yazma varyantlarında Kayseri ve Bek şehirleri için kullanılan mütesellim
teriminin karşılığı, “vali ve mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve
kazaların idaresine memur edilenlere” verilen addır. Bütün bu unvan ve
terimler, Osmanlı devlet yapısına, özellikle yükselme devrine mahsus
kavramlardır. Kullanılmaya başlandıkları tarihler de pek eski değildir
(Saraydar H. 1000’de, kethüda XIV. yüzyılda).
[8] Milli Kütüphane’de
bulunan bir yazmaya göre Kerem, Ahlat beyinin oğludur.
[9] Kerem’in Aslı’yı takibi
sırasında gezdiği yerler, bütün ayrıntılarıyla hikâyede yer almaktadır.
Bilhassa Doğu Anadolu’da Erzurum, Erzincan, Kars, Van ve Muş gibi
vilayetlerimizin köyleri bir bir adlarıyla ve hatta bazı özellikleriyle
anlatılır. Öyle ki, Kerem’in Aslı’yı ararken takip ettiği yol ile Evliya
Çelebi’nin 1656’da İstanbul-Bağdat yolculuğu sırasında takip ettiği yol,
menzilleri itibariyle çok benzemektedir (Evliya Çelebi 1970: VII/215-220).
Hikâyemizde bazen de o kadar ayrıntıya inilir ki; bir bina, kahve, hamam veya
kilisenin hâdiselere mekânlık ettiği görülür. Bir kaç örnekle hikâyemizdeki
mekân unsurlarının itibarî olmadığını ve devrin sosyal hayatında yeri olan
mekânlar olduğunu ortaya koymak istiyoruz: Hikâyemizin Türkmen ve Horasan
varyantlarında Kerem’in babası olan Ziyat Şah, çocuğu olması için İmam Rıza’ya
gider, dua ve ibadet ederek çocuk sahibi olur. Alevî-Şiî inanışına göre 12
imamdan sekizincisi olan ve bugün de kendi adıyla anılan bir kasabada türbesi
bulunan İmam Rıza, dinî bir şahsiyettir. İran’ın Horasan bölgesinde bulunan bu
kasabayı ve türbeyi Evliya Çelebi de görmüş ve dileği olanların oraya gidip
ziyarette bulunduklarını haber vermiştir (Evliya Evliya Çelebi 1970:
VII/51-52). Ahmet Caferoğlu da Azerbaycan’da çocuğu olmayanların bu kasabadaki
türbeye giderek bir kaç gün kaldıklarını nakletmektedir (Caferoğlu 1939: 203).
Yine hikâyemizin pek çok varyantında Erzurum’da Cafer Efendi Hamamı’ndan bahis
vardır. Kerem, bu hamamdan çıkan kadınlar arasında Aslı’yı da görür. Ancak
Aslı, kadınların arasına karışıp kaçar. Evliya Çelebi, bu hamamı da görmüş ve
“nev-bina” olarak nitelemiştir (Evliya Çelebi 1970: III/209). Bu hamam, büyük
bir ihtimalle 1645 yılında Caferiye Camii’ni yaptıran ve Erzurum’da
defterdarlık yapmış olan Seyid Cafer tarafından inşa ettirilmiştir (Boratav
1946: 202). Dikkati çeken bir diğer mekân ise Muş’taki Çanlıkilise’dir. Kerem,
Aslı’yı ararken bu kiliseye de uğrar ve orada eğlenen kızlara Aslı’yı sorar.
Bazı varyantlarda adı anılmayan bu kilisede bir tören tasvir edilir. Hem bu
kiliseyi, hem de yapılan törenler ile ilgili bilgileri başka kaynaklarda da
bulmaktayız. Evliya Çelebi, bu kiliseyi görmüş ve bu yılda bir kez düzenlenen
“yortu”ya Müslümanların da itibar etmelerini kınamıştır. Surp Karabet adlı bir
Ermeni’nin mezarının bulunduğu rivayet edilen bu yere Ermenilerle birlikte
Müslümanlar da gitmekte, dilekte bulunmaktadır. Hatta âşıklar, şiir
kabiliyetinin kaynağı saydıkları bu kilisede “Hüseyin Baykara faslı”
düzenlerlermiş. Fuad Köprülü, bu kiliseden ve törenlerden divan şairi Nabi ile
Hakki mahlâslı Ermeni âşık Erzurumlu Moses’in yazışmalarında ve Arşak Çobanyan
adlı Ermeni yazarın eserinde de bahsedildiğini ifade etmektedir (Köprülü 1986:
261-262). Muş’un Yaygın bucağına bağlı Yukarıyongalı köyünde bulunan bu kilise,
hikâyemizde yer alan gerçek mekânlardan biridir. Bunların dışında Çobandede
Köprüsü, Gümüşlü Kümbet, Çalık Beşe (Paşa) Kahvesi gibi dar mekânlar ile
Kızılırmak, Murat Suyu, Ağrı Dağı, Soğanlı Dağı, Erciyes, Yıldız Dağı, Karadağ
gibi açık mekânlar ve pek çok köy, kasaba, şehir ismi de gerçek mekân hüviyeti
taşımaktadırlar. Hikâyemizin hemen bütün varyantlarında benzer yer isimlerinin
geçmesi, bu coğrafya dışındaki varyantlarda yer isimlerinin zayıflaması gibi
özellikler, hikâyenin teşekkül sahası ile olaylarının cereyan ettiği saha
arasındaki paralelliğe işaret etmektedir.
Prof. Dr. Ali DUYMAZ
Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm
Başkanı
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|