|
Şiir Nedir? / Talât Sait Halman
(A) Şiir nedir? (B) Dilbilim açısından şiirsellik kıstasları nelerdir?
Bu soruların yanıtları sırasıyla şöyle verilebilir: (A) Şiir Nedir?
Şiir
dar bir alana sıkıştırılmış az sayıda sözcükle yoğun anlamlar aktarma
gücüne sahip olan yazınsal bir iletişim aracıdır. Şiirde, anlam
yoğunluğu, doku zenginliği, biçim sıklığı vardır. Her dize, her sözcük,
her hareket hatta her yapının kendisi bile ikili bir anlam taşıyabilir.
Şaire tanınan küçük alanda pek çok şey başarılır. (Miller ve Slote,
1964:509-516) Şiirde kimi zaman alışılmamış, sıra dışı ve mantık dışı
gibi görülen, ancak aslında uyumlu olan sözcük ve tümceleri birlikte
kullanarak okuyucusunu şaşırtmaktadır şair. Sözcüklerinin büyük bir
bölümüne geniş anlamlar yüklemektedir. Keating ve Levy (1991) şiirin,
yazın sanatında, en az sözcükle en yoğun anlamların elde edilebildiği
bir tür olduğunu belirmektedirler. Şair sürekli olarak, yeni, aykırı,
özgür, özgün ve deneysel ifade biçimlerinin arayışı içindedir. Her
şiirin, düzyazınınkine aykırı düşen, sadece kendine özgü, özel sözcük
dizimi kuralları vardır. (1037) Kısacası, şiir, çok az sayıda sözcük
kullanımıyla, çok yoğun duygular anlatmayı amaçlar ve içinde kişi,
kişisel ses tonu, şiirsel söylem, sıra dışı sözdizimi, imgeleme, söz
sanatları, ses yinelemeleri, bütünlük, belirsizlik, zirve, sapma ve
önceleme gibi bir dizi sanatsal kıstaslar barındıran bir yazınsal metin
türüdür. Sıra dışı sözcük birliktelikleri içerir. Okuyucunun
beklentisine ters düşen ve okurken onu şaşırtan dil kullanımlarına
sahiptir. Kimi zaman da, izleksel yapısının içinde bir zirve ya da
dramatik bir değişiklik bulunur. Şair çoğu zaman, şiirin içindeki
sapmaları öne çıkararak, okuyucusunu kendi hayal gücüne dayanan bir
yorum yapmağa yönlendirir.. İşte bu nedenle de okuyucunun kendi
kendisine böyle sıradışı bir dilin neden kullanıldığını sormasını
sağlar.
(B) Dilbilim açısından şiirsellik kıstasları nelerdir?
Leech,
şiire önce dilbilimsel açıdan, daha sonra da yazınsal yorum açısından
yaklaşmaktadır. Leech, şiirin içindeki anlam ve değerleri açıklamağa
yönelik biçem çalışmalarında, "sapma kavramı"nın önemine dikkat çekerek,
bir dil öğesinin, biçemsel açıdan seçkin ve fark edilebilir kabul
edilebilmesi için, onun, alışılagelmişlikleri karşılaştırılma yöntemiyle
onaylanmış olan bir dizi olağan normlardan sapmış olması gerektiğini
vurgulamaktadır. Leech söz konusu normları iki grupta incelemektedir :
(1985:39)
__Can Yücel anlatıyordu. "Şiir nedir?" diye sorulmuştu
ve o da şu cevabı vermişti. Ressam Pablo Picasso'nun komşusunun küçük
bir kızı varmış ve asla Pablo Picasso'nun ilk ismini doğru
söyleyemezmiş. Her zaman ona Tablo Picasso diye seslenirmiş. Şair "işte
şiir budur" diyordu. İşte şiir bu..
__Derrida'nın "Şiir Nedir?"
isimli kitabını dilimize çeviren Ahmet Sarı ile Ali Ömer Akbulut
konuştu. Sarı, 'Şiir otoyola çıkar çıkmaz (dile gelir gelmez) ölen
(ölümle yüzleşmek zorunda kalan) bir şeydir' diyor.
__Şairi “Arı
bal yapar, fakat balı izah edemez”, “Ağaçtan düşen elma da arz cazibesi
kanunundan habersizdir” cümleleriyle tarif eden Necip Fazıl’ı dünyada
her halde Boudelaire, Rimbaud, Hölderlin ve Kleist ile mukayese etmek
mümkündür. Bu dört büyük dahi de hafakanlarında boğulmuşlardır. Biraz
merak sahibi olan, zerre kadar sorumluluktan nasibini almış zeka,
varlığının ve içinde yaşadığı evrenin izahını gaye edinir. Toprak ve
kayalardan oluşan, üzerinde yaşadığımız dünya, hiç değilse şimdiki
bilgilerimize göre şuursuz ve cansızdır; Ay, Güneş, yıldızlar aynı
şekilde. Nasıl oluyor da bilinmeyen bir zamandan, belki de milyonlarca
yıldan beri hiç birbirine çarpmadan, hiç saniye şaşırmadan dönüp
duruyorlar; hep 21 Aralık en kısa, 21 Haziran en uzun gün oluyor...
Bütün bunlara “Tabiat”la cevap bulmak ancak geri zekalıları tatmin eder.
Dağarcığında azıcık zeka kırıntısı bulunanın soruları zincir misali
uzayıp gider. Tatmin edici, doyurucu imanı ve ona dair bilgisi olmadı mı
zeka sahibinin hafakanı başlar. O hafakanlar kumkumasından Abdülhakim
Arvasi’nin sihirli elinin çekip çıkardığı Necip Fazıl, her düşünen insan
gibi, şairi de bu konuda mutlak sorumlu sayar; bunun için şairin
özelliklerine şunları ilave eder: “Şairi cemat, nebat ve hayvandaki
vasıflar gibi, kendi ilim ve iradesi dışındaki içgüdülerle dış
tesirlerin şuursuz aleti farz etmek büyük hata... Şuur ve zat bilgisi,
cematta sıfırdan başlayıp nebat ve hayvanda gittikçe kabaran bir
asgariye varır, sonra insanda ilk kamil vahidine kavuşur ve mutlak
ifadesini Allah’ta bulur. Şair de, bu ilahi idrak emanetinin insanda,
insanüstü mevhibesini temsil etmeye memur yaratık..”…Bu idrakten mahrum
olanın şairliğini de veciz bir şekilde şöyle ifade eder: “... Ulvi idrak
memuriyetinin mahzarı şair, memuriyetini bizzat şuurlaştıramayınca,
üstün idrak kıvamına erişemeyince, sadece kör ve sığ duygu planına mıhlı
kalınca, insan postu içinde hayvanda bile bulunmayan bir bönlük, bir
yersizlik, bir eksiklik arz eder.” Yüce hakikatin sorumluluğuna
sahip olan şairin anlayışı da elbette farklı olacak, “Şiir nedir?”
sorusuna şöyle cevap verecektir: “... Bu sual, insanoğluna (Aristo)’dan
bugüne kadar duman kıvrımlarındaki muadelenin tespiti kadar zor göründü.
Bu yüzden gayet adi laflar ettiler. (Aristo)’dan (Pol Valeri)’ye kadar
bütün poetik fikirciler, ya sahilsiz bir tecrit denizinde boyuna
açıldılar, yahut aşağının bayağısı birtakım kaba tekerlemelere
düştüler... Hepsi bu kadar... Ve şiirin ne olduğu, her büyük mefhum gibi
meçhul kaldı.” İnsanoğlunun cevap bulamadığı bu soruyu şöyle açıklıyor:
“Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir.” İşte Necip Fazıl ve benzeri
dahiler hafakanlarında boğulmamışlarsa, şair ve şiiri yerli yerine
oturtmalarındandır.
__Şiir konusunda öncelikle şu saptamaları
-ardı ardına- sıralamalıyım: “Şiir, ne sadece gerçeğin ne de hayalin
ürünüdür; şiir, gerçekle hayalin bileşimidir. Peki, gerçekle hayal
nedir? Gerçek, nesnel ve dış dünyada var olanın iddiasıdır, hayal ise
gerçekliğin ötesine varıştır. Aristo bir sözünde: ‘Şiir olanı değil,
olması gerekeni anlatmalıdır’ diyordu. Bu, bir duvarı örmede tuğlanın
yanında harcın olmaması durumudur. Yani gerçekle hayalin arasından
hayalin seçilmesi zorunluluğudur. Bir nevi gerçeği göz ardı etmektir bu.
Oysa şiir, Cervantes gibi gerçek, Don Kişot kadar düştür. Şiir
biraz karanlıkta kalmadır, aydınlığa ışık saçmak için. Şiir gölgedir,
kendini ele vermeyişindedir. Bir tül perdenin ardını seçmede sislerle
oynaşabilmektir. ‘Ben sinüs/ Kin cosinüs/ sevgi tanjant/ 900’
mısralarındaki derinliği bulmada çaba sarf etmektir. ‘Bugün hava çok
güzel/ şiir okuyorum/ gözlerim uzaklarda/ ağlıyorum’ mısralarındaki
tekdüzeliğin, çok anlam ifade edemeyeceğini fark etmektir. Bir
şiirde derin ve çok yönlü manaların olması şiiri zenginleştirir, kalıcı
kılar. Bu nedenle şiir, tek yönlü değil, çok yönlü olmalıdır. Çünkü tek
yönlü şiir, tek celsede kaybedilmiş davadır. Şiir, bir yemek
masasında birçok yiyeceğin bulunmasındadır. Her nimetten tatmaktır
şiir... Alanını dar bir çerçeveye sığdırmamış, farklı alanlara yönelmiş
entelektüel arayıştır. Felsefeden tarihe, fizikten anatomiye, dinden
siyasete... Akla gelebilecek bilim ve bilimdışı konuların
entegrasyonudur. Şiir, gökyüzü renkli bir kuşun gökyüzünde, dünyaya karşı kuşbakışı görünüşüdür. Birçok şeyi görebilmektir şiir...
Ya şair?
Ya
o öleceğini bilerekten ölmemişliğin iksirini arayan Gılgameş’tır...”
[1] Ve her şair bir Gılgameş’tır; her Gılgameş’ın da bir aşk olduğu
gibi... Şiirin de, aşk gibi canlı bir organizma gibi olduğunu
düşünüyorum... Bu canlılığı sağlayansa şairin -Gılgameş’ın-
yaratısındaki ustalıkla birleşen içtenliktir... Tek başına içtenlik bir
şey ifade etmez, tek başına ustalık da ancak teknisyenlik olabilir...
Ustalığın ve içtenliğin buluştuğu noktada aşk gibi canlı bir organizma
ortaya çıkar ki, o şiirdir... Bu nedenle şiir aşkla yazılır... Hem
de tutkulu bir aşkla... Ve de tutkulu aşkın ütopyalarıyla... Sonra da
ütopyalardan vazgeçmeyen bir ısrarla... Israrın kararlılığıyla... Ve en
önemlisi de, hangi koşullarda ve nerede olunursa olunsun “Baharın Hâlâ
İsyancı Olduğu”na ilişkin filinta endam umutlara ihanet etmemekle... St.
Augustine’in, “Amor meus, pondus meum: illo feror, quocumque feror”;
ya da Newton’un, “Gece gündüz onu düşünerek,” vurgusuyla betimlediği aşk
deyip geçmemelidir... “D’Arcy’nin bir sözüyle: ‘Bütün edebiyatta
aşka rastlanır. Ama geçici bir olay olarak değil, edebiyatın özü olarak
ve şaşırtacak kadar değişik biçimlerde’...” Aşk içimizdeki çocuktur, “Anne bak kral çıplak” diye haykıran cürettir; insanlıktır... “Aşk bir Çingene çocuğudur, kanun tanımaz, diyorlar...” Ona ne şüphe! Elbette doğrudur... “Kim ne derse desin aşk, sanrılı bir duygu depremidir.İnsanın kendini bulma, tanıma, savrulma serüvenidir üstelik...” Ve
“Sevgi, insanın insan olmasında önemli bir olanaktır. Onun erdemli,
güzel, bilgili sağlıklı olmasında, onsuz edilemez bir yeri var. Sevgisiz
ahlaklı, sevgisiz estetik, sevgisiz bilgili, sevgisiz sağlıklı
olamazsınız. Sevgisiz gelişemezsiniz. Büyüyemezsiniz. Anlayamazsınız...”
Sahi….ŞİİR NEDİR ! / NE DEĞİLDİR !
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|