|
Dil - Kültür / Türk Dili
DİL NEDİR?
Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta; kendi kanunları
içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve
onun ortak malı olan sosyal bir müessese; bin yıllar boyunca gelişerek meydana
gelmiş bir sosyal kurum; seslerden örülmüş bir ağ; temeli bilinmeyen zamanlarda
atılmış bir gizli antlaşmalar sistemidir.
Dil, diğer insanlarla bütün ilişkilerimizde bize aracılık eden, sosyal
bağlarımızı düzenleyen bir vasıta olarak hayatımızın her safhasında mevcuttur.
Evde, okulda, sokakta, çarşıda, iş yerinde ve her yerde onunla beraber
yaşıyoruz. İnsan konuştuğu dili doğduğu günden itibaren hazır bulur. Fakat dil
doğuştan bilinmez. İlk aylarda ağlamalar, taklit, birtakım hareketlerle anlaşma
sağlamaya çalışır. Çocuk içinde yaşadığı topluluğun dilini, anadilini uzun bir
çıraklık devresi süresince öğrenir. Daha sonra kulağına gelen seslerin belli
kavramlara, hareketlere, varlıklara karşılık olduğunu anlamaya başlar.
Dil insan benliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan zekasının, insanda sınırı
çizilemeyen duygu ve düşünce kabiliyetinin sonuçları kendi benliğinin dışına
ancak dille aktarılabilir. Bu bakımdan dil ile düşünce iç içe girmiş
durumdadır. İnsan dil ile düşünür. Dilin gelişmesi düşünmeyi düşünceye,
düşüncenin gelişmesi de dile bağlıdır. Çeşitli medeniyetlerin meydana
getirilmesini sağlayan düşünce, gelişmesini dile borçludur.
Dil her şeyden önce sosyal ve millî bir varlıktır. Fertlerin üstünde, bir
milleti ilgilendirir. Bütün bir milletin duygu ve düşünce hazinesini teşkil
eder. Bir milleti ayakta tutan, fertleri birbirine bağlayan, sosyal hayatı
düzenleyen ve devam ettiren, millî şuuru besleyen bir unsur olarak dilin
oynadığı rol çok büyüktür. Bağımsızlığın temeli millî şuurdur. Millî şuurun en
kuvvetli kaynağı ise dildir.
Belli ses öbeklerinin insanlar arasında danışıklı bir değer kazanarak birer
kavrama karşılık olmaları dilin oluşmasında esas sayılabilir. Bunun gibi
onların çeşitli kullanışları da ortak değerler bağlayarak dilin kurallarını
meydana getirmiş olmalıdırlar. bunlar üreyip genişlemiş ve az çok titizlikle
korunarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Ses kanunlarına uyup zamanla
değişmelere uğramış olmaları da tabiidir.
Dil ile düşünce organı olan insan beyni destekleşe oluşmuş olmalıdır. Öyle ki
sonuçta dil düşünmenin de bir vasıtası olmuştur. Ana dilimizden cümleler
kurarak düşünürüz. Bunları dile getirdiğimizde adına konuşma deriz. Dil olmasa
düşünce ve duygu da gelişmezdi, insan topluluğu ilerlemez, bir medeniyet oluşturamazdı.
Yine insanoğluna bahşedilen din hayatı ile sanat hayatı da dil temeli üzerine
kurulmuşlardır.
Dil konuşma aygıtının çıkardığı çok çeşitli seslerin son derecede karmaşık bir
birleşiminden meydana gelir. Ancak kulağımız da bunları bütün incelikleri ile
ayırabilecek yaradılıştadır. Bu sebeple biz onları çözümlemekte güçlük
çekmeyiz. Konuşma organlarının belirli bir durum alarak bir an içinde
çıkardıkları basit sese bir seslik, yahut sadece ses deriz: a, ü, b, t gibi.
Bir soluk hamlesi içinde çıkan birkaç sesin topluluğuna da hece adını veririz:
"bu, ka-pı, pen-ce-re" gibi.
Bir dilde bir anlamı olan tek veya çok heceli ses öbeklerine kelime deriz::
"kuş, görmek, umutsuz" gibi.
Bir dilin bütün kelimeleri o dilin kelime dağarcığını meydana getirir. Kelimelerin
bir düşünceyi bir bütün olarak anlatan düzenli topluluğuna cümle adını veririz:
"Orhan okula gitmelidir." Bir maksadı anlatmak için bir sıra cümleler
kullanırız. Buna da söz deriz. Sözlerle anlaşmak konuşmakla olur.
İnsanlar sözlerini uzaktakilere ulaştırmak, ya da uzun zaman saklamak ihtiyacı
ile onları daha dayanıklı bir işaret sistemine çevirmeyi düşünmüşler, yazıyı
icat etmişlerdir. Eski insanlar hakkında bilgilerimizi bıraktıkları yazılı
belgelerden alıyoruz. Milletlerin yazıdan önceki yaşayışları hakkında pek az
şeyi öğrenebildiğimiz için tarih yazıyla başlar, diyoruz.
İnsanlar her kelime için, her hece için, veya her ses için ayrı işaretler
kullanan türlü yazı sistemleri yapmışlardır. Bugünkü ileri milletlerin
yazılarında her işaret bir ses karşılığıdır. Buna harf deriz. Bir dilin
kullandığı harflerin topluluğu o dilin alfabesi olur. Bu türlü yazıya da alfabe
yazısı adını veririz. Yazılı bir sözü yeniden seslendirmeye okuma diyoruz.
Sessiz okumak da olur.
KÜLTÜR NEDİR?
Bugüne kadar kültürün pek çok tanımı yapılmıştır. Bu tanımlardan birkaçını
aşağıya alıyoruz:
“Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen; zamanın ve ihtiyaçların doğurduğu,
şuurlu tercihlerle, manalı ve zengin bir sentez oluşturan; sistemli ve
sistemsiz şekilde nesilden nesile aktarılan; bu suretle her insanda mensubiyet
duygusu, kimlik şuuru kazanılmasına yol açan; çevreyi ve şartları değiştirme
gücü veren; nesillerin yaşadıkları zamana ve geleceğe bakışları sırasında
geçmişe ait atıf düşüncesi geliştiren; inanışların, kabullenişlerin, yaşama
şekillerinin bütününe KÜLTÜR denir.” Sadık Kemal TURAL
“kültür bir toplumun yaşama tarzıdır.” C. WIESLER
“Kültür denilince karşımıza bir yığın hadise çıkar. Bir toplum da, tabiatın
dışında, insan elinden ve dilinden çıkma her şey kültür kavramı içerisine girer
”Mehmet KAPLAN
“Kültür, bir topluluğu, bir milleti millet yapan , onu başka milletlerden
ayıran hayat tezahürlerinin bütünüdür. Bu hayat tezahürleri her milletin
kendine has olan millî değerleridir.” M. ERGİN
Görülüyor ki bütün tanımlarda millet ve milleti meydana getirme, fertler
arasındaki ilişkiler, tabiata hakim olma, tarihi bağ gibi pek çok özellik
kültüre ait olarak ifade edilmektedir. Demek ki milleti millet yapan
maddî-manevî değerlerin hepsine kültür diyoruz.
KÜLTÜR UNSURLARI NELERDİR?
DİL: Dil, kültür unsurlarının başında gelir. Çünkü dil olmadan öteki unsurların
meydana gelmesi mümkün değildir. Dil bir milletin ses dünyasıdır. Her millet
kainatı değişik şekillerde algılamış ve yorumlamıştır. Aynı zamanda dil kültüre
ait bütün değerleri bünyesinde barındıran bir kültür hazinesidir. Bir dil, onu
kullanan milletin kafa yapısını, nasıl düşündüğünü, zihninin nasıl çalıştığını
ve mantığını ortaya koyar.
DİN: Kültür unsurları içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Bilhassa eski
devirlerde yüzyıllarca bu kültür unsuru ön planda bulunmuş ve öteki kültür
unsurlarını gölgede bırakmıştır. Dinin milletler üzerindeki hakimiyeti,
imparatorluklardan millî topluluklara geçinceye kadar devam etmiştir.
Milliyetçilik çağında milletler imparatorluklardan kopunca dinin fonksiyonu da
azalmıştır. Dinin bir millet içerisindeki kültüre etkisi ve kültürün diğer
unsurlarının oluşması ve değişmesindeki rolü ise devam etmektedir. Dini
bayramlarımız ve törenlerimiz bunun açık örnekleri olarak dikkati çekmektedir.
GELENEK Ve GÖRENEK: Bunlar bir milletin yazılı olmayan veya hepsi yazılı
olmayan kanunlarıdır. Yazılı kanunların çoğu gelenek ve göreneklere göre
düzenlenmiştir. Kanun, insanın toplum içerisindeki davranışlarını düzenler.
İnsanlar bu düzeni asırlar boyunca gelenek ve göreneklerle sağlamışlardır.
Fakat günümüzde bile yazılı anayasası bulunmayan ülkeler vardır. Bunlar toplum
düzeninin hâlâ gelenek ve göreneklerle sağlamaktadırlar. Aslında kişinin bütün
hal ve hareketlerinin yazılı kanunlarla tanzim etmek mümkün değildir. Çünkü
yasalar genellikle hakları ve cezaları tayin etmektedir. Oysa insanın toplumda
birçok sosyal ilişkileri bulunmaktadır: özür dilemek, selamlaşmak, saygı
göstermek, davetlere katılmak, konuşmak, tartışmak, yazmak vs.. Bu
davranışlarda nasıl bir usulün gerektiğini kanunlar dğil gelenek ve görenekler
tayin eder.
SANAT: Sanat, bir millet diğer milletlerden ayıran, bir millete has duygu ve
zevklerin tezahürü ve şekillenmesidir. O milletin güzeli yaratma ve bulma tarzıdır.
İnsanoğlu barınır, beslenir, sosyal ve ruhsal ihtiyaçlarını gidermeye çalışır.
Bunları yaparken oyalanmak, ruhunu okşamak, güzeli yakalamak, yeni güzellikler
ortaya koymak ister. Bunun sonucunda sanat eseri ortaya çıkar. Her milletin
sanat eğilimi ayrı bir özellik taşır. Söz, ses , mekan, renk ışık zevk ve
anlayışı farklıdır. Demek ki sanat bir milletin ortak zevkinin ifade
edilişidir. Bur kültür unsuru edebiyat, resim, mimarı, heykel vb... gibi
kollara ayrılır.
DÜNYA GÖRÜŞÜ: Dünya görüşü bir milletin başka milletlerden farklı olan hayat
felsefesidir. Bir milletin fertleri ortak kültür dolayısıyla tutum, zihniyet ve
davranış bakımından çeşitli ortak özellikler gösterirler. Sosyal ve ruhî
olaylar karşısında fertlerin bu ortak tutum ve davranışları o milletin dünya
görüşünü meydana getirir. Bunun için her millette değerler ve değer yargıları
farklıdır. Askerlik, kahramanlık, aşk , madde, namus, temizlik, ahlak, ölüm,
eğlence vs. Gibi hayat hadiseleri ve kavramları her millette değişik
davranışlarla karşılanır.
TARİH: Milleti, dolayısıyla kültürü meydana getiren unsurlardan birisi olan
tarih, bir milletin çağlar içindeki yürüyüş ve görünüşüdür. Tarih mazidir,
fakat bu mazi bugünün ve dünün fertlerini millet içerisinde birbirine
bağlayarak geleceğe taşır. Fertler arasında kader birliği temin eder. Aynı
millete mensup insanlar tarih sayesinde akrabalıklarının farkına varabilirler.
Tarih bir milletin nereden gelip nereye gittiğini gösteren kültür unsuru
olarak, o milletin hayatında önemli bir yer tutar.
KÜLTÜR TAŞIYICI OLARAK DİL
Dil, millî hafızanın, millî hatıraların, duyguların ve düşüncelerin, bütün
maddî ve manevî değerlerin, bütün buluş ve yaradışların ortak hazinesidir.
Millet denilen insan topluluğunun en önemli sosyal varlığıdır. Kültürün ilk ve
temel unsurudur.
Kültür, varlığını nesilden nesile intikale borçludur. Kültürün nesilden nesile
geçmesi, böylece devamı ve yaşaması kültür taşıyıcı eserler, eğitim ve öğretim
yolu ile olur. Onun içindir ki kültür eserleri, eğitim ve öğretim kültürün
hayat şartıdır. Dolayısıyla eğitim ve öğretimin esas görevi kültürün intikal ve
devamını sağlamaktır.
Bir milletin fertleri arasındaki ortak duygu ve düşünce akımı dille
kurulabilmektedir. Bu akım dünden bugüne, bugünden yarına dille
aktarılmaktadır. Bundan dolayı dil, aynı zamanda bir kültür aktarıcısı, bir
kültür taşıyıcısıdır. Bir milletin tarihi, coğrafyası, değer ölçüleri,
folkloru, müziği, edebiyatı, ilmi, dünya görüşü ve millet olmayı gerçekleştiren
her türlü ortak değerleri yüzyılların süzgecinden süzüle süzüle kelimelerde,
deyimlerde sembolleşerek hep dil hazinesine akıtılmakta, özünü orada
saklamaktadır.
Gelenek ve görenekler, dünya görüşü, din, sanat, tarih vb. dil sayesinde
nesilden nesile aktarılır. Zaten bütün bu unsurların teşekkül edebilmesi için
milletin meydana gelmiş olması lazımdır. Milletin ve öteki kültür unsurlarının
oluşmasında en başta gelen dildir.
Kültür denilince ilk akla gelen şey dildir. Dil, millet denilen sosyal varlığı
birleştirmektedir. Fertler arasında duygu ve düşünce birliği vücuda
getirmektedir. Milletler duygu ve düşüncelerini yazıya geçirince daha sağlam
bir birlik meydana geliyor. Çünkü yazı sayesinde duygu ve düşünceler hem zaman
hem de mekân içinde yayılıyor. Biz Orhun Yazıtları sayesinde bundan bin iki yüz
yıl önce Göktürklerin varlığı, meseleleri, duygu ve düşünceleri hakkında bir
fikir ediniyoruz. Türklerin yöneticisi durumunda olan şahısların halkı muhatap
alıp, halka hitap ettiklerini, yaptıkları işleri halka anlattıklarını
görüyoruz. Bu da milletimizdeki demokrasi anlayışının yüzyıllar öncesine kadar
uzandığının bir delilidir.
Aynı hitap şeklini yıllar sonra 1071’de Malazgirt’te Alpaslan’da, 20. yüzyılda
Atatürk’te görebiliyoruz.
Türk edebiyatı en eski çağlardan bugüne kadar, bütün safhaları, devirleri ve
sosyal tabakaları ile Türk milletinin hayatını, zevkini, dünya görüşünü,
yaratma gücünü gösteren bir duygu, düşünce ve hayal dünyasıdır. Halk edebiyatı
halkın yaşayışının, inanç ve değer hükümlerinin bir hazinesidir. Bu edebiyat,
beşikten başlayarak insan hayatının bütün safhalarını içine alır. Türk halk
edebiyatı aşk, ölüm, hasret, tabiat sevgisi, gurbet, anı, din duygusu, alay,
kahramanlık, ahlak gibi bütün duyguları işler. Bunların hepsi de kültürümüze
ait unsurlardır ve edebiyat vasıtasıyla taşınmaktadır. Edebiyatın temel
malzemesi ise dildir.
Bir şair duygu ve düşüncelerini kendi milletinin fertlerine ancak dili ile
ulaştırabilir. Bir yazar, bir bilim adamı, bir devlet adamı, bir filozof
görüşlerini topluma dil yolu ile yayabilir. Milletimizin dünya görüşü Yunus
Emre’nin ilahilerinde, Türk halkının bayrakta sembolleşen vatan sevgisi Mehmet
Akif’in İstiklal Marşı’nda, millî mücadele ruhu Mehmet Emin Yurdakul’un
şiirlerinde ve bu dönemin romanlarında, İstanbul’un güzellikleri, İstanbul
halkının gelenek ve görenekleri Yahya Kemal’in eserlerinde, Hüseyin Rahmi ve
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarında, Anadolu insanının yaşayışı ve değer
ölçüleri Yakup Kadri ‘nin eserlerinde ebedîleşmiştir. Türk milletinin
gelenekleri, folkloru, yüzlerce yıllık hayat tecrübelerinin sonuçları veçiz
ifadesini atasözlerinde bulmuştur. Destanlar toplum hayatını derinden etkilemiş
şahıs ve olayların efsaneleşerek günümüze kadar uzanmış canlı tablolarıdır.
Deyimler Türk mantığının, dil felsefesinin sembolleridir.
Kutadgu bilig ile Divanü lügat-it Türk kültür hazinelerimizin en eski
olanlarından sadece ikisidir. Bu satırlara sığmayacak nice eserlerimiz
mevcuttur. Bunlardan kültürümüzle ilgili pek çok unsuru öğrenebiliyoruz.
Kutadgu Bilig ve Divanü Lügat-it Türk’te Türk millî bünyesinin ortaya
konulduğunu görüyoruz. Divanü Lügat-it Türk’te bu millî bünyenin dış yapısı
üzerinde durulmuştur. Kutadgu Bilig ‘de ise bu bünyenin iç kısmıyla ilgili
esaslar yer almaktadır. Bu eserlerden Türklerin yaşama şekilleri, dünya görüşü,
gelenek ve görenekleri vb. öğreniyoruz. Bütün bu bilgiler bize dil vasıtasıyla
intikal etmiştir.
Dil, milletler arasında da kültür taşıyabilmektedir. Zorunlu olmayan kültürün
değişmelerinde bunu açıkça görebiliyoruz. Gerçi zorunlu kültür değişmelerinde
de dil unsuru mutlaka vardır. İnsanları bir araya getiren dildir. Bir millet
başka bir milletle temas etmek suretiyle birtakım kelimeler alabilir. Her
kelime kültüre ait bir unsur olduğu için, alındığı şekliyle olmasa bile o
milletin kültüründen izler taşıyacaktır. Günümüzde ulaşım ve iletişimin hızla
gelişmesi kültür alış verişlerini de hızlandırmıştır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki kültürün nesilden nesile aktarılması, diğer
milletlere tesir etmesi, yaşaması ve gelişmesi dil sayesinde mümkün
olabilmektedir. Milleti meydana getiren unsurların başında gelen dil, aynı
zamanda kültürün oluşması ve yaşamasında da en büyük görevi üstlenmiş
durumdadır.
TÜRKÇENİN DÜNYA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ
Kaynak bakımından birbirine yakın olan diller bir aile teşkil ederler. Dünya
dilleri bu şekilde çeşitli dil ailelerine ayrılırlar. Bir dil ailesi tarihin
bilinmeyen devirlerinde bir ana dilden çıkan dillerin oluşturduğu topluluktur.
Bu diller arasındaki benzerlikler böyle bir varsayımı kuvvetlendirmektedir. Bir
ana dilin yazılı belgeleri olmadığı halde birçok özelliklerini kendisinden
türemiş bulunan ailedeki dilleri karşılaştırarak tesbit etmek mümkün
olabilmektedir.
Dünyadaki başlıca dil aileleri şunlardır:
Hint-Avrupa dilleri ailesi:
a. Hint-İran Dilleri: İran, Afgan, Pakistan, Hindistan, Sri Lanka, Nepal
dilleri,
b. Slav Dilleri: Rusça, Bulgarca, Lehçe (Polonya), Çekçe, Slovakça, Baltık
dilleri,
c. Roman Dilleri (Latinceden türetilmiş diller): İtalyanca, Fransızca,
İspanyolca, Portekizce,
Rumence...
ç. Cermen Dilleri: İngilizce, Almanca, Felemenkçe, İsveççe, Norveççe...
Hami-Sami dilleri:
a. Hami Dilleri: Eski Mısır dili, Kuşi dili, Libya-Berber dili, Çad dili,
b. Sami Dilleri: Arapça, İbranice (Kenanca), Habeşçe, Akatça.
Bu ailenin yaşayan en önemli dilleri Arapça ve İbranicedir.
Bantu dilleri:
Bu aileye Afrika’nın büyük bir kısmında konuşulan Bantu dilleri girer.
Çin-Tibet dilleri:
Çince, Tibetçe, Vietnamca ve Kmerce bu gruba dahildir.
Ural-Altay dilleri:
Ural ve Altay dilleri akrabalığı öteden beri tartışma konusu olmuştur. Ne var
ki, genel görüşe göre, bu iki kol tek kaynatan çıkmış, ancak zamanla akrabalık
bağları çok zayıflamıştır.
Ural ve Altay dillerin akrabalığı bugün için aşağıdaki benzerliklere
dayanmaktadır:
• Her ikisi de eklemeli dildir. Yani her iki kolda da sözcük yapısı aynıdır.
• Bu dillerin tümce yapıları da birbirinin aynıdır.
• Bu dillerde ünlü uyumu da ortak özellik olarak kendini gösterir.
• Räsänen'e göre, ünlü bolluğu ve ünsüz seyrekliğiyle sözcük başında ünsüz
yığılışmasının bulunmaması da Ural-Altay dillerinin ortak özelliğidir.
• Ural-Altay dillerinde bazı eklerin hem eylemlerde çekim eki hem de sözcük
türetmede yapım eki gibi kullanılması da önemli bir benzerliktir.
• Bu diller arasında sözcük benzerliklerine ve eşliklerine de rastlanmaktadır:
TÜRKÇE FİNCE
Ben Min
Sen sin
Ural-Altay dilleri, adından da anlaşılacağı gibi Ural ve Altay olmak üzere iki
kola ayrılır:
YAPI BAKIMINDAN DÜNYA DİLLERİ
Dünya dilleri yapı bakımından üç grupta incelenir:
YALINLAYAN DİLLER (AYRIMLI DİLLER) (Alm: isolierende sprachen; Fr: langues
isolantes; İng: isolating languages): Bu dillerde her kelime tek heceden
ibarettir. Kelimelerin çekimli şekilleri yoktur, yani daima kök durumundadır.
Cümle çekimsiz kelimelerin bir araya gelmesiyle oluşturulur. Cümlenin anlamı genellikle
kelimelerin sıralanışından anlaşılır. Konuşmada ise birbirine çok benzeyen
kelimeleri ayırt etmek üzere çok zengin bir vurgu sistemi oluşturulmuştur. Çin
ve Tibet dilleri bu gruba girer. Bu diller, aynı zamanda, tek seslemli diller
(tek heceli diller) (Alm: wurzelsprachen, einsilbige sprachen; Fr: langues
monosyllabique, langues atomiques; İng: monosyllabic languages, radical
languages) arasında yer almaktadır.
ÇEKİMLİ DİLLER (BÜKÜMLÜ DİLLER) (Alm: flektierende sprachen; Fr: langues
flexionnelles; İng: inflexional languages): Bu dillerde, çekim sırasında ve
yeni kelimeler türetilirken kelime kökleri genellikle değişir ve tanınmayacak
hale gelir. Ekler kelimenin önüne, ortasına veya sonuna gelebilir. Bazı
dillerde ise kelime kökü ile yeni kelime veya kelime çekimi arasında daima açık
bir bağ, ilgiyi gösteren bir iz vardır. Kelime kökündeki asıl sesler yeni
kelimede veya kelime halinde hep aynı kalırlar. Sami dilleri, Hint-Avrupa
dilleri bu gruba girerler.
EKLEMELİ DİLLER (BİTİŞİMLİ DİLLER, BİTİŞKEN, BAĞLANTILI DİLLER) (Alm:
aglutinierende sprachen; Fr: langues agglutinantes; İng: agglutinating
languages): Bu dillerde isim ve fiil çekimleri ile yeni kelimelerin teşkilinde
kök değişmez. Kökün önüne veya sonuna birtakım ekler getirilerek kelime yapımı veya
çekimi gerçekleştirilir. Ural-Altay dilleri bu gruba girer. Türkçemiz sondan
eklemeli bir dildir:
göz-le-m-ci gel-ecek-ler-miş
KONUŞMA DİLİ, YAZI DİLİ
Bir dilin iki cephesi vardır: Biri, insanların karşı karşıya geldikleri zaman
sesli olarak görüşürken, yani konuşurken kullandıkları “konuşma dili”, öteki
yazıda kullanılan dildir. Buna “yazı dili” veya “kültür dili” de denilmektedir.
Kültür dili bir memleketin kültür merkezi olarak gelişen yerleşim biriminin
dilidir.
Bir dilin yazısı çoğu zaman lehçelerinden veya ağızlarından birine göre, yazı
lehçesine göre şekillenir. Yazılan dil ise din, edebiyat ve ilim adamları
tarafından işlenerek zenginleşir ve konuşma dilinden az çok farklılaşır. Bizim
yazı lehçemiz Batı Türk Dili'nin Anadolu lehçesidir. Yeni Türkçede ses
özellikleri ve çekim yönlerinden İstanbul ağzı esas sayılır.
Bir milletin bütün aydınları yazı dilini bilirler ve yazı lehçesini konuşurlar.
Yazı dili lehçe ve ağızların alabildiğine farklılaşmasını önler. Hepsinin
zenginliklerinden faydalandığı gibi onları ortak bir kaynaktan zenginleştirir.
Dil millî birliğin çimentosudur. Ayni dili konuşan insan toplulukları bir
millet sayılırlar ve hemen her zaman ayrı, bağımsız bir devlet kurmuş
bulunurlar.
Bir dil kendi içerisinde birtakım alt kollara ayrılır. Böylece bir dil sahası
içerisinde lehçeler, ağızlar ve argolar meydana gelir.
Lehçeler, bir dilin bilinmeyen, çok eski dönemlerinde ayrılmış kollarına denir.
Başka bir deyişle, bir dilin birbirinden uzak bölgelerde, çeşitli nedenlerle,
ses, söz dizimi ve söz varlığı bakımından değişikliğe uğramış biçimine lehçe
(Alm: Dialekt; Fr: dialecte; İng: dialect) denir. Tanımalardan da anlaşılacağı
gibi, 'ağız’da genellikle ses ve söyleyiş farklılığı varken, lehçede ses ve
söyleyiş farklılığıyla birlikte, dilin yapısı (söz dizimi) ve söz varlığı da
değişmektedir. O kadar ki, bu farklılıklar zamanla lehçelerin birer dil
olmasına bile yol açmaktadır. Söz gelimi, Latincenin çeşitli lehçeleri
arasındaki farklılık zamanla o kadar büyümüştür ki, sonunda Fransızca,
İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rumence gibi diller ortaya çıkmıştır.
Adriyatik Denizi'nden Çin Denizi'ne kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada
yaşayan Türkçe de birçok lehçelere ayrılmıştır: Batı Türkçesinin Anadolu,
Azerî, Türkmen lehçeleri gibi ve Özbek lehçesi, Kazak lehçesi, Kırgız
lehçesi...
Lehçenin ayrı bir dile dönüşmesi olayına Türk dilinde de rastlanmaktadır.
Yaşayan Türk lehçelerinden ikisi, bugün artık birer dile dönüşmüştür. Bunlardan
biri, Sibirya’da Lena Nehri'nin iki yanında yaşayan Yakut Türklerinin konuştuğu
Yakutça diğeri ise, Orta Volga bölgesinde Kama Irmağı'nın Volga’ya kavuştuğu
yerde yaşayan Çuvaş Türklerinin dili olan Çuvaşçadır.
Bir dilin lehçeleri arasındaki bağı ya da farklılıkları en iyi lehçeler sözlüğü
ortaya koyar. Örneğin, W. Radloff’un “Türk Lehçeler Sözlüğü” bu nitelikte bir
sözlüktür.
Hüseyin Kâzım’ın “Büyük Türk Lugatı” da bu alanda hazırlanmış büyük bir
eserdir.
Türk lehçeleri hakkında ilk bilgileri veren eserse Kaşgarlı Mahmut’un ölümsüz
eseri “Divanü Lugat-it Türk” ’tür.
Ağız ise bir dilin en yeni zamanda ayrılmış küçük bölge kollarıdır. Başka bir
tanımla, bir dilde ya da bu dilin bir lehçesinde yazı diline oranla ortaya
çıkan farklı söyleyiş biçimine ağız (Alm: Mundart, lokalsprache, sondersprache;
Fr: parler, patois; İng: local language, vocational slang; Osm: Şive ) denir.
“Geliyorum” kelimesinin çeşitli Anadolu ağızlarında geliyom, gelirem, geliyem
şeklinde söylenmesi gibi. Anadolu lehçesinin Rumeli, Karaman, Aydın, Harput
v.b.
Ağız, bölge, çevre farklılıklarından ortaya çıkabildiği gibi, meslek ve öğrenim
farklılıklarından da kaynaklanabilmektedir.
Denizli ağzıyla Edirne ağzı bölge farklılığından; köylü diliyle kentli dili,
işçi diliyle memur dili arasındaki fark da çevre, meslek ve eğitim farklılığından
doğmuştur.
Çevre, meslek ve eğitim farklılıklarından doğan değişik söyleyiş biçimine ağız
yerine şive adı verildiği de görülmektedir. Ancak, bütün dilbilgisi terimleri
sözlüklerinde ağız teriminin Osmanlıca karşılığı olarak şive sözcüğü gösterilmektedir.
Dilbilim alanında yazılan eserlerde de artık ağız terimi Arapça şive sözcüğünün
yerine kullanılmaktadır.
Bu duruma göre Çuvaş ve Yakut Türkçeleri dilimizin lehçeleri: Kırgız Türkçesi,
Azeri Türkçesi, Oğuz Türkçesi, Özbek Türkçesi... , ağızları da: Karadeniz,
Konya, Ege İstanbul, Kastamonu, Ankara...
Her ülkede böyle lehçe, ağız (şive) bulunabilir. Fakat o ülkede belli bir yazı
dili vardır. Yazı dili için ağızlardan birisi esas alınır. Mesela Türkiye’de
İstanbul ağzı yazı dilimizin temelini oluşturmuştur.
Argo, belli bir kesimin, genellikle de belli bir meslekten olan kişilerin kendi
aralarında oluşturup konuştukları, bu nedenle ortak dili konuşan diğer
insanların anlayamadığı özel dile argo (Alm: Argot, gaunesprache; Fr: argot;
Ing: slang) adı verilir.
Yapı bakımından içinden çıktığı ortak dilden farklı olmayan argo da, her dil
gibi, sürekli olarak değişir, gelişir. Kimi sözcükleri ölür, toplumsal
gelişmelere göre yeni sözcükler kazanır.
Argo terimi, eskiden, daha çok kaba dil karşılığı olarak külhanbeyi, ayak
takımı ağzı için kullanılırdı. Bu anlayış büyük ölçüde değişmiştir. Bugün,
külhanbeyi, hırsız, denizci, şoför argosu yanında esnaf, sanatçı argoları da
ortaya çıkmıştır.
Argo sözcükler, ortak dilin ya da bir yabancı dilin sözcüklerine özel anlamlar
yükleyerek, yabancı dilden alınan bazı sözcüklerin yapısını bilinçli olarak
bozarak elde edilir.
Argo, sanıldığının tersine, anlam değişiminin güçlü olduğu, nükteli, etkili bir
dildir. O kadar ki, argo sözcükler, öbekler, zamanla ortak dilin söz varlığına
da girer, ulusça kullanılır. Örneğin, dümen (hile, dolap), dümen yapmak,
yelkenleri suya indirmek, dikine tıraş (yalanlarla dolu gevezelik), palavra
(uydurma söz ya da haber; uzun ve boş konuşma), omuzlamak (alıp götürmek),
yuvarlamak (bir şey yemek), boşlamak (vazgeçmek, peşini bırakmak), kırmak
(okuldan kaçmak), inek (çok çalışkan olmak) gibi sözcük ve öbekler argodan
anadilimize geçmiştir.
DİLBİLGİSİ
Dil aslında sosyal bir kurum olmakla birlikte çok karmaşık bir olgudur. Kişiye
ait bir meleke olması bakımından ruhî, konuşma aygıtından gelmesi sebebiyle
fizyolojik ve bir ses olayı olmakla fizikî yönleri vardır. Bu sebeple
zamanımızda türlü yönlerden ve farklı maksatlarla incelenen bir konu olmuştur.
Böylece dilbilgileri (sciences linguistiques) çok dallanmıştır.
Eski Yunanlılar ve Eski Hintlilerden beri insanlar doğru yazıp okumak amacı ile
dillerinin bağlı olduğu kuralları tespit etmeye çalışmışlardır. Bu kuralların
meydana getirdiği bilgi koluna gramer, dilbilgisi (grammaire) denmiştir.
Zamanla bütün yazı dillerinin ve eski medeniyet dillerinin gramerleri
yapılmıştır.
Bunun gibi her dilin kelime dağarcığı toplanarak lûgat kitapları, sözlükler
(dictionnaire) meydana getirilmiştir. Araplarda lugat bilgisi (lexicographie)
büyük önem kazanmıştır.
Öğretimlik (classique) tarifine göre pratik bir bilim kolu olan gramer bize bir
dilin doğru yazılıp okunması ve doğru konuşulması usullerini gösterir. Dili iyi
kullanma (bon usage) sanatını öğretir.
Düşünce ve duyguları daha düzgün ve tam olarak anlamamıza ve anlatmamıza yardım
eder. Gramer bilgisi sayesinde daha doğru, daha mükemmel düşünmeye de alışırız.
Bu bilgi dil düzeninin koruyucusudur.
Fakat gramerin bu tarifi ancak onun eski zamanlardaki amacına uygun düşer.
Çünkü onun o zaman konusu hemen tamamiyle yazı dili, yani bir kalem ve göz dili
(langage visuel) olmuştur. O gramer bu geleneğin doğruluğunu, bütünlüğünü ve
bir dereceye kadar değişmezliğini savunur. Yeni zamanlarda ise bu gramer
anlayışı bir hayli değişmiştir.
XVIII. yüzyıla kadar filozoflar dili, şekilci mantığın sözlü şekli saymışlar ve
onu düşüncenin değişmez kanunlarına bağlı görmüşlerdir. Buna göre gramerci
sadece dilin değil, aklın da temsilcisi oluyordu.
Ancak XIX. yüzyıl başlarından bu yana dilin tarih boyunca gelişen sosyal bir
kurum olduğu görülmüş ve müspet ilimlerin ilerlemesi oranında da onun kendi
şartlarına ve kanunlarına bağlı canlı bir organizma olduğu anlaşılmıştır. O
zaman yaşayan dili, ağız ve kulak dili (langage auditif ) konu olarak ele alıp
her türlü doğruluk ve düzenleme iddiasından uzak kalarak inceleyen bir ilim
kolu meydana gelmiştir: diller bilgisi (dilbilim) (linguistique) . Bu bilgi
kolu dilin oluşma ve gelişmesindeki kanunları, dil kanunları (loi linguistique)
ortaya koymuştur.
Diller bilgisi grameri lüzumsuz hale getirmiş olmadı. Fakat onu derinden
etkiledi. Modern gramer herşeyden önce yaşayan dilin gerçek durumu, az çok
geçmişi ve gelişme yönleri hakkında bilgiler vermeyi üzerine aldı. Diller
bilgisinin getirdiği ilmî tariflere ve tasniflere, müspet ilimlerin metotlarına
uydu. Bir ayarlayıcı bilgi olmak işleyişini korumakla birlikte eski
fetvacılığını bıraktı.
Çözümlü (analytique) usulle yazılmış ayarlayıcı gramer (grammaire normative)
dili meydana getiren unsurlara, sırası ile seslere, kelimelere ve sözlere göre
bölümlenir. Buna göre :
SESBİLGİSİ (Alm: phonetic; Fr: phonétique; İng: phonetics), bir dilin
sesleriyle bu seslerin sözcük içinde sıralanış biçimlerini, uğradıkları
değişiklikleri ve vurgu, titrem (ton), titremleme gibi ses olayarlarını inceleyen
dilbilgisi dalına denir .
YAPIBİLGİSİ (sözcük bilgisi, biçim bilgisi) (morphologie),sözcüklerin
yapılarını, tümce içinde sıralanışlarını, türlerini (ad,önad, eylem..)
inceleyen dilbilgisi dalına denir.
SÖZDİZİMİ (tümce bilgisi) (Alm: syntax; Fr: syntaxe; İng: syntax) sözcüklerin
öbekler ve tümceler biçiminde dizilişini, tümce yapısını ve tümce türlerini
inceleyen dilbilgisi dalına denir.
ANLAMBİLGİSİ (Alm: semantic; Fr: sémantique; İng: semantics), sözcüklerin
anlamlarını, dilin bütün birimlerinin birbiriyle ilişkilerini ve bunların anlam
üzerindeki etkilerini; eş anlamlılık, zıt anlamlılık, çok anlamlılık, anlam
iyileşmesi, anlam kötüleşmesi, anlam daralması, anlam genişlemesi gibi anlam
olaylarını inceleyen dilbilgisi dalına denir.
Yine oldukça eski bir geleneği olan dil bilgilerinden biri metinbilgisi
(geleneksel dilbilgisi) (philologie)’dir. Din ve medeniyet dillerinin yetirdiği
ve bıraktığı her türlü yazılı eserlerin incelenmesi ve açıklanması eskiden beri
ayrı bir çalışma alanı olmuştur. Metin bilgisi bunlarla metin onarımı
(restitution de texte), ve metin tenkidi (critique de texte) metin açıklaması
(commentaire), dil özellikleri ve edebiyat tarihi (histoire de la litterature)
yönlerinden uğraşır. Denebilir ki metin bilgisi yeni zamanlarda gelişen çeşitli
dil bilgisi dallarının anası olmuştur.
XIX. yüzyıl başlarında birtakım diller arasında akrabalıklar tespit edilmiş ve
dünya dilleri ailelere bölünmeye başlamıştır. Bu keşifler o zamana kadar tek
tek incelenen dillerin karşılaştırılmasına yol açmıştır. Böylece aynı anadilden
gelen dilleri, yahut bir dilin lehçelerini karşılaştırıp inceleyen eserler
yazılmıştır ki bu bilgi koluna karşılaştırmalı gramer (Alm: vergleichende
Grammatik; Fr: grammaire compare; İng: comparative grammar) denmiştir. Belli
bir dilin tarihi lehçelerini karşılaştırıp inceleyen gramer çeşidine ise tarihi
gramer (Alm: historiche Grammatik; Fr. grammaire historique; İng: historical
grammar) adı verilmiştir.
Bunlara karşılık bir dilin veya lehçenin belli bir zamandaki halini incelikleri
ile anlatmaya çalışan bir gramer türü meydana gelmiştir. Amacı ilmî olan,
ayarlayıcı olmayan bu dil bilgisi de tasvirci gramer (grammaire descriptive)
adını alıyor.
Daha yeni zamanlarda dil araştırmaları daha çok konuşulan dile, yaşayan lehçelere
ve ağızlara yönelmiştir. Bunların incelenmesiyle dil olayının gerçeğine daha
çok yaklaşmak mümkün olacağı takdir edilmiştir. Lehçelerin derlenmesi, tasnifi
ve incelenmesiyle uğraşan bilgi koluna da lehçeler bilgisi (dialectologie) adı
verilmiştir.
Dilin maddece unsurları olan sesler ve konuşma aygıtı da yeni zamanlarda daha
yakından bir incelemeye kavuşmuştur. Seslerin oluşması, birleşmesi ve değişmesi
hakkında edinilen bilgiler dilin mekanik olaylarını aydınlatmıştır. Bu bilgi
koluna sesler bilgisi (phonologie) diyoruz. Nihayet sesleri incelikleriyle
tespit etmek ve ölçmek için tabiî ilimlerin deneme usullerine başvurulmuş ve
türlü ses aletlerinden yararlanılmıştır. Bu çalışma kolu denemeli sesbilgisi
(phonetique expérimentale) adını almaktadır.
Böylece araştırma ve inceleme alanları genişleyen dil bilgileri, yukarıda
işaret ettiğimiz gibi eski gramerin karşısına çıkan, ilmî ve toplayıcı bir
disiplinin kurulmasına imkân vermiştir. İşte dil olayını tabiî oluş şartları ve
belirlilikleri içinde inceleyen, bir dil ailesini tarihî gelişmesi ve coğrafî
yayılışı ile tanıtmaya çalışan bu dil bilgisi koluna diller bilgisi adını
veriyoruz. Nihayet bütün dünya dillerini karşılaştırıp ailelere ve örneklere
göre sınıflandıran ve onların gelişmelerindeki kapsayıcı kanunları ortaya
koymaya çalışan bir bilgi kolu da meydana gelmiş ve genel diller bilgisi
(linguistique générale) adını almıştır.
Bir dilin bir zaman kesiti içindeki durumunu inceleyen dilbilgisine eşzamanlı
dilbilgisi (Alm: synchroniche grammatik; Fr: grammaire synchronique; İng:
synchronic grammar) denir.
Aslında bir söz sanatı olan edebiyatı (littérature) inceleme konusu edinmiş
edebiyat bilgisi (rhétorique) de dil bilgilerinden ayrılmaz.
Dilbilgisi, dilbilime bağlı olarak, XX. yüzyılda çok değişmiştir.
Çağımızın ürünü olan üretici-dönüşümlü dilbilgisi (Alm: generative
transformations-grammatik; Fr: grammaire générative transformationnelle; İng:
transformational-generative grammar) incelemelerini doğrudan doğruya konuşma
diline ve tümceye yöneltmiştir. Ad ve eylem öbeğinden oluşan çekirdek tümceyi
birim olarak ele alıp belli bir sıra izleyen dönüştürümlerle sonsuz sayıda
tümce üretme yollarını
açıklamaya çalışmıştır.
TÜRKLERİN TARİH BOYUNCA KULLANDIKLARI YAZILAR
Bilindiği gibi, Türklerin M.Ö.ki yüzyıllarda da çeşitli yazılarla karşılaştığı,
bunlardan yararlandığı, hatta özgün bir Türk yazısı geliştirdiği kuşkusuzdur.
Ne var ki, M.Ö.ki çağlara ait bilgilerin yeni buluntularla pekiştirilmesi
gerekmektedir.
Türklerin M.S.ki yüzyıllarda kullandığı kesin olarak bilinen belli başlı
yazılar şunlardır:
1- Göktürk yazısı,
2- Uygur yazısı,
3- Mani yazısı,
4- Soğd yazısı,
5- Çin yazısı,
6- Tibet yazısı,
7- Süryani-nasturi yazısı,
8- Brahmi yazısı,
9- Pass-pa yazısı,
10- Peçenek yazısı,
11- Kuman yazısı,
12- İbrani yazısı,
13- Yunan yazısı,
14- Ermeni yazısı,
15- İslav yazısı,
16- Latin-iİslav yazısı,
17- Arap yazısı,
18- Yeni Türk yazısı.
TÜRKÇENİN TARİHİ GELİŞİMİ
Türk dilinin oluşumunu yedi aşamada tamamladığı görüşü yaygındır:
ALTAY ÇAĞI: Türkçe, Altay çağında, henüz ayrı bir dil niteliğini kazanmamıştır.
Moğolca ve öteki akraba dillerle birlikte, bir Ana-Altayca içinde
bulunmaktadır.
EN ESKİ TÜRKÇE ÇAĞI: En eski Türkçe çağında, Türkçenin Ana-Altaycadan ayrıldığı
düşünülmektedir. Böylece, Türk, Moğol, Mançu-Tunguz hatta Kore ve Japon dilleri
ortaya çıkmıştır.
İLK TÜRKÇE ÇAĞI: İlk Türkçe çağındaysa Türkçe artık gelişmiş, diğer akraba
dillerden ayrılmış bir dildir. Hunların konuştuğu Türkçe bu çağda kendini
göstermiştir.
ESKİ TÜRKÇE DEVRESİ: Bu devre başlangıçtan 10. yüzyıla kadar olan zamanı
kapsamaktadır. Bu devrenin bilinen ilk metinleri 8. asırda dikilmiş olan Orhun
Anıtları’dır. Orhun Anıtları'nda Göktürk alfabesi kullanılmıştır. Anıtlarda
mükemmel ve işlenmiş bir dille karşılaşıyoruz. Bu ise, Türk yazı dilinin daha
eski devirlerde meydana gelmiş olduğunu göstermektedir. Elimizde belgeler
bulunmadığı için bu hususta fazla bir şey söyleyemiyoruz.
Eski Türkçeden daha gerisi karanlık devirdir. Burada dilimiz Çuvaşça ve Yakutça
ile buluşur. Çok daha geride de Türkçe, mensup olduğu öteki Altay dilleri ile,
yani Moğolca ve Mançuca ile birleşir.
En eski yazılı kaynaklarımız olan Orhun Anıtları'nda Bilge Kağan’ın, kardeşi
Kül Tigin’le beraber Çinlilere karşı yaptıkları savaşlar ve Türk milletinin
bütünlüğünü sağlamak için verdikleri mücadeleler anlatılır. Anıtlarda kuvvetli
bir hitabet üslubu dikkati çekmektedir. Orhun Anıtlarının yazarları Vezir
Tonyukuk ile Yolluğ Tigin’dir. Eldeki belgelere göre bunlar Türklerin en eski
yazarlarıdır.
Eski Türkçe döneminin Göktürk Anıtları'ndan sonraki yazılı ürünleri Uygur
Türkçesi eserleridir. Uygur Türkleri Soğd yazısını ve Mani ile Buda dinlerini
kabul etmişlerdir. Bu dönemde verilen eserlerin tamamı Mani ve Buda dinleriyle
ilgilidir. Büyük bir kısmı Turfan kazılarında ele geçen bu eserlerin başta
gelenleri Altun Yaruk ve Sekiz Yükmek’tir. Bu eserlerde Buda’nın hayatı, Buda
dininin esasları anlatılmış, bazı dualara yer verilmiştir.
Demek ki, Eski Türkçe Devresi kendi arasında Göktürk Türkçesi ve Uygur Türkçesi
olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Orta Türkçe Devresi: Bu devre 10. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar olan zamanı içine
almaktadır. Bütün Türkler bu dönemde Karahanlı Türkçesini kullanmışlardır.
Tabii ki bunu yazı dili için söylüyoruz. Bu devrede gerek Türk dilinde gerekse
Türk kültüründe önemli değişmeler olmuştur. İslamiyet resmen kabul edilmiş ve
alfabe olarak Arap harfleri alınmıştır.
Orta Türkçenin ilk yıllarına ait olan Kutadgu bilig, Divanü Lügat-it Türk ve
Atabet-ül Hakayık adlı eserler Ilk İslami Türk eserleri olarak bilinmektedir.
Kutabgu Bilig, Yusuf Has Hacip tarafından 1069 yılında tamamlanmış ve Karahanlı
hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunulmuştur. Eserin adı “Kutlu Olma Bilgisi”
şeklinde günümüz Türkcesine aktarılabilir. Kutabgu Bilig, devleti idare edenlerin
nasıl davranmaları gerektiğini, halkın ideal bir devlet tarafından nasıl mutlu
edilebileceğini, insanların toplum içerisindeki görev ve sorumluluklarının
neler olduğunu anlatan dini, ahlaki ve sosyal görüşlerin ağır bastığı manzum
bir eserdir ve 6645 beyitten oluşmaktadır.
Dil ve kültür tarihi bakımından çok önemli bir kitaptır.
11. yüzyılda yazılmış olan eserlerden birisi de Kaşgarlı Mahmud’un Divanü
Lügat-it Türk adlı eseridir. Kaşgarlı Mahmut bu eserini Araplara Türkçe
öğretmek amacıyla kaleme almıştır. Aslında bir lügat olan Divanü Lügat-it
Türk’te örnek olarak verilen halk şiirleri, atasözleri, deyimler dil ve kültür
tarihimiz bakımından son derece önemlidir. Kaşgarlı Mahmut aynı zamanda ilk
Türk dili bilginidir. Eserini “Türk dili ile Arap dilinin at başı yürüdükleri
bilinsin” diye yazdığını söylemektedir. “Türk dilini öğreniniz, çünkü onların
uzun sürecek bir saltanatı olacaktır” hadisini zikreder Kaşgarlı, ilk Türkçü
yazarlarımızdandır.
12. yüzyılın başında meydana getirildiği sanılan Atabet-ül Hakayık, Edip Ahmet
tarafından yazılmıştır. Öğretici mahiyette dini-ahlakî bir eserdir. Edip Ahmet,
dinin faziletlerinden, ilimden, cimrilikten, cömertlikten vb. bahsetmiştir.
Eser dörtlükler halinde düzenlenmiştir.
YENİ TÜRKÇE DEVRESİ: Bu devre 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan zamanı
ihtiva etmektedir. 13. yüzyılın sonlarına doğru Doğu ve Batı Türkleri arasında
yeni ve birbirinden farklı yazı dilleri meydana gelmeye başlamıştır. Doğu
Türkçe’si, Eski Türkçe’nin ve Karahanlı Türkçe’sinin bir devamı olarak ortaya
çıkmıştır. Doğu Türkçe’si, Orta Asya müşterek Türkçe’si demektir. Batı
Türkçe’si iki koldan gelişmiştir. Bunlar Osmanlı ve Azeri Türkçeleridir. Bunlar
arasındaki fark 15. yüzyılın sonlarında görülmüştür.
Doğu Türkçe’sinin bir de Kuzey kolu bulunmaktadır. 15. yüzyıla kadar devam
etmiş olan bu dile Kıpçak Türkçe’si diyoruz. Kıpçak Türkçe’si eserlerine Kuzey
Afrika’da ve Mısır’da rastlanmaktadır. Daha sonra Kıpçak Türkçe’si Oguz
Türkçe’si ile birleşmiştir.
Eski Türkçe’nin devamı durumunda olan Doğu Türkçesi, 15. yüzyıldan itibaren
Çağatay Türkçesi diye de adlandırılmıştır. Bu yazı dili 15. yüzyılda Ali Şir
Nevai tarafından kurulmuş ve geliştirilmiştir. 16. yüzyılda Babür Şah, Çağatay
Türkçesinin en önemli temsilcisi olmuştur.Çağatay Türkçesinin yerinde bugün
Özbek Türkçesi bulunmaktadır.
MODERN TÜRKÇE DEVRESİ: Bu devre 20. yüzyılı kapsamaktadır. 20. yüzyılda önemli
yazı dilleri olarak Türkiye Türkçesi , Özbek Türkçesi, Türkmen Türkçesi, Kazak
Türkçesi vb. görüyoruz.
BATI TÜRKÇESİNİN GELİŞİMİ
Batı Türkçesi kendi içerisinde üç devreye ayrılır:
ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ: Batı Türkçesinin ilk devresidir. 13-15. yüzyılları içine
alır. Eski Türkçenin özelliklerini taşır. Selçuklular, Anadolu Beylikleri ve
ilk Osmanlıların yazı dilidir. Eski Anadolu Türkçesinde henüz Arapça ve Farsça
kelime ve tamlamalar fazla değildir.
OSMANLI TÜRKÇESİ: Batı Türkçesinin ikinci devresidir ve 16. yüzyıldan 20.
yüzyıla kadar olan zamanı kapsar. Bu dönemde Eski Türkçenin izleri
kaybolmuştur. Azeri Türkçesi bu dönemde ayrılır. Arapça ve Farsçanın tesiri
fazladır. Osmanlı Türkçesi tam beş asır imparatorluğun yazı dili olarak
varlığını korumuştur. Batı medeniyetinin getirdiği ihtiyaçları Osmanlıcanın
zengin vasıtalarıyla karşılamaya çalışan ve bir hayli başarılı olan bir dil,
fakat yine sınıf dili kalıbı içinde ve bu yüzyılın gerektirdiği millet dili
olmak imkânından mahrumdur. Osmanlıca bir yana, bu devirler boyunca konuşulan
Türkçe sınırlı ölçüde yabancı kelimelerle de genişleyerek gelişmiş ve geleceğin
yazı dili olmaya hazırlanmıştır. Dil tarihimizin dikkate değer özelliklerinden
biri de şudur ki geçmişin derinliklerinden gelen sözlü halk edebiyatı bizde
devam etmiş, halk destan ve hikâyeleri, halk şiiri erkenden az çok yazıya
geçmiş ve bunun yanı başında halk için bazı kitaplar da yazılmıştır.
TÜRKİYE TÜRKÇESİ: İkinci meşrutiyetten başlayıp günümüze kadar devam eden
devredir. Millî edebiyat akımının mahsulü sayılan terkipsiz Türkçedir. Arapça
ve Farsça kelimeler gittikçe azalmaktadır. Buna karşılık İngilizce kelimeler dilimize
süratle girmekte ve yerleşmektedir. Yeni Türkçe Türkiye'de milliyetçilik
akımının mahsulü olup Osmanlı yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak, daha
doğrusu konuşma dilinden yeni bir yazı dili oluşturmak hamlesiyle meydana
gelmiştir. Bu yüzyılın başı bütün Türkçe konuşan ulusların ve akrabalarının da
kendi lehçelerine dönerek yeni yazı dilleri oluşturma çabalarına tanık
olmuştur.
Bizde ilk Türkçülerle başlayan sadeleşme hareketi kısa zamanda gündelik ve
edebiyat yazı dillerini aydınların konuşması ölçüsünde sadeleştirdi. Sonra yeni
alfabenin uygulanması ve Atatürk'ün teşvikleri daha derinden bir millîleşme
hareketine yol açtı. Burada Yeni Türkçe bilgin ve teknik dillerini de kendi
yapısından karşılamak ve yaratmak meselesi ile karşılaştı ve o yolda da
cesaretli adımlar attı.
Dilimiz bağımsız bir medeniyet dili olmak davasında ve hızlı bir gelişme
çağındadır. Ancak bu arada millî kaynakların yer yer akılsızca kötüye
kullanılması millî dile güven duygusunu sarsmakta ve Batı dillerinin daha geniş
ölçüde istilasına yol açmaktadır. Yeni Türkçe inançlı, ciddi ve uzun süreli
çalışmalara muhtaçtır.
Baskokov, Türk dilini, Volga Bulgarlarının konuştuğu Türkçeden başlayarak,
aşağıdaki gibi dallandırmaktadır:
TÜRK DİLİNİN DOĞU HUN DALI
UYGUR ÖBEĞİ KIRGIZ-KIPÇAK ÖBEĞİ
1. Uygur-Tukyu bölümü:
Eskiler: Orhon Anıtlarının
Eski Oğuz Dil
Eski Uygur Dili
Bugünküler: Tuva (Urenhay, Soyot, Soyon),
Karagas (Tofa)
Bugünküler: Kırgız, Altay (Altay, Teleüt, Telengit ağızları)
2. Yakut bölümü:
Bugünküler: Yakut(Dolgan ile birlikte)
3. Hakas bölümü:
Bugünküler: Hakas, Kamas, Küerik, Şor, Altay Dilinin Kuzey ağızları (Tuba,
Şalkandu, kumandı), Sarı Uygur.
TÜRKÇE’NİN BUGÜNKÜ DURUMU VE YAYILMA ALANLARI
Türkler dünya üzeride çok geniş bir yer kaplar. Doğuda Moğolistan ve Çin
içlerinde batıda Yugoslavya içlerine; kuzeyde Sibirya'dan ve Moskova
yakınlarındaki Kazan şehrinden , güneyde Bağdat, Lübnan sınırı ve Kıbrıs
içlerine kadar uzanan büyük ve geniş coğrafyaya yayılmışlardır. 20-90 doğu
boylamları ile 33-65 kuzey enlemleri arasında yer alan bu coğrafya, kuş
uçuşu,doğudan batıya yedi bin, kuzeyden güneye üç bin kilometrelik bir alanı
içine alır. Bu alandaki şu devletler içerisinde Türkler yaşamakta ve Türkçe
konuşulup yazılmaktadır: Çin, Moğolistan, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan,
Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbeycan, Afganistan, İran, Irak,
Suriye, Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Yunanistan, Bulgaristan,
Yugoslavya, Makedonya, Romanya, Polonya, Ukrayna, Moldovya.
Bütün bu geniş coğrafya içerisinde Türkçe’mizin pek çok lehçe ve şivesi
bulunmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Türk dilinin lehçeleri:
Çuvaşça
Yakutça
Türk dilinin şiveleri:
a. Sibirya ve Altay sahası:
1. Karagas
2. Soyan
3. İrtiş ve Tobol
4. Altay
5. Telengit
6. Teleüt
7. Tuba
8. Kumandı
9. Llebed
10. Sagay
11. Beltir
12. Kaç
13. Koybal
14. Kızıl
15. Şor
16. Kamasin
17. Çalım ve Çat
b. Doğu Türkistan sahası:
18. Uygur
19. Sarı Uygur
20. Tarançi
c. Batı Türkistan sahası:
21. Karakalpak
22. Özbek
23. Kırgız
24. Kazak
25. Türkmen
d. Kafkas ve İran sahası:
26. Nogay
27. Kundur
28. Karaçay
29. Balkar
30. Kumuk
31. Azeri
32. Kaşkay
33. Afşar
34. Kacar
35. Şahseven
36. Karadağlı
37. Hamse
38. Halaç
39. Kengerlu
40. Horasani
41. Karayi
42. Karaçorlu
43. Karapapak
e. Kuzey ve Batı sahası (Urallardan Balkanlar ve Akdeniz’e):
44. Kazan, Tatar
45. Atrahan
46. Başuırt
47. Kırım
48. Karayim
49. Gagavuz
50. Türkiye, Oğuz
( Kaynak: TDK )
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|