|
Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire / Edip Cansever
Tek
Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire
Mısra işlevini yitirdi; şiiri yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı.
Eski rahatlığını, o sessiz, kıpırtısız düzenindeki rahatlığını boşuna aranıyor
şimdi. Öfkelerin, bunlukların, başkaldırmaların dışında kendini yineliyor daha
çok. Ne denli güçlü görünürse görünsün, duygularımızı, gerilimlerimizi, düşünce
coşkularımızı başlatıcı bir öğe, bir ölçü olmaktan çoktan çıktı. İnsanı,
insanla gelen en çağdaş sorunları karşılayamaz oldu. Öylesine durallaştı ki,
onca bir sözcük yılı da uzak kaldı bize.
Öyleyse usla okumalı, şiiri, usla biriktirmeli
artık; mısra ile değil. Diyeceğim ille de bir ölçü gerekliyse, bu
düşünsel-ussal bir ölçü olmalı. Tek sesli şiirden, çok sesli bir şiire
yönelişteki en kapsamlı ölçü de budur sanırım. Nicedir şiiri soyut bir
kavrammış gibi düşünemiyoruz. Her toplumun kendine özgü bir şiiri ya da
şiirleri olduğu için böyle düşünemiyoruz. Ülkemiz de bir mucizeler ülkesi
değil. Bizim de gereksinmesini duyduğumuz bir şiir anlayışı var. Hatta bir bakıma
uygulanıyor da bu. Düşünü şiiri diye adlandırabileceğimiz bu şiir biçimini
(tarzını) yerleştirirken, en azından şiire bakma ölçülerimizi de değiştirmek
zorundayız. Örnekler ortada. Yapacağı işin bilincine varmış ozanlar kabına
sığamıyor artık. Hiç değilse zorlanıyor şiir, seçkin, soy bir anlatım yolu
bulmak için savaşılıyor. Örneğin cümleler parçalanıyor; söze yeni bir devinim
katılıyor böylelikle. Bir bakıma cümle tavır takınıyor, insanlaşıyor. Derken
bir satır başı, bir parantez, bir diyalog... Bakıyorsunuz düzyazıya geçmiş
ozan; anlatıyor, açıyor, anlamı genişletip yoğunlaştırıyor. Mısra yerine
devinim, mısrayı ölçü yapmak yerine usu ölçü yapmak! Güç şiir burdan çıkıyor,
şiir okuma zorluğu burdan doğuyor.
Ya peki mısra nedir? Bir tanımı yok mu onun?
Bence yok! Olsa olsa sezilmesi var, şiiri tekilleştirmesi, kolay ustalıklara
araç olması, çağdaş anlayışın gerisinde kalması var. Mısra da sağ duyu gibi bir
şey... Sağduyu ise, Einstein'in anlayısına göre, "insanın on sekiz yaşına
gelmeden önce zihnine yerleşen önyargıların tortusu" ndan başka bir şey
değil. İşte mısra da sağduyu gibi, beğeni eğilimi, töre anlayışı gibi, bize
önceden aşılanmış bir öngüzellik duygusu.
Bu ön-güzellik duygusunu nasıl aşmalı? Önce,
mısranın mısraya örnek tutulmasıyla sağlanan iyi işçilik görünüşü yerine,
dirimsel bir şiir anlayışını gerçekleştirmekle... Buna karşılık şöyle bir soru
sorulabilir: Bugüne dek yazılan şiirler, dirimsel olana bunca uzak mıydılar?
Bir bakıma öyle. Düşünürsek, yalnızca kendi olanaklarıyla yetinen ozan çok
azdır bizde. Daha çok deneyler vardır; katkısız bir yaşamdan gelen sahihlik
(authenticite) ve bu sahihliğin pekiştirilmesi yerine, başka başka yaşam
biçimlerine öykünme vardır. Gene de, bu deney bolluğunun, şiirimizi
çeşitlendirmek bakımından yararlı olduğunu söyleyenler çıkabilir. Ama şunu da
unutmamalı ki, çeşitlenmenin, ozan sayısıyla oranlı olarak değil de, tek tek
ozanlarda incelenmesi, çoğu kez en güçlü kişilikleri bile tehlikeye
düşürmüştür. Kısacası, kuramın yaşamda birleşerek yarattığı gerçek şiir alanı,
Fethi Naci'nin deyişiyle, tümdengelimle tümevarımın çakıştığı nokta, bir iki
ozan ayrı tutulursa, hiç denenmemiş, bir "Çorak Ülke" gibi cansız,
yaşamsız kalakalmıştır.
Öyleyse şiirin yapısında, şiirin dokusunda
bilinçli, özgün vurucu bir düşünce-yaşam birliğinin yer alması gerekiyor.
Burdan da araştırıcı, eytişimsel bir sıçrama... Dışavurumcu bir düzanlatım...
Aruza, heceye, genel olarak da mısraya sığıdırılmaya çalışılan şiirin,
yerelliğe, yerellikten doğacak bir bütünselliğe, bir evrenselliğe
yerleştirilmesi.
Oysa biz mısraya göre yaşıyoruz hâlâ. Mısra
sanki bir yaşama biçimi, aşılması olmayan bir nesne. Nedeni ortada bunun: Halk,
Saraya, tek elden yönetime, yazgıya inanırken, bu arada bir üst-ayıp kurumu
olan şiire de inanmazlık edemezdi. Ama hangi şiire? Yukardan gelen, hiçbir şey
söylememeyi görkemle dile getiren, soyluluk gösterisi, mısracı şiire... Bugün
bile, çok şey değişmiş değil. Geleneğe saygı yüzünden, belki de hep aynı
çıkmazlarda dolaşıp duruyoruz. Kim bilir, belki de koşullar değişmedi ya da
koşulları zorlayan, güçlü kişiler çıkmadı. Yeni bir akımın öncüsü olan Orhan
Veli bile, halkın beğenisini alıp, onun toplumsal ekonomik gerçeklerini şiir
dışı ederken, şiirin öz sorunlarına ne denli yabancı kaldığını, hiç değilse her
şeyden bağımsız bir şiir düşünmekle ne denli yanıldığını ortaya koyalı kaç yıl
geçti aradan? İşte her söylediğim şiir diye söyleyen, adı ustaya çıkan,
gerçekte çelişmeler ustası Cahit Sıtkı nerede? Ya Cahit Külebi? Acaba Yeşeren
Otlar'daki gizemciliğine hangi deneylerden geçtikten sona varabildi? Hiçbir
deneyden! Çünkü o, eskiden de bir görüş bütünlüğüne varamamıştı. Örnek mi? İşte
kadınları övdüğü kısa bir şiirden son iki satır: "Ben yine insanlığı
severim / Bütün kadınlardan ziyade." Kadınları insanlık dışı tutan kof ve
yanlış bir toplumculuktan başka nedir ki bu? Ayrıca şiirimizin bugünkü
dengesizliği, bugünkü bunluğu da, hep bu mısracı tutumun kılık değiştirmesinde
aranmalıdır.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, değişmesi
gereken, bir bakıma değişmekte olan şiire, yeni bir ölçü bulmak zorundaysak, bu
hiç şüphesiz us dışı bir ölçü olmayacaktır. Bunun için de alışkanlıklarımızı
yenmemiz, eskimiş mantık kurallarından kurtulmamız gerekir. Çünkü ussal bir
coşku olan şiiri, ancak usun ölümsüzlüğüyle denetleyebiliriz. Usun ölümsüzlüğü
ise, onun durmadan değişmesi, durmadan yenilenmesi, kuşak kuşak, çağ çağ bir
gelişmeye, bir yüceliğe aracılık etmesidir. Şiiri, tarihsel toplumsal
koşularından soyutlamayı düşünmedikçe, mısra da işlevini yitirmiş sayılır.
Edip
Cansever
(Dönem, Şubat 1964
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|